80’li yıllarda bugün hepimizin iyi bildiği bilimkurgu klasiklerinin yanında adından pek söz ettirememiş filmler de üretildi. Avrupa sinemasından çıkan önemli örneklerin dışında Hollywood mahsulü olmasına karşın önemsenmemiş bilimkurgular da üretildi. Dennis Quaid, Max von Sydow ve Christopher Plummer’lı kadrosuyla dikkat çeken Dreamscape de bunlardan biriydi. Dönemi 80’li yılları ve ana temasını hesaba katarsak öncü nitelemesini sonuna kadar hak ettiğini söyleyebileceğimiz bir bilimkurgu Dreamscape.
Joseph Ruben’in yönetmen koltuğunda oturduğu Dreamscape, rüyalarımızı mesken ediniyor. 2000’li yıllarda The Cell, Paprika ve Inception gibi birbirinden başarılı bilimkurgularda bilinçaltının dehlizlerinde gezindik. Başka birinin rüyasına girmek veya ortak bir rüyayı paylaşmak artık aşina olduğumuz bir durum. Dreamscape’in 80’lerin ilk yarısında rüyalarımızı bilimkurguya açması ise o gün için tür açısından yenilikçi bir girişimdi. Rüyalarımız daha doğrusu kâbuslarımız bilimkurgudan ziyade korku sinemasını yakından ilgilendiriyor. Özellikle de Wes Craven klasiği A Nightmare on Elm Street’te Freddy Krueger’ın gençlerin kâbuslarına konuk olup onları en savunmasız oldukları anlarda avlaması ve rüyada ölenin gerçek hayatta da ölmesiyle sürrealist bir yapı kurulmuştu. İşin ilginç kısmı ise aynı formülü çok daha farklı bir olay örgüsünde gördüğümüz Dreamscape’in, A Nightmare on Elm Street’ten birkaç ay önce vizyona girmiş olması. Eğer filmler 1 yıl kadar bir zaman aralığıyla vizyona girmiş olsa fikir hırsızlığından bahsedebilirdik. Bu durum Dreamscape’in değerini anlamak için önemli olduğundan bahsetmeden geçmek istemedim.
Hükümetin gizlice yürüttüğü bilimsel bir projeyi konu edinen filmde, telepati yeteneği olan üç telepatın, kâbuslarından kurtulmak isteyen insanların rüyalarına girmesi, onlara yardımcı olmaya çalışması ve de ortaya çıkan deneyimin bilim adamları tarafından değerlendirilmesi söz konusu. Bilim insanlarının cephesinden baktığımızda bilimde yeni ufuklara yelken açma arzusu var. Ancak işin içinde Amerikan hükümeti ve gizli emelleri girdiğinde film de komploların, entrikaların döndüğü bir zemine çekiliyor. Dreamscape, bir kâbusla açılıyor. Bu kâbusu görenin Amerikan Başkanı olduğunu anlıyoruz. Telepatik güçleri olan ana karakterimizin hükümetin projesine dâhil olmasına paralel olarak başkanın kâbuslarına ortak olmaya devam ediyoruz. Filmin ana meselesinin gittikçe kötüleşen kâbuslarında nükleer silahların dünyayı yaşanmaz bir yere çevirdiği gören başkanın, kendisini suçlu ve sorumlu hissetmesi ve bu çılgınlığa bir son verme isteğinin Amerika’nın dış politikası ve emellerine ters düşmesi olduğu söylenebilir. Filmin, 80’li yıllarda Amerika-Rusya arasında imzalanmasına ramak kalan nükleer silahsızlanma antlaşmasını işlemesi de döneminin nabzını iyi tuttuğunun bir göstergesi denilebilir.
Telepatik gücü olan karakteri, bilinçaltı bilimkurgusuna transfer eden film, politik gerilime de göz kırparak türsel açıdan bir hayli ilginç bir noktada duruyor. Kâbus sahnelerinin genel olarak oldukça başarılı çekildiğini söyleyebileceğimiz Dreamscape’in kısıtlı bütçe sebebiyle görsel efektlerinin fazlasıyla eski durduğu da bir gerçek. Yönetmen Ruben’in yetenekleri sınırlı bir isim oluşu elbette filmin koşmasına imkân vermiyor. Ama yine de dozunda kullandığı mizahı, kâbusları bir korku öğesi olarak kullanmadaki üstün başarısı bilinçaltı bilimkurgularının ilk örneklerinden oluşuyla oldukça kıymetli bir film olduğunu düşünüyorum Dreamscape’in. Bilimsel açıdan meselesini derinleştirmemesini eleştirebiliriz ama bilinçaltını korkuya yakın duran bir anlayışla ele alması bir tercih olduğu ve iyi de kotarıldığı için filmin bir artısı olarak görebiliriz.