31 Mayıs 2016

İskenderiye ‘Feneri’ Hypatia: Agora


Gerilim yaratmadaki üstün hüneriyle yıldızı parlayan İspanyol sinemacı Alejandro Amenabar, artık Hollywood için film üreten bir yönetmen. Son filmi Regression ile belli oranda hayal kırıklığı yaratan Amenabar’ın bir önceki çalışması Agora ise yönetmenin sinemasında yeni ufuklara yelken açma düşüncesinin bir sonucuydu denilebilir. Yunan filozof, matematikçi ve astronom Hypatia’yı merkezine alan film, 4. yüzyıl sonları ve 5. yüzyılda İskenderiye’deki din savaşlarını da ele alarak iki koldan ilerleyen bir tarihi drama.

Çağının tek bilim kadını olarak bilinen Hypatia’yı Agora’da felsefeden ziyade astronomi çalışmalarıyla öne çıkartılıyor. Dünyayı, evreni ve evrendeki yerimizi sorgulayan, öğrencilerine sorgulatan Hypatia, o günün İskenderiye’sinde saygı duyulan ve düşüncelerine değer verilen önemli bir figür. Baştan sona din savaşlarına mercek tutulan bir filmde, bir bilim insanını ana karakter olarak seçilmesini garipseyenler olabilir ancak Hypatia’nın o günün İskenderiye’sinde vali ile beraber olayların göbeğinde olduğu biliniyor. Dünyanın evrenin merkezinde olduğunun sanıldığı bir dönemde, gerçeği arayarak hayatını anlamlandırmaya çalışan Hypatia, erkeklerin dünyasında ve dinin belirleyici olduğu bir çağda, tanrısız bir kadın olarak doğru bildiğini sonuna kadar savunuyor. Onun trajik sonunu da hesaba katarsak bu hikâyenin olmazsa olmaz bir parçası olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Roma’nın Hıristiyanlığı kabul etmesinden bir müddet sonra, eyaleti İskenderiye’deki sancılı değişimi perdeye taşıyan Agora, hoşgörüsüzlüğe ve cehalete vurgu yapıyor. Film, Pagan Roma’nın Hıristiyanlara olan katı tutumun ve uyguladığı orantısız şiddetin, gün gelip de Hıristiyanlığı kabul eden Roma’nın paganlara uygulamasını eleştiriyor. Zulüm gören Hıristiyanların, zulüm edene dönüşmesi, Hıristiyan-Pagan savaşının Hıristiyan-Yahudi savaşı biçiminde devam etmesi, hoşgörüsüzlüğün, bağnazlığın ve toplumların din algısının bir sonucudur diyor film. Bununla birlikte siyasetin, iktidar mücadelesinin dini nasıl yozlaştırdığını, insanları nasıl yanlış yola soktuğunu anlayabiliyoruz.

Amenabar, Paganizm, ateizm ve tek tanrılı dinler arasında bir ayrım yapmıyor. Tüm inançlara eşit mesafede duruyor. Buradan da genel olarak din olgusunu irdelediğini, inanç mekanizmasını anlamaya çalıştığı sonucuna varabiliriz. Zaten yönetmen bilimi her şeyin üzerinde tutarak bir anlamda doğru yolu gösteriyor. Dinin, bilimsel gelişmelerin önünü nasıl tıkadığını Agora’yı izlediğinizde net bir şekilde görebiliyorsunuz. Filmde de yer alan İskenderiye Kütüphanesinin yağmalanması-yakılması sahnesi iyi bir örnek. Çalışmaları ve aykırı düşüncelerinin Hypatia’nın sonunu getirmesini de unutmayalım.

Amenabar, bir yandan toplumların inançlarla birlikte değişen yüzüne ışık tutarken, diğer yandan Hypatia’yı astronomi çalışmaları ve bilgeliğiyle tanıtmaya çalışıyor. Tüm bu hengâmenin içinde Hypatia’nın özel yaşamına da değinilebilmesi filmin bir artısı. Özellikle de Hypatia’nın kölesiyle olan ilişkisi iyi işlenmiş. İskenderiye Kütüphanesinde ders veren Hypatia’nın farklı inançlara sahip öğrencileri arasında ayrım yapmamasının yanı sıra kölesini hakir görmemesi ve onu öğrencilerine alkışlatması erdeminin en bariz göstergesi. Filmde buna benzer birçok ayrıntı var. Dolayısıyla tarihsel gerçekler iyi bir araştırma ve sağduyulu bir senaryo yazım aşamasının sonucunda Agora’da hayat bulmuş dersek yanılmış olmayız. Agora, bir Hypatia biyografisinden çok daha fazlası, hatta daha ziyade bir Roma dönemi tarihsel draması demek daha doğru olacaktır. Agora, iç veya dış mekân fark etmeksizin mimari kullanımıyla göz dolduruyor. Yapıların sahiciliği, heykellerin, kostümlerin ve bu gibi birçok detayın aslına uygunluğu dönemin İskenderiye’sinde olduğumuzu hissetmemizde büyük paya sahip. Amenabar’ın meselesini tarafsızca ele alırken, abartıdan, gösterişten uzak durması ve yalın bir anlatı tutturması filmin başarısında rol oynayan önemli detaylar diye düşünüyorum.

26 Mayıs 2016

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #47 Julia's Eyes


Amerikan korku sinemasının deyim yerindeyse tükenmişlik sendromuna tutulduğu son 10 yılda, İspanyol korku sineması müthiş bir çıkış yakaladı. Bu çıkışta en büyük pay sahibi ise ilk korku filmi El habitante Incierto (2004)’nun ardından Julia’s Eyes (Julia'nın Gözleri) ile geri dönen genç sinemacı Guillem Morales’dir kesinlikle. Filmlerinin senaryolarını da kendisi yazan ve tam bir hâkimiyetle beyazperdeye taşıyan Morales’in kusursuzluğu yakaladığı başyapıtını hala keşfetmemiş olanları düşünerek önermek istedim.

Julia’s Eyes, ana karakterimiz Julia’nın ikiz kardeşinin intihar gibi görünen şüpheli ölümüyle açılıyor. Genetik bir rahatsızlıktan ötürü ikiz kardeşi gibi bir süre sonra kör olacağını bilen Julia’nın kardeşinin cinayete kurban gittiğini düşünerek, ipuçlarının izini sürmesiyle geriliminin son ana dek süreceği korku dolu bir maceraya atılıyoruz. Morales, seyirciyi şüpheye düşürmek, diken üstünde tutmak için öyle yollar deniyor ve bunu öyle başarılı bir biçimde yapıyor ki, hayran olmamak elde değil. Filmin ilk yarısını ve ikinci yarısını yönetmenin denediği farklı korku numaraları ve tarzları sebebiyle ayrı ayrı değerlendirmek gerekiyor. Film temelde psikopat bir katil hikâyesi olmasına karşın, bir korku filminde göremeyeceğiniz kadar zengin detaylar barındırıyor ve asla kendisini tekrar etmiyor. Katili ilk yarıda doğaüstü bir varlığı andırırmışçasına bir karaltı olarak gösteren Morales, seyircinin merak duygusunu kaybetmesine izin vermediği gibi elini açık etmeme hususunda da son derece hünerli. İkinci yarıda Julia’nın görme problemini gerilime hizmet etmesi için kullanan yönetmen, böylece ilk yarı ile ikinci yarı arasında belirgin bir farklılık da yaratmış oluyor. Oyuncu yönetimi ve atmosfer yaratma konusunda da birinci sınıf bir iş çıkartan Morales, Hitchcock referanslarıyla (Rope, Rear Window, Vertigo ve Pyscho) da büyük ustayı ne kadar iyi etüt ettiğini gösterirken, Hitchcock hayranlığının kendisini taklitçi durumuna düşürmesine izin vermiyor.

Toparlarsak, ince ayrıntıları, sürprizleri ve yönetmenlik becerisiyle benzerlerinin yanında ışıl ışıl parlayan bir korku filmi olduğunu söyleyebiliriz Julia’s Eyes’ın. Son 10 yılın en iyi korku filmine kayıtsız kalmayın!

21 Mayıs 2016

Bir başyapıtın doğuşu: The Agony and the Ecstasy


Irving Stone’un Rönesans döneminin büyük heykeltıraş ve ressamı Michelangelo’yu merkezine yerleştirdiği biyografik romanından, başka bir usta olan Carol Reed’in aynı adla sinemaya uyarladığı The Agony and the Ecstasy’nin kimi sorunları olmasına karşın 60’lı yılların kayda değer filmlerinden biri olmayı başardığını söyleyebiliriz. Yazar Stone’un romanı kaleme alırken Michelangelo’nun 500’e yakın mektubundan faydalanması kitabın yanı sıra filmin de değerini artıran bir unsur. Michelangelo’nun Sistine Şapeli’nin tavanına yaptığı fresklerin öyküsünün anlatıldığı eser oldukça ilham verici ve gerçek bir sanat eserinin, major bir başyapıtın hangi şartlarda, nasıl bir motivasyonla doğabileceğini anlatıyor.

Kendisini heykellerine adayan Michelangelo, Papa II. Julius’un buyruğu üzerine Sistine Şapeli’nin tavanını istemeyerek de olsa fresklerle süsleme işini almış ve resimleri dört yılda bitirebilmiştir. Sarsılmaz dini otoritesinin yanında bir komutan gibi ordusunu da yöneten Papa II. Julius’u günümüzdeki papalarla karıştırmamak gerekiyor. Sanata değer veren ve arkasında kendisini hatırlatacak eserler bırakmak isteyen Papa, Michelangelo ile bu dört yıllık zaman zarfı içinde pek çok kez çatışıyor. 500 yıl önce yaşanan bu çatışmanın ve Sistine Şapeli tavan fresklerinin gerçek hikâyesini bazı değişikliklerle okuyucuya ve seyirciye sunan The Agony and the Ecstasy, kurgunun büyüsüne sığınarak sanatı yüceltiyor. Mevcut gerçeklik üzerine yapılan değişikliklerle o sancılı süreç daha etkili bir şekilde sunulabilmiş. Bu muazzam eserinin doğuşu, sanatçının sanatını icra ederken özgürce hareket edebilmesine, doğru bildiği yoldan şaşmamasına ve azmine bağlanıyor. Michelangelo’nun kendisine dikte edilen figürleri çizmek ve belirlenen resim programına bağlı kalmaktansa gemileri yakması ve ancak ilham geldiğinde işe koyulması, ne kadar büyük bir sanatçı olduğunun ve Rönesans’ı Rönesans yapan isimlerden biri olduğunun kurgusal göstergeleri diyebiliriz. Filmi gördüğünüzde Sistine Şapeli’nin tavanını tek başına fresklerle donatmanın ve gerçek bir şaheser çıkarmanın -o günkü şartlar da göz önüne alınırsa- belki de bir insanın yapabileceği en zor iş olduğuna kanaat getireceksiniz. Ve elbette Michelangelo’ya olan hayranlığınız kat be kat artacak.

Usta sinemacı Carol Reed’in filmi Michelangelo’nun eserlerini tanıtarak açması hoş bir fikir gibi görünse de, elinin ayarını kaçırarak, bu açılışı 12 dakikalık bir mini belgesele dönüştürmesini yadırgadım. Bu uzun ve gereksiz açılışla filmi ayrı ayrı değerlendirmek gerekiyor. Bu açılışı, yönetmenin sanatçıyı ve eserlerini bilmeyenler için çektiği çok açık. Ancak filmin zaten böyle bir misyonu var ve bunu da kurgu ile yapması gerekiyor. Ana hikayeye girdiğimizde bunu da başarıyor. Reed, The Agony and the Ecstasy’i bir tarih dersine dönüştürmüyor. Papa ile Michelangelo’nun ilişkisini iyi işliyor. Bu ilişki filmin bel kemiğini oluşturuyor da diyebiliriz. Çünkü iki figür arasındaki sürtüşme yansıtılmamış olsa dramatik açıdan yavan bir film izleyebilirdik. Film, Michelangelo’nun sanata bakışını yansıtırken, figürlerinin çıplaklığını kıyasıya eleştiren din adamlarını topa tutmayı da ihmal etmiyor. 60’lı yılların sanatın öne çıktığı -bu bakımdan türün diğer örneklerinden ayrılıyor- tarihi epiklerinden biri olan bu görkemli yapım, görüntü ve sanat yönetimindeki iyi işçilikle kimi kusurlarını örtüyor. Reed'in filmi kapsamlı bir Michelangelo biyografisi olmasa da sanatçının çok yönlülüğünün ve karakteristik özelliklerinin altını çizmesi sayesinde hedefine ulaşıyor. Sinemanın öğretici kanadına dahil edebileceğimiz The Agony and the Ecstasy’i özellikle türü ve klasik sinemayı sevenler görmeli. 7\10

13 Mayıs 2016

Robert Langdon'ın son macerası: Cehennem


Eserlerini; tarihi, bilimi ve sanatı harmanlayıp, bunu da şifre ve bulmacalarla süsleyerek kurguladığı bir formülün izini sürerek yaratan Dan Brown, kendisine saygınlık ve ün kazandıran “Melekler ve Şeytanlar” ve “Da Vinci Şifresi” romanlarını ana karakteri Robert Langdon'ın yine merkezde olduğu "Kayıp Sembol" ile devam ettirmişti. Yazarın “Cehennem” adını verdiği son eseriyle simgebilim profesörü Robert Langdon kitapları bir dörtlemeye dönüştü. 

Adını, Dante Alighieri’nin üç bölümden oluşan epik şiiri İlahi Komedya’nın ilk kısmı olan Cehennem’den alan roman, küresel felaket senaryosunun tabanına Dante’nin Cehennem’ini yerleştiriyor. Bununla kalmayan Brown, şifreleri sanat eserine yerleştirme düşüncesini bu kez de Dante’nin dizelerinde hayata geçiriyor. Eserin Robert Langdon’ın yeni macerası olması, devam filmlerinde veya kitaplarında olduğu gibi yazarın karakter gelişimine gerek görmeden, doğrudan olaya odaklanmasına ve hızlı bir başlangıç yapmasına sebep olmuş. Hatta bu sefer, olaya A noktasında dahil olmuyoruz. Hastahane odasında yaralı bir şekilde uyanan ve son iki gün neler yaşadığını hatırlayamayan bir Robert Langdon var önümüzde. Langdon’ın hafıza kaybı, nasıl bir belaya bulaştığını bilmemesi, gizem öğesini artıran bir unsur. Bir yandan kendisini öldürmek isteyenlerden kaçan, öte yandan ipuçlarının izini süren Langdon, Floransa’dan Venedik’e, oradan da İstanbul’a uzanan yolculuğunda yine zamana karşı bir yarış veriyor. Dan Brown’ı başarıya götüren faktörlerin başında zaten gerilimi zamana endeksleyerek yaratması geliyor. Çeşitli sanat dallarından ve tarihten yani sanat tarihinden beslenmesi romanlarına öğretici veya bilgilendirici bir nitelik de kazandırıyor. Hikayenin temelinde genetik mühendisliğinin olması ve oradan ulaştığımız nokta da Cehennem'i bir bilimkurgu olarak okumamıza olanak tanıyor.  Yazarın, yazım aşamasına geçmeden yaptığı detaylı araştırmalar, tüm kitaplarında olduğu gibi “Cehennem”de de bilgi bombardımanı biçiminde yerini almış. Bu durum Brown romanlarında genel olarak bir artı olarak yansımasına karşın “Cehennem”de zaman zaman rahatsız edici olabiliyor.

“Cehennem”, Melekler ve Şeytanlar’a daha yakın duran bir roman olmasına karşın, Brown’ın klasik bir son tercih etmemesiyle ondan hızlıca ayrılıyor. Hikayenin yanılsama zinciri biçiminde kurgulanması, son düzlüğe girdiğimizde şaşkınlık ve heyecanı birlikte yaşamamızı sağlamış. Dan Brown’ın “Cehennem”de insanoğlunun geleceğine yönelik oldukça karamsar bir tablo çizdiğini de belirtelim.

“Da Vinci Şifresi” ve “Melekler ve Şeytanlar”ın başarısız sinema uyarlamalarının ardından, gişe başarıları düşünülerek yine Roh Howard’a teslim edilen “Cehennem”den iyi bir film çıkar mı kestirmek zor ama fazla umutlu olduğumu da söyleyemem. Howard bir şekilde türünün en iyi örnekleri arasına alabileceğimiz gerilim romanlarından vasat (Da Vinci Şifresi) ve kötü (Melekler ve Şeytanlar) filmler çıkarmayı başardı! Eğer hatalarından ders çıkarırsa görece daha iyi bir film çıkarabilir “Cehennem”den. Ancak Dan Brown’ın bilgi bombardımanını enfes bir gerilim içinde eritebilmesi, ona has bir yetenek. Ve o yetenek Ron Howard’da yok maalesef… Geçtiğimiz günlerde filmin ilk fragmanı yayınlandı. Yine heyecan dolu ve merak uyandırıcı bir fragman izledik ama önceki uyarlamalar görünüşe aldanmamamız gerektiğini söylüyor.

9 Mayıs 2016

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #46 Capricorn One


Amerika’nın 1969’da Ay’a ayak basıp basmadığına ilişkin lehte ve aleyhte sayısız delil var. Yaklaşık 50 yıldır netlik kazandırılamayan bu olay, Hollywood stüdyolarında mı kurgulanmıştı? O görüntüleri bizzat Stanley Kubrick mi çekmişti? Bu soruların cevaplarını bilemiyoruz ama uzay çağının en büyük komplo teorisinin, 60’ların sonlarında altın dönemini yaşamaya başlayan bilimkurgu sinemasına esin kaynağı olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. 50’li ve 60’lı yıllarda en hararetli dönemini geçiren Soğuk Savaş, bu 20 yıllık süreçte bilimkurgu sinemasını adeta esir alırken, 70’lerde de politik gerilim filmlerinin patlamasına sebep oldu. İşte Peter Hyams’ın yazıp yönettiği Capricorn One da bu komplo teorisini odağına yerleştiren özenli bir bilimkurgu olmasının yanı sıra, politik gerilim olarak da değerlendirilebilecek pek bilinmeyen kıymetli bir film.

Ay‘dan sonra kendisine daha büyük bir hedef koyan NASA’nın Mars’a mürettebatlı bir mekik gönderme ve insanlık namına orayı da fethetme planının, tüm dünyanın -Amerika da dâhil- kurgulanmış bir gerçeklikle kandırıldığı bir sahtekârlığa dönüşmesinin hikâyesi, Ay’a ayak basılıp basılmadığını tekrar sorgulamamıza sebep oluyor. Ayrıca filmin, olayın bir kurgudan ibaret olduğuna yönelik inancın kuvvetlenmesini sağladığını da öne sürebiliriz. Amerika-Rusya arasında önce silahlanma, ardından da uzaya çıkma yarışının temelinde dünyanın hâkim gücü olma politikası yatıyor. Şüphesiz ki bu politikayı benimsediğinizde başarısızlığa tahammülünüz olmayacaktır. Hâkim güç olmasanız da öyleymiş gibi davranmalı ve öyle bir algı yaratmalısınız. Hyams’ın yazdığı senaryoda bundan daha fazlası var elbette. Amerikan Başkanı da dâhil devletin en üst kademelerinin ülke çıkarları (!) adına oyuna getirilmesi mevzubahis. 

Capricorn One, şaşırtıcı komplosunu ağır ağır ören bir film ancak bu ağırlık aleyhine işlemiyor. Hikâyenin bilimkurgu ayağını bir kenara koyarsak, filmi dönemin klasik politik gerilimlerinden ayıramayız. Bir gazetecinin şüphelenerek olayın üzerine gitmesi, filmin ikinci yarısında gerilimin tırmanmasını sağlıyor. Gazetecinin hayatını tehlikeye atmasının yanında olayın bir de Mars yolculuğuna çıkartılmayan ve gözetim altında tutulan üç astronot kısmı var. Astronotların yaşadıkları ikilem ve içine çekildikleri kirli oyun karşısındaki tavırları, dramatik açıdan filmi sırtlıyor. Capricorn One’dan şöyle bir cümle çıkarabiliriz: “Asla geri dönemeyeceğiniz bir yalan söylediğinizde, o yalanı sürdürmek adına daha büyük yalanlar söylemek zorunda kalırsınız.” Filmin keyfini kaçırmamak için içeriğinden fazla bahsetmek istemiyorum. Türü seviyorsanız memnun kalacaksınız. Film, hikayenin yüksek potansiyelinin hakkını veremese de iyi yazılmış, iyi yönetilmiş bir 70’ler bilimkurgusu olarak ilgiyi hak ediyor.

4 Mayıs 2016

Akılsız Tanrı’nın işleri: A Brand New Testament


Mr. Nobody ile tanıdığımız Belçikalı yönetmen Jaco Van Dormael, Altın Küre Ödülleri’nde Yabancı Dilde En İyi Film kategorisinde yarışan yeni filmiyle karşımızda. Dormael’in kısıtlı da olsa ülkemizde vizyona girme şansı bulan ve kült olmaya aday yeni çalışması A Brand New Testament (Yeni Ahit), sınırsız bir hayal gücünün ürünü. 

İnsanoğlu sanatlar aracılığıyla bir yandan kendisini tanrılaştırırken, diğer yandan tanrıyı insanlaştırma eğilimini sürdürüyor. Pasolini’nin Teorema’sı, Jim Carrey’nin Bruce Almighty (Aman Tanrım!)’si gibi tanrının insan bedeninde hayat bulduğu filmlerin son halkası A Brand New Testamant oldu. Bu düşünceyi Tanrı’nın insanı kendi suretinde yaratmış olmasına dayandırabiliriz. Daha derine indiğimizde ise insanoğlunun Tanrı ile iletişim kurma arzusunu onu görme ve varlığından kati bir şekilde emin olma isteğini görürüz. Bu düşüncenin sinemada çoğunlukla komedi şeklinde tezahür ettiğini söyleyebiliriz. Dormael’in filmi de bu alanda bugüne kadar karşımıza çıkan en cesur iş. Yönetmenin hikâyesini bir fantastik komedi olarak tasarlaması, kendine ait yepyeni bir dünya yaratmasını sağlamış. Dormael, yarattığı dünyanın tanrısı olduğu için kuralları kendisi koyuyor ve seyircinin bu kuralları sorgulamasına imkân vermiyor. Kuralları sorgulayamasak da sebeplerini irdeleyebiliyoruz.

Dormael’in yarattığı Tanrı, bugüne kadar gördüklerimizin epey farklı bir figür. Bilge değil, adaletli değil, sevecen değil… Tanrı’yı yetersiz, içi nefret dolu bir diktatör olarak çizen yönetmen, onu insana özgü kötü niteliklerle donatmış. Özgünlük, farklılık ve kendini sanatın sınırsızlığına bırakmak bu durumu bir yere kadar açıklıyor açıklamasına ancak böyle bir Tanrı temsilinin altında başka sebepler olmalı. Yaşadığımız dünyanın gerçekliğinde cinayetlerin, tecavüzlerin, katliamların artarak sürmesi, adalet mekanizmasının işlememesi, kötülüklerin cezasız kalması ve tüm olup bitenlere Tanrı’nın duyarsız kalması, daha doğrusu olup bitenden Tanrı’nın sorumlu olması, onun iyi bir varlık olamayacağı fikrini doğurmuş olmalı. Ya da belki de hiç var olmadığını… Yönetmene göre insanın var oluşu Tanrı’nın can sıkıntısına bir son verme çabasının bir ürünü. Ve eğer istemiş olsa Tanrı’nın dünyayı bir cennet bahçesi biçiminde yaratabileceği fikrini de dile getiren Dormael, “Tanrı adil olmadığı gibi bencil ve kötüdür” diyor ve kendi yarattığı dünyada adaletin tecelli etmesi için elinden geleni yapıyor.

A Brand New Testament, her ne kadar bir komedi olsa da, her esprinin altında bir gerçek yatar sözünün bu film için de geçerli olduğunu öne sürebiliriz. Filmin tamamının teolojik bir taşlama olduğunu, Dormael’in Tanrı’yı ve dinleri olabilecek en tatlı dille yerdiğini, yarattığı alternatif dünyada kötülüğün sebebi olarak gördüğü Tanrı’yı cezalandırdığını düşünüyorum. Zira filmde şöyle bir cümle kuruyor yönetmen: “Hayatımı mahvettiği gibi hayatını mahvedeceğim.” Bir ateist olan Dormael, Tanrı’nın var olduğuna yönelik inancın dünyayı batağa sürüklediğine inanıyor ve eğer o olmasaydı yaşadığımız gezegeni cennete dönüştürebilirdik demeye getiriyor. Film, “Dünya, insanlık için nasıl daha yaşanabilir bir yer olurdu?” sorusuna mevcut dinlerin ama özellikle de İncil’in yetersizliğinden dem vurarak cevap arıyor. Kadınları işaret eden Dormael, cevabı erkek egemen dünya düzenine -Tanrı’nın erkek olarak tasvir edilmesi de var- dokundurarak veriyor.

Özellikle ilk 15 dakikalık dilimde seyircisinin ağzını açık bıraktıracak bir tablo çizen A Brand New Testament’ta Tanrı’nın kimsenin varlığından haberinin olmadığı küçük kızının hikâyesini anlatmaya başlamasıyla Yeni Ahit’in nasıl doğduğunu öğreniyoruz. Öyküsünü “Tanrı var ve Brüksel’de yaşıyor.” cümlesiyle anlatmaya başlayan Ea’nın amacı dünyayı daha yaşanılabilir bir yere dönüştürmek. Onun hapis hayatı yaşadığı evden kaçması ve Brüksel’e adım atmasıyla başlayan maceramız, aşkın, dostluğun, hayatın anlamının karakterlerimizce keşfedilmesiyle devam ediyor. Amelie’yi izleyen herkesin fark ettiği gibi A Brand New Testament da benzer bir anlatı ve tarz tutturuyor. Açıkçası filmin özgün olamadığı tek alan da burası. Böyle bir dünya yaratıp, o dünyayı kendine has bir dille anlatamamak filmin en belirgin eksiği bana kalırsa. Filmin fantastik dünyasında yer bulan absürtlüğün ise biraz daha üzerine gidilebilirmiş.

Son söz: Damakta nefis bir tat bırakan finaliyle bir kendini iyi hisset filmine dönüşen A Brand New Testament, yılın ıskalanmaması gereken filmlerinden. 8\10

1 Mayıs 2016

Kuyruklu yalan tamlaması: The Invention of Lying


İnsanoğlunun yalan söyleme becerisine sahip olmadığı bir dünya düşleyen Ricky Gervais ve Matthew Robinson, The Invention of Lying’i birlikte yazıp yönetmişler. İkilinin, günün birinde sıradan bir adamın tesadüfen yalanı icat etmesiyle dünyanın bir anda nasıl değişebileceğini esprili bir dille anlattığı filmin, komedi adına son yılların en başarılı işlerinden biri olduğu kanısındayım.

İnsanların düşündükleri şeyleri bir çırpıda, sonunun nereye varacağını hiç düşünmeden söyleyiverdikleri The Invention of Lying’in dünyası fazlasıyla dürüst, dobra ve de sıkıcı. Neden sıkıcı çünkü yalan söyleme yeteneği olmayan insanoğlunun gerçeklerle sınırlı bir dünyası var. Dolayısıyla da hayal dünyaları gelişmemiş. Bunun en bariz sonucu ise sanatın gelişmemesi ve kurgunun bilinmemesi. Filmde ana karakterimiz işinden kovulmak üzere olduğunu bilen, ezik ve biraz da şişko bir adam: Mark Bellison. Bir senarist olan Bellison hayatındaki zorluklarla boğuştuğu bir sırada yalanı keşfediyor. Önce kendi dünyasını, sonra da tüm dünyayı değiştiriyor. Yalanın icadı birçok şeyin icadı anlamına geliyor kuşkusuz. Bunların başında da Tanrı ve din geliyor. Gervais ve Robinson’un kurguladıkları dünyada insanoğlu öldüğünde bir hiç olacağına kati bir şekilde inanıyor. Tanrı hiç var olmamış ve dünyaya müdahale etmemiş. İşte bu noktada yazar ve yönetmenlerimiz ateist bakış açısıyla Tanrı’ya dinlere ve inanç kavramına keskin bir eleştiri getiriyorlar. Tanrı’nın en büyük yalan olduğunu dile getiren film, modern dünyada cennet-cehennem kavramıyla ilk tanışmanın ve ölüm sonrasında sonsuz bir yaşama kavuşma fikrinin insan üzerinde bırakacağı olası etkileri irdeliyor. Elbette The Invention of Lying’in dünyasında her yol mizaha çıkıyor ve o amaca hizmet ediyor. Bu sebeple katılsanız da katılmasanız da filme hoşgörüyle yaklaşmak zorundasınız diye düşünüyorum.

Herkesin sadece ve sadece gerçekleri söylediği bir dünyada yalan söylediğinizde -hem de bu yalan ne kadar uçuk olursa olsun- gerçek olarak algılanması ve sorgulanmadan kabul edilmesi insanoğlunun zekâ seviyesinin düşük olduğunun açık bir göstergesi. Yalan söyleme refleksinin gelişmemesi insanın evrimini tamamlayamaması anlamına geliyor. Bunu da açarsak, yalan söylemek başka bir şey, bir konuda düşünceyi beyan etmemek, yani yorum yapmamak başka bir şey. Filmde yalan söylemeyi bilmeyen insanın doğruyu söylemeye ve hatta içinden geçen herhangi bir şeyi doğrudan söylemeye koşullandığını görüyoruz. Filmi tam da bu noktadan vurmaya, eleştirmeye çalışanlar yanılıyorlar. Gervais ve Robinson, yalanın olmadığı bir dünyanın nasıl olabileceği üzerine zihin jimnastiği yaparken, yalan söyleyememenin yan etkileri olabileceği fikrini öne sürüyorlar. The Invention of Lying, beyaz yalanlara övgü düzerken, dürüstlüğün önemini de vurguluyor. İnsanlara umut aşılaması babında filmin yalana sahip çıkmasının eleştirilmesini çok doğru bulmuyorum. Yalansız bir dünya tatsız tuzsuz bir yemeğe benzer. Tabii burada yalanı tüm kapsayıcılığıyla gerçek olmayan şeylerin bütünü olarak düşünmeliyiz. Gerçekte olmayan karakterler, olaylar ve hikâyeler yaratarak insanları mutlu etmek. Film zaten kendinize şu soruyu da sormanıza sağlıyor: “Yalansız bir dünyada yaşamak ister miydiniz?” Eminim birçoğumuz en acıtıcı gerçeklerin hunharca yüzünüze vurulduğu bir dünyada yaşamak istemezdi.

Filmin belki de en parlak anları Mark Bellison’ın 10 emri halka açıkladığı bölüm. Harikalar yaratan Gervais ve Robinson, seyircilerini espri bombardımanına tutuyor. Ancak The Invention of Lying’i günümüzün klasiklerinden biri olmaktan alıkoyan bazı olumsuz özellikleri var. Bunların başında da filmin sonlara doğru kendisini romantik komedi sularına teslim etmesi geliyor. Evet, film Mark Bellison’un hoşlandığı kadınla birlikte olabilme çabasıyla açılıyor ama ana fikri üzerine gittikçe doyumsuz bir komediye dönüşüyor. Yarattığı özgün dünya, aynı derece özgün bir sonu hak ediyor. Yönetmenlerimiz, karakterlerimizin ilişkisinin nereye varacağını üzerinden tahmin edilebilir bir final düşünmüşler. Bu zayıf finalin seyircinin beklentileriyle örtüşmediği bir gerçek. Zaten seyircinin genel tatminsizliğinin başka bir açıklaması da olamaz.

Son söz: Böyle zekâ dolu komedilere pek sık rastlayamadığımız bir gerçek. 8/10