27 Nisan 2016

İlk izlenim: Suicide Squad


Süper kahraman filmlerinin dur durak bilmediği bir dönemden geçiyoruz. Fantastik sinemanın 2000’lerde altın çağını yaşamasında büyük bir payı olan çizgi romanların artık kenarda köşede kalmış, daha az popüler örnekleri dahi sinemaya uyarlanmaya başladı. Dc ve Marvel arasında alttan alttan süren pasta savaşını da düşünürsek daha gösterişli projelerin hayata geçirilmesine şaşırmamalı. Marvel’ın eli yükselterek süper kahramanların toplandığı Avengers filmlerini yapması, bunu Captain America serisiyle sürdürmesi ve gişedeki başarısı Dc’yi harekete geçirdi. Hala vizyonda olan Batman v Superman: Dawn of Justice ve Ağustos’ta izleyeceğimiz Suicide Squad, savaşı iyice kızıştıracak gibi görünüyor.

Süper kahramanların toplandığı filmlerde karakterler aynı evrene ait olsalar da farklı filmlerin karakterlerini bir araya getirme düşüncesinin benzer bir uygulaması olduğundan bugüne dek iyi bir sonuç vermedi. Bu bakımdan ne kadar umutlu olsak da Suicide Squad’a endişeyle yaklaşmaktan geri duramıyoruz. Ama bu projenin daha cezbedici bir ana fikri var: Bir araya getirilenler kahramanlar değil, azılı suçlular yani kötü karakterler. Ancak kötülerden bile daha kötüleri olduğu için İntihar Timi oluşturulmak zorunda kalınıyor. Çıkış noktasının ve karakterlerin ilgiye değer olması merakımızı arttıran bir unsur. Filmin fragmanlarını da unutmayalım tabii.

Durdurulamayan gizemli bir suç örgütünü çökertmek için bir intihar timi oluşturulur. Varlığından çok az kişinin haberdar olduğu bu tim, suça batmış ve de cezasını çekmekte olan şöhrete sahip suçlulardan kurulur: Joker, Harley Quinn, Deadshot, Kaptan Boomerang gibi isimlerden oluşur. Hikâyenin merak edilen noktası ise intihar timinin başarılı olmaları için değil de kazanamayacakları bir savaşa gönderilmiş olduklarını fark etmeleri sonrasında ne yapacakları sanırım.

Fragmana baktığımızda, çizgi romanın karanlık dünyasının korunmaya çalışıldığını ve mizahi öğelerle bu kaotik dünyanın yumuşatıldığını görüyoruz. Joker ve özellikle de Harley Quinn karakteriyle mizaha alan açılmış. Zaten bu iki karakterin parlayacağını söyleyebiliriz. Fragmanda dikkat çeken bir husus da intihar timinin savaştığı suç örgütüne ilişkin pek bir ipucu verilmiyor oluşu. Filmden yayınlanan üç fragmanda da anti-kahramanlarımız ön planda. Suicide Squad’da muhtemelen ekibin iç çatışmaları eksik olmayacak. Batman’in hikâye içindeki rolünün çizgi romanlardan bildiğimiz kadarıyla intihar timini kötücül amaçları olan bir oluşum sanmasıyla ilintili olacak ve kısa bir zaman alacak filmde.

Suicide Squad’ın sonu da Avengers filmleri ve Batman v Superman gibi olabilir. Anti-kahramanların toplanması beklediğimiz etkiyi yaratmayabilir. Beklentiyi yüksek tutmamakta fayda olduğunu düşünüyorum çünkü yönetmen David Ayer ortalama bir sinemacı. Hatta henüz “waov” dediğimiz bir film çekememiş yönetmenlerden kendisi. Burada da stüdyonun isteklerinin dışına çıkamayarak memur yönetmenlik sergilemiş olma ihtimali yüksek görünüyor. Ayrıca Jared Leto’nun Joker, Margot Robbie’nin de Harley Quinn kompozisyonları filmin başarı veya başarısızlığında ciddi bir rol oynayacaktır. Açıkçası David Ayer’den çok onlara güveniyorum.

Seyircinin artık karizmatik kötü karakterleri daha çok sevmeye başladığı bir dönemde Suicide Squad’ın zamanlaması oldukça iyi. Bu yazın hiti olmaya aday diyebiliriz.


25 Nisan 2016

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #45 Kral Oidipus


Antik Yunan’ın üç büyük tragedya yazarından biri olarak kabul edilen Sofokles’in en meşhur eseri Kral Oidipus, Pier Paolo Pasoli sinemasında mitolojik hikâyeler dönemini açan filmdir. Yönetmenin aynı adla sinemaya taşıdığı eser, daha sonra Freud’un Oidipus Kompleksi adını verdiği duruma da esin kaynağı olmuş. Bireyin çocukluk döneminde annesine ilgi duyduğu babasını ise saf dışı etme eğiliminde olduğu iç dünyasındaki duygusal karmaşayı anlatmak için kullanılan bu tanımlama Sofokles’in trajik hikâyesinin de özü denilebilir. Pasolini’nin filmi de yaklaşık 2500 yıl önce yazılmış klasiğe sinemada hayat veriyor.

Yönetmen filmin açılış ve kapanışını günümüz dünyasına taşıyarak, Oidipus Kompleksi’nin zamanlar ötesi olduğunu, insanlık tarihinin herhangi bir anında yaşanabileceğini yani evrenselliğini vurgulamak istemektedir sanki. Açılış ve kapanışın günümüze taşınmasıyla Sofokles’in eserinin aynı anda hem modern hem de klasik bir uyarlaması yapılmış oluyor. Bu, Pasolini gibi bir sinemacının girişeceği türden bir iş diye düşünüyorum. Bir röportajında da söylediği gibi yönetmen için önemli olan geçmişi yeniden kurmak değil, bugün yaşadığımız hayatta eskiye benzerleri bulup gün yüzüne çıkarmak ve onlarla geçmiş arasında bağ kurmaktır.

Pasolini, hikâyeyi farklı bir coğrafyaya ve belirsiz bir zamana taşıyor. Oyuna kendi yorumunu getirmek için yoğun bir çaba sarf ediyor. Hikâyenin en can alıcı noktalarının dahi Sofokles’in eserinden detaylarda gösterdiği farklılık, uyarlamanın başarısındaki önemli bir ayrıntı diye düşünüyorum. Hikâyeyi film üzerinden yorumlamak gerekirse, Kral Oidipus’un kaderinden kaçmak isteyen, ancak kaçışın onu kaderine sürüklediği bir adamın trajedisi olduğunu söyleyebiliriz. Film, kaderin kaçınılmazlığının altını çizerken, adaletin ise er ya da geç yerini bulacağını söylüyor. Zira oğullarını öldürmeye karar veren kral-kraliçe ve Oidipus yaptıklarının cezasını çekiyor.

Film boyunca Kral Oidipus, kendi gerçekliğini arıyor. İçten içe bulmaktan korktuğu gerçeklikten kaçmak istese de kaderinde bu gerçeklikle yüzleşmek de var. Görüldüğü gibi her yol kaderin kaçınılmazlığına çıkıyor. Temelde hikâyenin bir kehanet ve lanet üzerine kurulu olduğunu söylemek gerekiyor. Oyunu bilemiyorum ama film lanetin sebebine ilişkin pek ipucu vermiyor. Genel olarak Pasolini’nin uyarlaması anlatısı ve tercihleriyle bir başyapıt olarak nitelenebilecek olsa da, bazı noktalarda Sofokles’in metnine daha sadık kalabilseymiş demeden edemiyoruz. Kral Oidipus, her sinemaseverin mutlaka görmesi gereken bir klasik. Bu mitolojik hikâyeyi Pasolini’nin filmiyle keşfetmek de paha biçilemez…

22 Nisan 2016

Kurdun Uyanışı (Wolf Totem) 29 Nisan'da Vizyonda!


Seven Years In Tibet (Tibet’te Yedi Yıl) The Bear (Ayı), The Name of The Rose (Gülün Adı) gibi başarılı filmlerin yönetmeni Jean-Jacques Annaud, Jiang Rong’un best seller romanından uyarladığı Wolf Totem ile doğanın kalbine yaptığı son macerası ile geri dönüyor.

Filmin konusu: Yıl 1967 Pekinli bir öğrenci olan Chen Zhen Moğolistan’ın iç kısımlarında yaşayan göçmenlerin arasına çobanlığı öğretmesi için gönderilir. Ama asıl Chen’in bu sonsuz güzellikteki vahşi doğada var olmak, özgürlük ve sorumluluk hakkında öğreneceği çok şey vardır. Güneyin modern toplumuyla kuzeyde göçmenlerin geleneksel düşmanı olan yağmacı kurtlar arasında sıkışmış, insanlar ve hayvanlar, yerliler ve istilacılar dünyadaki gerçek yerlerini bulmak için mücadele ediyorlar.

Roman hakkında: Jiang Rong yeni yüzyılın en büyük başarılarından birinin yazarı. Otuzdan fazla dile çevrildi. Wolf Totem tek eseri, 2004 yılında Çin de yayınlandığından beri 20 milyondan fazla sattı. Sayısız ödül kazandı. Bunlardan biri 2007 yılında Man Asia ödülü. Ülkesinde satmaya ve tartışma yaratmaya devam ediyor. Jiang Rong hayatının neredeyse üçte birini kitabı yazmaya adadı, genç eğitimli bir adamın Moğolistan’ın içlerine medeniyete katkı amacıyla çobanlık yapmaya ve kültürel ihtilal zamanında yetkililerin, göçebelerin yerleşik düzene geçmesini istediği günleri hatırlıyor. Wolf Totem genç adamın Moğollar ve kurtlarla karşılaştığında başlayan değişimini takip ediyor. Moğolların bilgelik ve zekâlarına ve kurtların özgürlüğüne hayran olan kahraman sonunda Çin rejiminin temelini sorgular oluyor. Hikâyenin sonunda devasa koyun sürülerine benzettiği eğitimli insanlara karşı steplerin savaşçıları göçebe Moğollarını kıyaslıyor. Bir doğa hikâyesi veya gizlenmiş politik fitili tutuşturan, doğaya adanmış ve Çin’in çevre politikasına karşı ateşli bir eleştiri. Bu 600 sayfalık devasa roman büyük savaşlar, tarihi referanslar ve epik maceralar anlatıyor. Politika meraklıları, hayvan severler, tarihçiler ve çevrecilerin hepsini hayran bıraktı. 

Sınırları zorlamak: Hazırlıklardan sonra yönetmen ve eğitmen sınırları zorlamaya karar verdi. Jean-Jacques Annaud filminde %99 gerçek kurt kullanmak ve çok az bilgisayar animasyonu istiyordu ama ekibin güvenliğini görmezden gelemiyordu. “Ekipteki insanlar ve hayvanlar için yeterli güvenlik sağlanamaması durumunda başka çözümler bulmaya kararlıydı.” diye ısrar ediyor Andrew Simpson. “Çalışmanın yeni yollarını bulmam gerekiyordu. Bir meydan okumaydı. Hollywood bile daha bu yöntem kullanmamıştı.” 

Eğitmenin sırları: Muhteşem eğitmenin gizli silahı neydi? Sadece disipline odaklanmayın ama çekim macerasını bir bütün olarak algılayın. “Film çekmek bir ekip çabası, ortak amaca giden bir çaba.” Calgary’ye evine dönerken filmdeki 16 kurdu evine götürdü ve onlara bakmaya devam ediyor. Kanadalı eğitmen uzun zamandan beri özel hayatını askıya almasına neden olan bu maceradan hiç pişmanlık duymuyor. “Wolf Totem tartışmasız kariyerimin mümkün olan en büyük ve en güzel macerası. Bundan önce kurtlarla ilgi başka büyük bir projede çalışıyordum. Nicolas Vanier’den kurtlar. Sırbistan ‘da çekilmişti. Ama Jean-Jacques Annaud’nun filmi benim için daha büyük bir meydan okumaydı. ‘’Filmdeki rolümden dolayı hep gurur duyacağımı biliyorum.’’

17 Nisan 2016

En İyi 10 Kara Film


Sinemada suç teması farklı anlatım biçimleri, farklı yaklaşımlar ve bakış açısının suçlu ve kanun adamına göre değiştirilmesi sonucunda gangster filmi, polisiye ve kara filmler gibi alt türler doğurdu. Bu türlere, suç sinemasının alt türleri veya kolları desek de polisiye ve kara filmler zamanla başlı başına birer tür olarak kabul edildiler. Ortak temaları suç olsa da birbirlerinden keskin bir şekilde ayrıldıklarını söyleyebiliriz. Ortaya çıkışında Alman dışavurumculuğu başta olmak üzere, Hard Boiled edebiyatı ve gangster filmlerinin etkisi gözlemlenen kara filmler doğuşundan günümüze sürekli değişim geçiren bir türdür. 40’lı yılların başında ana hatları çizilen ve yerleşen kalıpların dışına çıkmayan kara filmler; suçluların, katillerin, dedektiflerin, femme fatale’lerin cirit attığı kirli bir dünyada, sonu çoğunlukla kötü biten hikâyelerin anlatıldığı, karanlık atmosferiyle dikkat çeken ve 40’lı ve 50’li yıllarda parlayan bir tür. Kara filmin bir tür mü yoksa bir üslup mu olduğu, tür olarak kabul edilecekse hangi filmlerin kara film olduğu, hangilerinin olmadığı fikir birliğine varılamayan tartışma konuları olagelmiştir bugüne dek. Bu tartışmada ben, kara filmlerin kendine has üslubuyla varlığını sürdüren bir tür olduğunu düşünüyorum. Elbette kara filmler 60’lı yıllardan itibaren varlığını neo noir (yeni kara film) olarak sürdürüyor. Türün 80’li yıllardan sonra tekrar bir popülerlik yakaladığını da belirtmeden geçmeyelim.

Karanlık gölgeleriyle, ışık-gölge oyunlarıyla, klostrofobik anlarıyla, kahramanlarını çaresizlik içinde gösteren ilginç çerçevelemeleriyle, türlü entrikası, tekinsizliği, sadakat ve güvenin hayati bir önem taşıdığı, çıkar odaklı, kirli anlaşmaların hiç bitmediği siyah-beyaz bir dünya resmeden kara filmlerin en iyi 10 örneğini, türün kayda değer örneklerini izledikten sonra listelemek istedim.

1- The Maltese Falcon

Dashiell Hammett’ı aynı adı taşıyan romanından usta yönetmen John Huston’ın sinemaya uyarladığı The Maltese Falcon, milyon dolarlık bir şahin heykelini ele geçirme mücadelesini konu ediniyor. Humphrey Bogart’ın dedektif Sam Spade karakteriyle ikonlaştığı film, akıl dolu senaryosu, dönemeçleri ve dur durak bilmeyen yapısıyla türün zirve noktasıdır.

2- Sunset Boulevard 

Köşeye sıkışmış bir senarist ile unutulmuş bir sessiz film yıldızının hikâyesinin anlatıldığı Sunset Boulevard, senaryosunun özgünlüğünün yanı sıra 50’li yıllar için yeni duran anlatısıyla klasikleşti. Ölen karakterin hikâyesini anlatmaya başlamasıyla seyircisini dumur ederek başlayan film, Hollywood’a keskin bir eleştiri de getiriyor. Kara filmlerin en göz alıcı örneklerinden biri

3- Touch of Evil

Tek plan çekilmiş açılış sekansı ve bir kara filmde kolay kolay göremeyeceğimiz bir sona sahip olması gibi özellikleriyle Touch of Evil neresinden bakarsak bakalım türün en şaşırtıcı işlerinden. Orson Welles imzası taşıyan film, klasik kara filmlerin son örneği olarak kabul ediliyor.

4- Kiss me Deadly

Otobanda seyir halindeki özel dedektifimiz, kendisini arabanın önüne atan kadını alıp yola devam eder ve olaylar gelişir. Klasik kara film temalarının içine soğuk savaş dönemini imleyen bilimkurgusal motifler de ekleyerek ayrıksı bir noktada durmayı başaran Kiss me Deadly, türün en çarpıcı örneklerinden. Unutulmaz finali gizemini hala koruyor.

5- The Big Sleep

Howard Hawks’ın Raymond Chandler’ın romanından uyarladığı The Big Sleep, karmaşık yapısı ve atmosferiyle dikkat çeken bir kara film başyapıtı. Humphrey Bogart ile Lauren Bacall’ın müthiş kimyasının filmin başarısından büyük pay sahibi olduğunu söylemek gerekiyor.

6- Double Indemnity

Billy Wilder’ın bir başka üstad Raymond Chandler’la birlikte senaryosunu kaleme aldığı Double Indemnity, kocasını ortadan kaldırıp sigorta tazminatını almak isteyen bir kadınla ona yardım eden sigorta satıcısının entrika dolu hikâyesini konu alıyor. Türün birçok özelliğini bünyesinde barındıran film, Wilder’ın ustalıklı anlatısıyla devleşen bir kara film.

7- The Lady from Shanghai

Orson Welles’in damgasını vurduğu bir başka kara film şaheseri. Patronunun alımlı eşine tutulan bir denizcinin içine düştüğü bataktan kurtulma çabası, Welles’ın dâhiyane hamleleriyle unutulmaz bir sona yürüyor. Femme Fatale karakteri üzerinde ayrıca durulması gereken bir klasik.

8- Spellbound

Alfred Hitchcock’un en iyi filmleri arasında gösterebileceğim Spellbound, psikanalizle bir cinayeti çözmeye çalışıyor. Kara film türüne kendine has bir tarzla yaklaşan Hitchcock’un sürreal rüya sahnelerini Salvador Dali’nin desteğiyle çektiği film, ustanın hak ettiği değeri görmediğini düşündüğüm başyapıtlarından..

9- Key Largo

Sadist mafya lideri ve şiddetli bir fırtınanın bir otelde tutsak ettiği üç insanın hikâyesinin anlatıldığı Key Largo, John Huston klasiği. Kapalı alan kullanımı ve karakterlerin motivasyonuyla dikkat çeken bir kara film.

10- Stranger on a Train

Bir tren yolculuğu esnasında dertlerini yanındaki adama anlatan Guy, hiç ummadığı bir teklif -çaprazlama cinayet- alır ve olaylar gelişir. Cinayet, şüphe ve paranoyayı iliklerinize kadar hissedeceğiniz Patricia Highsmith’in romanından uyarlanan bir Hitchcock klasiği. Türün parmak ısırtan ve hikâye açısından son derece yaratıcı yapımlarından Stranger on a Train.

12 Nisan 2016

Bir varmış, bir yokmuş: Düşler Diyarı


Düşler Diyarı, bir sinema başarısı desem herhalde abartmış olmam. Bir ilk filme göre derdini gayet iyi anlatan, nereye oturacağını baştan sona belli eden bir yapım. Yaptıkları her şirinlikle kendini sevdiren sempatik bir çocuk gibi sevimli ve sıcak bir film ortaya çıkarmış yönetmen. Düşler Diyarı'na (Beasts of the Southern Wild) geçmeden önce, yönetmen Benh Zeitlin'in 'meşhur' kısası Deniz'de Zafer'i (Glory at Sea!) biraz anlatmak gerekiyor. Çünkü iki film bize birbirinin tamamlayıcısı gibi iç içe geçen halka misali harika bir izleme deneyimi sunuyor. Öyle bir deneyim ki, deneyimlendikçe anlaşılan, elden bırakılmaz hale gelen bu iki küçük film bir dev haline geliyor.
                                                                                                      Burç Karabulut yazdı


Deniz'de Zafer: Benh Zeitlin sinemasının gelişimi

Deniz'de Zafer, Düşler Diyarı'nın öncülü olduğunu vurgularcasına kıyamet sonrası (post apokaliptik) bir yapı üzerine inşa ediliyor. Kıyamet filmi olmasına karşın oldukça şenlikli bir kısa. Öyle ümitsiz, yalnız, ıssız bir film değil. Benh Zeitlin'in bu kısası, onun denizle olan fetişini de yansıtıyor. Kasaba sakinleri yas tutmak yerine bir bot yapmaya karar veriyorlar. Tabii ki bu bot öyle modern inşa aletleriyle yapılmış bir bot değil hatta tam tersine, kereste, evden getirilen bir sürü eşyanın (daha çok hurdanın) birleşmesiyle bir garip botumsu (bota benzemeyen ama bot işlevi gören) bir taşıt ortaya çıkartıyorlar. Bu deniz üstünde giden taşıtla kasırgada kaybettikleri yakınlarını bulmayı umuyorlar. Düşler Diyarı'nda Katrina kasırgasının etkilerini görmek mümkün olsa da şiirsel bir film, büyülü bir gerçeklikle anlatılıyor. Deniz'de Zafer, umudun tekrar kazanılıp, zafere giden yolu gözler önüne seriyor.

Düşler Diyarı: Bir umut mücadelesinin büyüsü

Düşler Diyarı ise kıyametin insan eliyle çıkacağı fikrine dayanan bir film, yer yer küresel ısınmanın etkilerini de filmin estetiği içine başarıyla yediriyor. Yer yer şiirsel yer yer gerçek bu atmosfer için Benh Zeitlin'in çok bir şey yapması gerekmiyor. İnsanın doğaya karşı mücadelesinde çaresiz kalmasını filme ekleyen Düşler Diyarı, doyumsuz bir sinema macerasını da ekrana yansıtıyor. O da baş karakterimiz olan Cimcime'nin olaylara bakış açısıyla sağlanıyor. Cimcime'nin inancı şu yönde; dünya üzerinde her şey yerli yerinde doğru şekilde yerine oturmuş. En küçük parça bile tüm evreni etkileyebilir. Cimcime, büyülü, şiirsel hatta çocuksu bakışını hiç kaybetmiyor.

İradenin Zaferi

Deniz'de Zafer'in bir anlamda devamı olan film, Cimcime'nin masalsı dünyasından hareketle olayları yorumlaması ve bir yandan da babasının onu dirençli, güçlü iradeli bir insana çevirmeye çalışmasının macerasını da ayrıca konu alıyor. Yıkık evler, terk edilmiş mekanların, çaresiz kalmış insanların arasında yaşama tutunan Cimcime ve Wink'in sessiz bir şekilde mücadele azmiyle sürüp gidiyor. Wink tüm gücüyle kızını korumaya çalışırken, sadece gelmekte olan fırtına onun boynunu bükmüyor. Aynı zamanda, kanser de onu içten içe yiyor. İlginçtir kanserden önce içinde bulundukları vahşi doğa ölümü her gün yaşanabilir bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor. Wink'e kanserden daha yakın. Wink ile Cimcime, bir botla kasabalıları kurtarma görevine çıkıyorlar. Kasabalıların da bir süre sonra onlara destek vermeye kara vermeleriyle birlikle, el birliğiyle bir yüzen evden bozma bir bot yapılıyor. Umuda giden bu yolculuk, bir anlamda mültecilerin sona yaklaşan yolculuklarına referans da içeriyor.

Bir Varmış, Bir Yokmuş (Filmi izlemeden okumayın)

Cimcime'nin kendi uydurduğu masala kendini kaptırmasını Pan'ın Labirenti'yle beraber ele alabiliriz. Nasıl İspanya'daki iç savaştan kaçmaya çalışan, kendini korkunç gerçeklikten soyutlayıp Pan'ın ülkesinden prenses olmaya giden küçük bir kız gibi Cimcime'de kendini dünyadan soyutlayıp evrenin bir parçasını onarmaya ikna ediyor. Film boyunca yaşadığı gerçeği, gerçek değil bir çocuksu, masalsı mutlu bir evren olarak yaşıyor. Babasının hastalığını, annesinin kayboluşu, mülteci gibi yaşamları, evlerin yıkılışı onun açısında bir üzüntü kaynağı değil bir macera. Pan'ın Labirenti'nde de kaybolan kız karakteri, acımasız savaşı, annesinin dramını bilmeden masalsı bir gerçeklikle yaşıyordu. Öyle bir yaşam ki ölümü bile fark edememişti.

6 Nisan 2016

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #44 Exotica


Ermeni asıllı yönetmen Atom Egoyan’ın adını dünyaya duyuran filmin, Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışan ve ancak FİPRESCİ ödülüyle yetinen Exotica olduğu söylenebilir. 80’li yıllardan bu yana sanatını icra etmeyi sürdürse de 90’lı yıllarda çektiği birkaç başarılı filmin ötesine geçemeyen Egoyan’ın öneri listeme aldığım tek filmi Exotica’ya bir bakalım.

Hikâyemizin ana mekânı filme adını da veren bir striptiz kulübüdür. Kulübün sahibi, orda çalışan bir DJ, lise kıyafetleriyle striptiz yapan bir genç kız, o genç kıza bağlanan bir adam ve evcil hayvan dükkânı olan homoseksüel bir adamın yolları kesişir. Kesişen hayatlar filmlerinin henüz bugünkü kadar popüler olmadığı bir dönemde, usta işi bir hikâye kurgusuyla karakterlerimizin hayatlarına ortak olduğumuz Exotica, erotizmi de hissedeceğiniz etkileyici bir dramadır esasında. 

Egoyan, kartlarını hemen açık etmek istemiyor ve usul usul örüyor hikâyesini. Filmin merkezine birkaç yıl önce sırasıyla kızını ve karısını kaybeden baba (Francis) yerleştiriliyor. Diğer yandan Francis’in özel bir ilgi duyduğu striptizci kızla (Christine) Exotica’nın melankolik Dj’sini kırlarda bir arama grubuyla birini ararlarken izliyoruz. Aynı zaman dilimine ait olmayan bu iki olayın finalde bağlanmasıyla çember tamamlanıyor. Bu sayede Egoyan, yaratmak istediği dramatik etkiye yani amacına ulaşıyor. Seyircisine tarzı olan, iç gıcıklayıcı, depresif ve karakter odaklı bir film izletiyor yönetmen. İzleyenler filmin yalnız karakterlerinden kendilerinden pek bir şey bulamayacaklardır. Yine de Exotica’nın kendine has büyüsüne kapılacaklarını düşünüyorum. Gizemini son bölüme kadar korumayı başaran filmin, sadece görsel stilinin dahi tek başına bir izleme sebebi olduğu söylenebilir. Ancak Exotica'da bundan çok daha fazlası olduğunu, kurgusu, ele aldığı temalara hakimiyeti ve buram buram 90'lar kokmasıyla görülmeyi kesinlikle hak ettiğini düşünüyorum.

5 Nisan 2016

Bir Otostopçunun Galaksi Rehberi


Douglas Adams'ın 70'li yıllarda yarattığı bilimkurgu eseri 'The Hitchhikers Guide to the Galaxy', 15 milyondan fazla satan bir fenomene dönüşmüş ve ardından da yazar bu eserini bir seriye dönüştürmüş. Yazarın engin hayalgücüyle yarattığı hikaye, 2005 yılında gecikmeli de olsa sinemaya uyarlandı. Evi yıkılmak üzere olan Arthur Dent adlı bir adamın, önce en yakın arkadaşının bir uzaylı olduğunu ve sonra da dünyanın uzayda açılması düşünülen yeni bir otoyol sebebiyle yok edileceğini öğrenmesi ve tek seçeneğinin arkadaşıyla bir uzay aracına otostop çekmek olduğunu fark etmesiyle açılan film, sıradan bir adamın uzayın sonsuzluğunda yaşayacağı fantastik bir maceraya davet ediyor seyirciyi. 

'Bir Otostopçunun Galaksi Rehberi', hayatın anlamı, nerden geldik nereye gidiyoruz gibi soruların peşinden giden felsefi ve düşünsel bilimkurgu filmlerinin açtığı yoldan giderken bunu da kendi tarzında gerçekleştirmeyi yeğliyor. Yani ele aldığı tüm meselelere mizahi bir dille yaklaşıyor. Dünya'nın yok olması kara mizaha, hayat, evren ve her şey hakkındaki sorunun cevabının 42 çıkması absürd mizaha ve bilimkurgu külliyatıyla yer yer dalga geçilmesi de parodiye ulaştırıyor bizi. Filmin baştan sona İngiliz mizahının bir ürünü olması da 'Bir Otostopçunun Galaksi Rehberi'nin karma bir komedi (bilimkurgu\komedi diyelim) filmi olduğunu gösteriyor. 

Bornozuyla gezegenler arası yolculuk yapan bir adam, kaçık bir Galaksi başkanı, bunalıma girmiş bir robot ve havlusunu yanından eksik etmeyen bir uzaylı otostopçu gibi sayısız garip karaktere sahip bir film bu. Filmin henüz ilk dakikalarında Yunuslar hakkında öğrendiğimiz gerçeklerle (!) absürtlükte sınır tanımayacağının da sinyallerini veren yönetmen Garth Jennigs, bu ve bunun gibi türlü garip fikri romanın hayranlarını üzmeyeceğini düşündüğüm bir üslupla ele almış. "Pek çok ırk bir Tanrı tarafından yaratıldığına inanır" söylemine karşın özellikle dünyanın yaratılma aşamasında Tanrı'yı yok sayan ve o bilgeliği yaratılmış olanlara bahşeden 'Bir Otostopçunun Galaksi Rehberi', mizahın arkasına sığınarak herhangi bir açıklama hatta ima yapma gereği bile duymuyor. Bu noktada gerek yazar Douglas Adams'ın gerekse de yönetmenimizin olanların nasıl mümkün olduğunu sorgulamamızı istemediklerini, yalnızca bu fantastik, komik ve benzersiz maceraya kapılıp gitmemizi arzuladıklarını düşünmek kalıyor bize de.

Bu öyle bir hikaye ki, galaksideki tüm bilgilerin panik yapmamanızı öğütleyen elektronik bir kitapçığa sığdırıldığı, üzerine gittiği tüm meseleleri alaya almaktan çekinmeyen, kainatı kendi yasalarıyla biçimlendirecek kadar cesur ve yaratıcılıkta sınır tanımayan bir bilimkurgu. Haddini de biliyor. 7.4\10

2 Nisan 2016

Elm Sokağında Kâbus’un bilimkurgu şubesi: Dreamscape


80’li yıllarda bugün hepimizin iyi bildiği bilimkurgu klasiklerinin yanında adından pek söz ettirememiş filmler de üretildi. Avrupa sinemasından çıkan önemli örneklerin dışında Hollywood mahsulü olmasına karşın önemsenmemiş bilimkurgular da üretildi. Dennis Quaid, Max von Sydow ve Christopher Plummer’lı kadrosuyla dikkat çeken Dreamscape de bunlardan biriydi. Dönemi 80’li yılları ve ana temasını hesaba katarsak öncü nitelemesini sonuna kadar hak ettiğini söyleyebileceğimiz bir bilimkurgu Dreamscape.

Joseph Ruben’in yönetmen koltuğunda oturduğu Dreamscape, rüyalarımızı mesken ediniyor. 2000’li yıllarda The Cell, Paprika ve Inception gibi birbirinden başarılı bilimkurgularda bilinçaltının dehlizlerinde gezindik. Başka birinin rüyasına girmek veya ortak bir rüyayı paylaşmak artık aşina olduğumuz bir durum. Dreamscape’in 80’lerin ilk yarısında rüyalarımızı bilimkurguya açması ise o gün için tür açısından yenilikçi bir girişimdi. Rüyalarımız daha doğrusu kâbuslarımız bilimkurgudan ziyade korku sinemasını yakından ilgilendiriyor. Özellikle de Wes Craven klasiği A Nightmare on Elm Street’te Freddy Krueger’ın gençlerin kâbuslarına konuk olup onları en savunmasız oldukları anlarda avlaması ve rüyada ölenin gerçek hayatta da ölmesiyle sürrealist bir yapı kurulmuştu. İşin ilginç kısmı ise aynı formülü çok daha farklı bir olay örgüsünde gördüğümüz Dreamscape’in, A Nightmare on Elm Street’ten birkaç ay önce vizyona girmiş olması. Eğer filmler 1 yıl kadar bir zaman aralığıyla vizyona girmiş olsa fikir hırsızlığından bahsedebilirdik. Bu durum Dreamscape’in değerini anlamak için önemli olduğundan bahsetmeden geçmek istemedim.

Hükümetin gizlice yürüttüğü bilimsel bir projeyi konu edinen filmde, telepati yeteneği olan üç telepatın, kâbuslarından kurtulmak isteyen insanların rüyalarına girmesi, onlara yardımcı olmaya çalışması ve de ortaya çıkan deneyimin bilim adamları tarafından değerlendirilmesi söz konusu. Bilim insanlarının cephesinden baktığımızda bilimde yeni ufuklara yelken açma arzusu var. Ancak işin içinde Amerikan hükümeti ve gizli emelleri girdiğinde film de komploların, entrikaların döndüğü bir zemine çekiliyor. Dreamscape, bir kâbusla açılıyor. Bu kâbusu görenin Amerikan Başkanı olduğunu anlıyoruz. Telepatik güçleri olan ana karakterimizin hükümetin projesine dâhil olmasına paralel olarak başkanın kâbuslarına ortak olmaya devam ediyoruz. Filmin ana meselesinin gittikçe kötüleşen kâbuslarında nükleer silahların dünyayı yaşanmaz bir yere çevirdiği gören başkanın, kendisini suçlu ve sorumlu hissetmesi ve bu çılgınlığa bir son verme isteğinin Amerika’nın dış politikası ve emellerine ters düşmesi olduğu söylenebilir. Filmin, 80’li yıllarda Amerika-Rusya arasında imzalanmasına ramak kalan nükleer silahsızlanma antlaşmasını işlemesi de döneminin nabzını iyi tuttuğunun bir göstergesi denilebilir.

Telepatik gücü olan karakteri, bilinçaltı bilimkurgusuna transfer eden film, politik gerilime de göz kırparak türsel açıdan bir hayli ilginç bir noktada duruyor. Kâbus sahnelerinin genel olarak oldukça başarılı çekildiğini söyleyebileceğimiz Dreamscape’in kısıtlı bütçe sebebiyle görsel efektlerinin fazlasıyla eski durduğu da bir gerçek. Yönetmen Ruben’in yetenekleri sınırlı bir isim oluşu elbette filmin koşmasına imkân vermiyor. Ama yine de dozunda kullandığı mizahı, kâbusları bir korku öğesi olarak kullanmadaki üstün başarısı bilinçaltı bilimkurgularının ilk örneklerinden oluşuyla oldukça kıymetli bir film olduğunu düşünüyorum Dreamscape’in. Bilimsel açıdan meselesini derinleştirmemesini eleştirebiliriz ama bilinçaltını korkuya yakın duran bir anlayışla ele alması bir tercih olduğu ve iyi de kotarıldığı için filmin bir artısı olarak görebiliriz.