28 Şubat 2017

Neden overrated, neden underrated?


Overrated - The Social Network

Vizyona girdiği yıl epey fırtına koparmış ve En İyi Film ve Yönetmen dahil birçok dalda Oscar adaylığı elde etmiş ve gerek seyirci gerekse de eleştirmen cephesinde takdirle karşılanmış bir film, “nasıl overrated olabilir” dediğinize bahse girerim. Öncelikle şunu belirteyim: bir David Fincher hayranı olarak The Social Network’ü ilk izlediğimde takdir etmiş ama öte yandan yükselen beklentiler sebebiyle hayal kırıklığı olarak değerlendirmiştim. 5 yıl sonra filmi tekrar gördüm ve düşüncelerim değişmedi. Evet, Facebook’un ortaya çıkış hikayesinden ilgiye değer bir film çıkarmasını bildi Fincher. Filmin Mark Zuckerberg’e açılan iki tazminat davası üzerinden yürümesi, geri dönüşlerle o noktaya nasıl gelindiğini anlatması, hikaye kurgusu açısından iyi bir tercih denilebilir. Ancak Harvard’lı genç bir bilgisayar programcısının, 25 milyar dolarlık bir şirketin CEO’suna dönüşme hikayesini, tazminat davalarının taraflarca görüşüldüğü an üzerinden ele alınmasının seyirci açısından heyecan verici bir tarafı yok bana kalırsa. Fincher, Zuckerberg’in işinde yükseldikçe yalnızlaşması durumunu finalde vurguluyor ama aslında bir fırsat kaçırdığı söylenebilir. Aaron Sorkin’in akademi ödülüne layık görülen senaryosuna lafımız yok elbette ama zaten filmin sorunu senaryosu değil. Filmin sorunu Facebook fenomeninin ortaya çıkış sürecinin çok da dişe dokunur bir hikaye olmaması. Yani Facebook ve kurucusunun hikayesinden ancak bu çapta başarılı bir film çıkarılabilirdi. Evet, Fincher’ı takdir edelim ama The Social Network’ün bir başyapıt olmadığı gibi o seviyelerde gezinen bir film olmadığı gerçeğini de kabul edelim. Dolayısıyla neden overrated sorusunun cevabı da filmin başyapıt muamelesi görmesidir. Benim notum 7

Underrated - Femme Fatale

Gerilimin büyük ustalarından Brian De Palma’nın 2000’li yıllardaki performansına baktığımızda genel olarak potansiyelinin çok altında filmlere imza attığını söyleyebiliriz. Ancak ilginçtir ki üstadın kariyerinin en iyi 5 filminden biri olarak gösterebileceğimiz ustalık eseri de bu dönemde geldi: Femme Fatale… De Palma’nın 1992’den bu yana senaryosunu da yazdığı ilk film olma özelliğini taşıyan yapım, şaşırtıcı hikaye kurgusuyla benim gibi yönetmenin sıkı hayranlarının aklını başından alan bir Neo Noir. Neden underrated? Çünkü genel seyirci kitlesi ve sinefillerin pek yüz vermediği bir film Femme Fatale. Ve çünkü bir başyapıttır benim gözümde. Şimdi neden öyle olduğunu açalım. De Palma, hayatta ikinci şansı elde etmek ve kaderimizi değiştirip değiştiremeyeceğimiz, bunun bizim elimizde olup olmadığı sorusundan yola çıkarak, sinemasının tüm özelliklerini net biçimde görebileceğimiz bir film kotarmıştır. Femme Fatale’da slow motion gerilim sahneleri, tekrarlanan sahneler ve ekran bölmeleriyle biçimsel olarak harikalar yaratan bir De Palma var. Yönetmenlik sanatı adına birinci sınıf bir iş ortaya koyan De Palma’nın görsel olarak da doygunluk yaratan filmlerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Bir De Palma filminden ne beklersiniz? Bu soruya vereceğiniz cevap yönetmeni ne kadar sevdiğinizle doğrudan ilintili. Rebecca Romijin’in unutulmaz Femme Fatale karakteriyle deyim yerindeyse şov yapmasının yanında De Palma’nın kara film janrı içinde Femme Fatale karakterine getirdiği yeni yorum alkışı hak ediyordu. Kısacası yönetmenin stiliyle damgasını vurduğu Femme Fatale 2000’li yılların en underrated filmlerinin başında geliyor. Özetle stiliyle öne çıktığı için pek yüz bulamadı ve bu da onu underrated yapıyor.

21 Şubat 2017

Willy Wonka & Chocolate Factory vs. Charlie and the Chocolate Factory


Roald Dahl’ın 1964’te yayımlanan ve kısa zamanda dünya çapında bir popülerlik kazanan çocuk kitabı Charlie and the Chocolate Factory (Charlie’nin Çikolata Fabrikası), 1971’de Mel Stuart’ın kamera arkasına geçtiği ilk sinema uyarlamasına kavuşmuştu. 2000’li yıllara gelindiğinde başarılı bulunan filmin yeniden çekilmesi gündeme geldi. Remake çağında şaşırtıcı bir karar değildi bu. Zaten esas alınan Mel Stuart’ın filmi değil Roald Dahl’ın kitabı oldu. Dahl’ın kurduğu dünyaya yabancı olmayan bir isim olan Tim Burton’ın yönetmen koltuğuna oturduğu proje, ilk uyarlamayı da geride bırakmasını bildi.

* Öncelikle iki filmin de genel olarak kitaba sadık kaldığını söyleyelim. Bu anlamda filmlere baktıp karşılaştırma yaptığınızda hemen hemen aynı sahneleri ve hatta aynı diyalogları görürsünüz. İki uyarlama arasındaki en büyük fark, Burton’ın Willy Wonka için bir geçmiş düşünmesidir. Kitapta olmayan bu detay yeni uyarlamanın hikayeye getirdiği en önemli yenilik kesinlikle. Willy Wonka’nın babasıyla ilişkisi ve çocukluğuna ilişkin detaylar filmin dramatik yapısını güçlendirmiş. Charlie ve ailesinin yoksulluğu üzerinden dramatize edilen hikaye için büyük bir kazanım bu. Willy Wonka’nın geçmişi, karakteri daha iyi anlamamızı sağlarken aile olgusunun finalde anlam kazanmasıyla çocuklar için iyi bir mesaj da verilmiş oluyor.

* 1971 yapımı film ile Burton’ın versiyonu arasındaki bariz farklardan bir diğeri, Burton’ın hikayeyi bir masala dönüştürmesi. Anlatıcı sesin eklenmesi basit bir değişiklik gibi görünmekle birlikte aslında filmin genel havasını büyük oranda değiştirmiş. Hatta yönetmenin finalde kariyerinin en iyisi Edward Scissorhands’e selam çakma fırsatını da kaçırmadığını söyleyebilirim. Orda “neden kar yağar?” sorusu masalsı anlatının bir parçasıydı. Burton’ın finale yapay kar yağdırma gibi detay eklemesi boşuna değil.

* Görsellik ve sanat yönetimi açısından iki filmi keskin bir şekilde ayırabiliriz. Mel Stuart’ın klasiği 70’li yıllar göz önüne alınırsa daha sade, abartıdan uzaktır. Elbette kitaptaki rengarenk dünyayı görselleştirmede prodüksiyon kalitesi elverdiğince iyi bir iş çıkartılmıştır. Burton’ın filmi ise görselliğiyle göz doldurur. Dünya kasvetli bir yer gibi tasvir edilir. Çikolata fabrikasına girdiğimizde ise bizi bir renk cümbüşü bekler. 2000’li yıllar sinema teknolojisi Dahl’ın klasiğini görselleştirmek, daha göz alıcı ve cazip bir dünya yaratma açısından yeni versiyonun işini kolaylaştırmış. Charlie and the Chocolate Factory’nin bir fantastik komedi ürünü olduğunu düşünürsek, kitabı uyarlamak için günümüz sineması daha uygundur. İsabetli bir yeniden yapım kararı diyebiliriz.

* Ve gelelim en önemli detaylardan bir diğerine; Willy Wonka’ya… 1971 yapımında usta komedi oyuncusu Gene Wilder karaktere can verirken, 2005 versiyonunda eksantrik karakterlerin aranan oyuncusu Johnny Depp’i görüyoruz. Wilder genel olarak rolünün hakkını verse de karakterin senaryodan kaynaklı olarak pek de gizemli olduğunu söyleyemeyiz. Depp ise Willy Wonka’ya öyle bir hüviyet kazandırmış ki, filmin en büyük kozuna dönüşmüş bir anda. Daha önce bahsettiğimiz gibi karaktere bir geçmiş yazılması önemli bir ayrıntıydı. Onun dışında Depp’in role kattıkları saymakla bitmez. Makyajla geçirdiği değişim, sesinini inceltmesi, mimikleri ve bakışlarıyla rol için en iyi seçim olduğunu belli ediyor.

* Burton’ın hikayeye kattıkları içinde araya giren şarkıları azaltma kararı doğru bir seçim. Televizyon odası sahnesinde 2001: A Space Odyssey’e yapılan harika saygı duruşu gibi şık düşünülmüş küçük detaylar seyir keyfini iyice yukarı çekiyor 2005 model Charli and the Chocolate Factory’nin. Sonuç olarak iki film de uyarlama olarak başarılı olsa da Burton'ın farkını ortaya koyduğu açıktır. Eğer filmlerin ikisini de görmediyseniz Burton'ın versiyonunu tercih etmenizi öneririm.

18 Şubat 2017

Neruda 10 Mart'ta Vizyonda!


2017 Altın Küre Ödülleri’ne Yabancı Dilde En İyi Film dalında aday olan Neruda, Nobel Edebiyat ödüllü şair Pablo Neruda’nın hayatının en belirleyici dönemlerinden birine odaklanıyor. 1947 yılında Neruda siyasete atılmış ve senatör seçilmiştir. Karısı ile beraber parıltılı bir hayat yaşamaktayken hükümet tarafından ‘hain’ ilan edilince bir gecede kaçak durumuna düşer. Dostlarının tavsiyesiyle ve gizli bir operasyonla gönüllü bir sürgüne yollanır. Acar polis dedektifi Oscar ise, hükümet tarafından dünyaca ünlü şairin peşine düşüp onu yakalamakla görevlendirilir. Çok geçmeden Oscar, Neruda’yı takıntı haline getirecektir. Gael García Bernal’in performansıyla yıldızlaştığı, yönetmenlik koltuğunda Oscar adayı “No”, “The Club” ve “Jackie”nin yönetmeni Pablo Larraín’in oturduğu filmin yapımcılarından biri ise Türk yapımcı Renan Artukmaç. Pedro Almodóvar’ın “bu sene izlediğim en iyi film” dediği Neruda Variety tarafından “büyüleyici derecede yaratıcı” şeklinde niteleniyor.

Yönetmen Pablo Larrain'in düşünceleri

Pablo Neruda, Nobel ödülü aldığında muhteşem bir konuşma hazırlamıştı. Bu konuşmanın bir yerinde -ki filmde de anlatılıyor- kaçak olarak yaşadığı 2 yıla dair “Yaşadım mı, yazdım mı, düşledim mi bilmiyorum” demişti. Bize filmde yarattığımız evrenin kapısını açan buydu.

Neruda filmine yaklaşımım klasik bir biyografi filmi yapmak yönünde değildi. Pablo Neruda’nın hayatını bir kutuya sığdıramazsınız. İmkânsızdır… Bu film, onun evine girmek, oyuncaklarıyla oynamak ve onun rüyalarını düşlemek gibi bir şey. The Beatles hakkında bir film yapmak için The Beatles’ın yazacağı tarzda bir şarkı yaratmaya benziyor! Biz de Neruda’nın yaratacağı bir evren yaratmak istedik sinemasal olarak. Neruda’nın çalışmalarındaki ritmi filmin yapısına taşımaya çalıştım. Onun özellikle az bilinen şiirleri hiddet ve öfke doludur. Bir ritmi, bir hızı vardır. Onun şiirsel ritmini kavrayarak bunu kamera hareketine ve oyuncuların hareket hızlarına yansıtmaya çalıştım. Kamera her karakter ile farklı hızda hareket ediyor. Kağıt üzerinde büyük bir çalışma vardı. Görsel olarak da bu evreni yaratmak için birçok deneme yaptık. Dijital yerine analogu daha çok seviyorum ama bu filmi Red ile çektik. Fakat Tarkovksy’nin de kullandığı 1960’lardan kalma LOMO marka anamorfik mercekleri Red’e taktık. Bu Sovyet lensleri şüphesiz ki böyle bir kamera için yapılmamıştı ve sonuç sıra dışıydı. Hafif çarpıtılmış görüntüler ve normalde asla yakalayamayacağımız bir renk dokusu yakaladık.

Asla şiiri anlamayacak kurmaca dedektifimiz ise bu evrenin içinde kayboldukça şiiri anlamaya başlıyor. Buradaki amaç; gerçek ile kurmacanın, sinemasal şiire dönüşene kadar harmanlaması. Bu film, kurmacanın kendisi hakkında bir film.


15 Şubat 2017

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #59 Freud


Klasik sinemasının ustalarından John Huston’ın az bilinen filmlerinden biri olan Freud: The Secret Passion, Sigmund Freud’un önemli çalışmalarını hayata geçirdiği bir dönemi ele alan başarılı bir biyografik film denemesi. Montgomery Clift’in Freud kompozisyonuyla iyi bir iş çıkarttığı film, bilim insanlarının dahi yeni fikirler, yeni tedavi yöntemleri karşısında ne kadar hoşgörüsüz olabileceğini tarihe tanıklık ederek gösteriyor. Doktorlar arasındaki ego savaşlarının nerelere varabileceğini, bilimsel gelişmenin önünü nasıl tıkayabileceğini net bir şekilde görüyoruz. 19. yüzyılın sonlarına gelinmesine karşın hipnozun bilim camiasında bir tür büyücülük olarak görülmesini, Freud ve çalışma arkadaşı Josef Breuer’in karşılaştıkları zorlukları ve yalnız bırakılmalarını Huston’ın etkili anlatımıyla izliyoruz.

Freud: The Secret Passion’da psikanalizin doğuşuna da tanıklık ettiğimizi söyleyebiliriz. Freud’un hastalarını hipnoz etmeden tedavi edebildiğini fark etmesini ve yeni bir yöntem geliştirmesini, yönetmen Huston yorum katmadan aktarmakla yetiniyor diyebiliriz. The Secret Passion, hikâyesini olabildiğince sade bir biçimde anlatan ve kronolojik ilerleyen bir biyografik film. Huston’ın Freud'un çalışmalarına odaklanması, bunu yaparken Freud’un özel hayatıyla işi arasındaki git gelli durumu aktarması filmin artılarından biri diyebiliriz. Neden artısı çünkü biyografilerde çoğunlukla biri eksik kalır. Özellikle konu edilen bir bilim insanın hayatıysa çoğunlukla özel hayat-iş dengesini sağlamada başarısız olunuyor. Huston elinden geleni yapmış. Denge yakalayamasa da özel hayat-iş arasında doğru seçimi yaptığı için seyircinin beklentilerini karşılayabilmiş.

Filmin en can alıcı kısmı ise Freud’un bir hastasını tedavi etmeye çalışırken, Oidipus Kompleksi adını vereceği psikanalitik teoriyi geliştirmedir. Freud, her çocuğun ilk aşkının karşı cinsteki ebeveyni olduğunu söylüyor. Bu teoriye göre çocuk karşı cinsteki ebeveyni sahiplenirken kendi cinsindeki ebeveyne aksi yönde duygular geliştiriyor. Film, bu noktada Freud’un kendi geçmişine de ışık tutarak, bu teorinin gelişimini hayranlık uyandıracak rüya sahneleri de kullanarak veriyor. Freud’un meslektaşlarının bu teoriye gösterdikleri tepki de görülmeye değer açıkçası. Dünya tarihine baktığımızda, her zaman her alanda yeni ve farklı fikirlerin kolay kolay kabul görmediğini ve bu fikirlerin sahiplerinin de dışlandığını görürüz. Kararı ise zaman verir. Sigmund Freud da buna iyi bir örnektir.

13 Şubat 2017

70. BAFTA Ödülleri


EN İYİ FİLM 
La La Land | Fred Berger, Jordan Horowitz, Marc Platt
EN İYİ YÖNETMEN 
Damien Chazelle | La La Land
EN İYİ ERKEK OYUNCU 
Casey Affleck | Manchester by the Sea
EN İYİ KADIN OYUNCU 
Emma Stone | La La Land
EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU 
Dev Patel | Lion
EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU
Viola Davis | Fences
EN İYİ ÖZGÜN SENARYO 
Manchester by the Sea | Kenneth Lonergan
EN İYİ UYARLAMA SENARYO
Lion | Luke Davies
EN İYİ KURGU 
Hacksaw Ridge | John Gilbert
EN İYİ GÖRÜNTÜ YÖNETİMİ 
La La Land | Linus Sandgren
EN İYİ PRODÜKSİYON TASARIMI 
Fantastic Beasts and Where to Find Them | Stuart Craig, Anna Pinnock
EN İYİ KOSTÜM TASARIMI 
Jackie | Madeline Fontaine
EN İYİ ÖZGÜN MÜZİK 
La La Land | Justin Hurwitz
EN İYİ MAKYAJ & SAÇ
Florence Foster Jenkins | J. Roy Helland, Daniel Phillips
EN İYİ GÖRSEL EFEKT 
The Jungle Book | Robert Legato, Dan Lemmon, Andrew R. Jones, Adam Valdez
EN İYİ SES 
Arrival | Clauda La Haye, Bernard Gariépy Strobly, Sylvain Bellemare
YABANCI DİLDE EN İYİ FİLM 
Son of Saul | László Nemes, Gábor Sipos
EN İYİ ANİMASYON 
Kubo and the Two Strings | Travis Knight
EN İYİ BELGESEL
13th | Ava DuVernay
EN İYİ İNGİLİZ FİLMİ 
I, Daniel Blake | Ken Loach, Rebecca O’Brien, Paul Laverty
EN İYİ İLK FİLM 
Under the Shadow | Babak Anvari, Emily Leo, Oliver Roskill, Lucan Toh
YÜKSELEN YILDIZ ÖDÜLÜ 
Tom Holland
EN İYİ KISA FİLM 
Home
EN İYİ KISA ANİMASYON 
A Love Story

9 Şubat 2017

Gücünü Gerçekliğinden Alan 3 Tv Filmi


Escape from Sobibor

Toplama kampı filmleri Yahudi soykırımı sonrasında sayısız filmle popüler bir alt türe dönüştü. Schindler’s List, Life is Beautiful ve The Great Escape gibi klasikleri bir kenara bırakırsak, Tv filmi olmasının da etkisiyle Escape from Sobibor gibi adı pek duyulmamış Nazi toplama kampı filmleri de çekildi. Nazilerin Doğu Polonya’da kurdukları gizli bir toplama kampı olan Sobibor’da 14 Ekim 1943’de II. Dünya Savaşı’nın en büyük ve başarılı mahkûm ayaklanması yaşandı. Jack Gold’un yönettiği film, bu ayaklanmayı ve toplama kampından kaçışı konu ediniyor. Tv filmi olmasına rağmen prodüksiyon kalitesiyle göz dolduran yapım, duygu sömürüsü yapmıyor ve hikayesini -özellikle son yarım saatlik dilimde- bir macera filmi edasıyla anlatıyor. Alan Arkin ve Rutger Hauer’ın başrollerini üstlendiği Escape from Sabibor, uzun süresini iyi kullanan, heyecan dolu bir film. Hikâyenin gerçek olması filmin etki gücünü artırıyor ve seyirciler olarak ne kadarının gerçek ne kadarının kurgu olduğunu umursamıyoruz. Ne kadar toplama kampı filmi izlemiş olursanız olun, Sobibor’dan kaçışın gerçek hikâyesini izlemeniz gerekiyor.


And the Band Played On

And the Band Played On, Randy Shilts aynı adlı çok satan kitabından Tv’ye uyarlanan başarılı bir film. 80’li yılların başında eşcinsel erkekleri etkileyen öldürücü bir virüs (HIV) saptanır. Daha sonra adına AIDS denecek bir hastalığa sebep olan bu virüsün herkese bulaşabildiği anlaşılır. Ant the Band Playes On, kabaca AIDS hastalığının keşfedilmesini konu ediyor diyebiliriz. Film, kronolojik olarak ilerliyor ve olayı yer yer bir belgesel havasında aktarmasına rağmen seyircisini etkilemeyi başarıyor. Hastalığın eşcinsel erkeklerde ortaya çıkmasının, muhafazakâr Amerikan toplumunda yarattığı etkiyi, ötekileştirilen eşcinsellerin hastalık karşısındaki tutumlarının görsel karşılığını bulmakta zorlanmıyor. Hastalığın uzun bir süre ne olduğunun anlaşılamaması, vakalar üzerinden yürütülen araştırmalarla adım adım sonuca gidilmesi ve bilim dünyasındaki ego savaşları filmi keyifli bir seyirliğe dönüştürüyor. Yönetmen Roger Spottiswoode, çok karakterli bir hikâye anlattığı için karakterlerin özel hayatlarına girmemeye özen gösteriyor. Bu durum karakterlerin derinleştirilememesi anlamına gelse de hikâyenin derli toplu anlatılabilmesi ve hastalığın odak noktasına tutulması filmin amacına ulaşmasını sağlıyor.


Recount

Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimleri, Cumhuriyetçi parti adayı George W. Bush ile Demokrat parti adayı Al Gore arasındaki başkanlık yarışının bir benzerini daha görmedi. Al Gore daha yüksek oy olmasına karşın, seçimin kazananı Bush oldu. Esasında Florida’daki oyların yeniden sayılması ve başkanlık seçiminin mahkemelik olması neticesinde Amerika’nın 43. başkanının kim olduğu uzun bir süre belirlenemedi. Jay Roach’ın yönettiği Recount, bu sancılı süreci Demokratlar ve Cumhuriyetçiler cephesinden bakarak yansıtıyor. Roach, mağdur olduğunu düşündüğü Al Gore’dan yana tavır alsa da haksız sayılmaz. Yönetmen, sonunu bildiğimiz gerçekle değil, o sonucun nasıl ortaya çıktığıyla ilgileniyor. Film bir bakıma belgesel niteliği taşısa da Roach’ın dinamik anlatısı, iyi kurguyla birleşiyor ve seyircinin ilgisini iki saat boyunca ayakta tutmayı başarıyor Recount. Amerikan seçim sistemiyle ilgili pek çok şey öğrenebileceğimiz filmi sistemindeki aksaklıkları, siyasetin kirli yüzünü ve adalet sistemindeki boşlukları göstermesi açısından son derece önemli bir iş olarak görüyorum. Kevin Spacey, Tom Wilkonson, John Hurt ve Laura Dern gibi başarılı isimler de filmden alacağınız keyfi artırıyor.

6 Şubat 2017

36. İstanbul Film Festivali'nden Seçmeler


İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen İstanbul Film Festivali’nin 36.sı için geri sayım başladı. Sinemaseverleri dünya sinemalarından en nitelikli ve başarılı filmler, özel gösterimler, yıldız oyuncular ve usta yönetmenlerle buluşturan festival Nisan ayında izleyicilerle buluşmaya hazırlanıyor. 

36. İstanbul Film Festivali bu yıl da sinemaseverlere en yenilerden klasiklere, usta yönetmenlerin başyapıtlarından yaratıcılığın sınırlarını zorlayan filmlere zengin bir program sunacak. 20’nin üzerinde bölümde yaklaşık 200 filmin yanı sıra ücretsiz olarak gerçekleştirilecek usta sinemacıların katılacağı söyleşi ve atölye çalışmaları, sinema dersleri ve özel etkinlikleriyle festival on bir gün boyunca İstanbul’da sinema dolu günler yaşatacak. 

Olivier Assayas’ın Cannes En İyi Yönetmen Ödüllü son filmi Personal Shopper 

Fransız yönetmen Olivier Assayas’ın başrolü Kristen Stewart’a teslim ettiği son filmi Personal Shopper, dünya prömiyerini Cannes’da Altın Palmiye için yarışarak yaptı. Assayas’a Cannes’da En İyi Yönetmen Ödülü’nü getiren Personal Shopper, ünlüler için özel alışveriş elemanı olarak çalışan bir genç kızın “öte tarafla” irtibat kurmayı takıntı haline getirmesini anlatıyor. Kristen Stewart’ın performansıyla dikkat çeken film bir yanıyla hayalet hikâyesi bir yanıyla da psikolojik gerilim. Kristen Stewart, 2015’te Olivier Assayas’ın önceki filmi Clouds of Sils Maria’daki rolüyle César Ödülü almıştı. 

Avangart sinemanın Şilili ustası Alejandro Jodorowsky’den güzelliğe övgü 

Avangart sinemanın en tanınmış isimlerinden, 87 yaşındaki Şili asıllı Fransız yönetmen Alejandro Jodorowsky’nin son filmi Endless Poetry, büyük ustanın planladığı otobiyografi beşlemesinin ikinci filmi. Serinin ilk filmi olan Gerçeğin Dansı’nın ardından çekilen melankoli, mistisizm, tarot, maskeler, grotesk fikirler ve görüntülerin bir araya geldiği Endless Poetry, “geceyarısı sineması” kavramının yaratıcısı Jodorowsky’nin sözleriyle “hayatını manevi ve sanatsal bir farkındalık yaratmaya adamış bir adamın güzellik arayışına bir övgü”. Dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nde Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde yapan filmde yönetmenin gençliğini oğlu Adan Jodorowsky, babasını da diğer oğlu Brontis Jodorowsky canlandırıyor. Filmin görüntü yönetmenliğini 2004’te İstanbul Film Festivali’nin Sinema Onur Ödülü’nü alan Christopher Doyle üstleniyor. 

Sıradışı sinemacı Ulrich Seidl’dan sıradışı bir Safari filmi 

Avusturya toplumunun en karanlık noktalarını günışığına çıkaran sıra dışı sinemacı Ulrich Seidl’ın önce Venedik, ardından da Toronto film festivallerinde gösterilen son filmi Safari, yine rahatsız edici, yine kışkırtıcı ve şaşırtıcı. 2014’te In the Basement / Bodrumda filmini festivalde izlediğimiz Seidl bu kez de Afrika’ya av amacıyla giden Avrupalı turistleri ve av sürecini tüm vahşetiyle izliyor. Safari bir yanıyla av turizmi gibi tartışmalı bir konuyu ele alırken, Seidl’ın hep yaptığı gibi insan doğasının zihni zorlayan yönlerini da mercek altına alıyor.

Ben Wheatley’den “modern bir 70’ler filmi”: Free Fire 


Brie Larson, Sam Riley, Armie Hammer, Cillian Murphy ve Jack Reynor’ın da dahil olduğu müthiş bir oyuncu kadrosu bulunan Free Fire, dünya prömiyerini Toronto Film Festivali’nde yaptı; İngiltere ve ABD’de gösterime Nisan ayında girecek. İngiltere’nin en özgün yönetmenlerinden Ben Wheatley’nin geçen yıl festivalde de gösterilen Ballard uyarlaması High-Rise / Gökdelen’den sonra çektiği Free Fire, yönetmenin sözleriyle “modern bir 70’ler filmi”. Filmde 12 adam ve bir kadın, korsan bir silah satış anlaşması yapmak üzere Massachusetts’de bir depoda buluşuyor, ancak anlaşma sağlanamayınca silahlar konuşmaya başlıyor. Sayısız kurşunun atıldığı, yavaş çekimde son derece göz alıcı koreografilerin art arda geçtiği, tek mekânda geçen ve komedi ve absürdlüklerle dolu bu alışılmadık aksiyon filminin esin kaynağı sert polisiye filmler: The Asphalt Jungle, The Big Sleep, The Killing, The Big Combo, The Driver, Le Samourai, The Getaway, The French Connection ve daha modern zamanlardan GoodFellas, Casino, Hard Boiled ve Reservoir Dogs." 

David Lynch’in en çok tartışılan ve en az anlaşılan yapıtı Mulholland Drive 4K restore kopyasıyla festivalde  

Hem Cahiers de Cinema’ya hem de BBC Culture anketine göre 2000’li yılların en iyi filmi, Roger Ebert’in “hipnotize edici, gerçeküstü bir rüya manzarası” sözleriyle nitelendirdiği Mulholland Drive, “yeni kara film” türünün en özgün örneklerinden. David Lynch’in en çok tartışılan ve en az anlaşılan yapıtı Mulholland Drive, Nisan ayındaki dünya prömiyerinin hemen ardından festivalde 4K restore kopyasından gösterilecek. Filmin İngiltere’de sinemalarda gösterime girişi, Mayıs ayında Twin Peaks’in dönüşüne denk gelecek. Filmin restorasyon sürecini Lynch şahsen yürüttü. Başrollerinde Naomi Watts, Justin Theroux ile Laura Harring’in yer aldığı, “kült” sıfatını hakkıyla taşıyan bu benzersiz film, Lynch’e Cannes’da En İyi Yönetmen ödülünü, bir de Oscar adaylığı getirdi. 

Bir Tindersticks Projesi: 

Stuart Staples yönetmenliğinde Minute Bodies: The Intimate World of F. Percy Smith 

Müzik tarihinin efsane gruplarından Tindersticks’in son “film & müzik projesi”, dünya prömiyerini Londra Film Festivali’nde yaptı. Yönetmenliğini Tindersticks’in has adamı Stuart Staples’ın üstlendiği Minute Bodies, bilim dünyasında adı saygıyla anılan doğacı, mucit ve belgeselci F. Percy Smith’in 1900’lerin başında çektiği eğitim amaçlı bilim filmlerinden bir kolaj, bir Tindersticks projesi, bir doğa belgeseli, şiirsel bir müzik filmi, aynı zamanda hem bilime hem de film dünyasının gizli köşelerine bir saygı duruşu. Tindersticks’in Thomas Belhom ve Christine Ott ile birlikte bestelediği özgün müziklerle seslendirilen filmin yapımı üç yıl sürdü; müziğin yer aldığı albüm de yıl içinde yayımlanacak. F. Percy Smith’in fotosentez, polenleşme, üreme, bozunma gibi süreçleri hayvanlar ve insanlarda izleyen, çoğu zaman da mikroskop aracılığıyla çekilen zaman atlamalı siyah-beyaz filmlerinin kahramanları sporlar, mikroplar, yapraklar, böcekler, çiçekler ve doğanın bin bir gizemi… Tindersticks 2011 yılında, yine festival kapsamında İstanbul’da bir sine-konser vermişti. 

Rumba’yla kalpleri fetheden komedi ikilisi Fiona Gordon ve Dominique Abel’den Paris güzellemesi: Lost in Paris  

Rumba’yla kalpleri fetheden komedi ikilisi Fiona Gordon ve Dominique Abel, Lost in Paris’te sevilen tarzlarını sürdürüyor ve Fransız sinemasının efsane ismi Emmanuelle Riva ile birlikte yine Buster Keaton, Charlie Chaplin ve Jacques Tati’nin izinden gidiyor. Philadelphia, Mill Valley film festivallerinde izleyici ödülleri alan Lost in Paris, yaşamın mutluluk veren yönlerinin beyazperdeye yansıdığı, rengârenk bir komedi. Fransız Yeni Dalgası’nın unutulmaz filmlerinden Hiroshima mon Amour ve Michael Haneke’nin Amour / Aşk filmlerinin yıldızı Emmanuelle Riva, geçtiğimiz hafta hayatını kaybetmişti. 


5 Şubat 2017

#Oscar2017 - Tahminler


26 Şubat'ta sahiplerini bulacak 89. Oscar Ödülleri gecesinde La La Land rüzgarı esecek ve şahsen ciddi bir sürpriz beklentim de yok. 14 dalda adaylık elde eden La La Land'ın geceyi domine edeceği bir gerçek olsa da çift haneli rakamlara ulaşamayacağını düşünüyorum. La La Land tahminlerime göre 9 dalda ödüle ulaşacak. En İyi Kadın Oyuncu kategorisinde Emma Stone'u şanslı görsem de Natalie Portman gibi güçlü bir rakibi olması filmin bu kategoride fire verilebileceğini düşündürüyor. En İyi Görüntü Yönetimi kategorisi için de benzer şeyler söyleyebiliriz. La La Land en az 7, en fazla 9 dalda ödüle uzanacak gibi görünüyor. Geceye damga vuracağına hiç kuşku yok. Yılın öne çıkan diğer iki filmi Moonlight ve Manchester by the Sea'nin ise en az birer, en fazla da ikişer ödülle geceden mutlu ayrılacaklarını düşünüyorum.

En İyi Film
La La Land
En İyi Yönetmen
Damien Chazelle (La La Land)
En İyi Erkek Oyuncu
Casey Affleck (Manchester by the Sea)
En İyi Kadın Oyuncu
Emma Stone (La La Land)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
Mahershala Ali (Moonlight)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu
Viola Davis (Fences)
En İyi Özgün Senaryo
Manchester by the Sea
En İyi Uyarlama Senaryo
Moonlight
En İyi Kurgu
La La Land
En İyi Görüntü Yönetimi
La La Land
En İyi Prodüksiyon Tasarımı
La La Land
En İyi Kostüm Tasarımı
La La Land
En İyi Özgün Müzik
La La Land
En İyi Şarkı
La La Land
En İyi Ses Kurgusu
Arrival
En İyi Ses Miksajı
Arrival
En İyi Görsel Efekt
Rouge One: A Star Wars Story
Yabancı Dilde En İyi Film
The Salesman
En İyi Animasyon
Zootopia

1 Şubat 2017

2017 yazının heyecanla beklenen 9 filmi


Mayıs ayıyla birlikte bu yazın dev prodüksiyonlarının bir bir vizyona girecek olması sebebiyle kısa kısa düşüncelerimi paylaşmak istedim.

Alien: Covenant 

Prometheus ile Alien evrenini genişleten Ridley Scott, preguel serisini Alien: Covenant ile sürdürüyor. Bizi Prometheus’un 10 yıl sonrasına götürecek olan filmde, Covenant mürettebatının yaşanabilir ve güvenli olduğunu düşündükleri bir gezegen keşfetmeleriyle gelişen olaylar konu ediliyor. Hikâyesiyle klasik bir Alien filminin izini süren Alien: Covenant, ilk fragmanıyla merak uyandırmayı başardı. Prometheus, Alien külliyatı içerisinde farklı bir noktada duruyordu. Covenant ise bu bakımdan bir sürpriz beklemediğimiz klostrofobik gerilim sahneleriyle öne çıkacak bir Alien filmi olacak. Scott'ın yönettiği Alien filmlerinde yaratık uzun bir süre görünmez. Yine öyle olacağını düşünüyorum. İlk fragman kafalarda kimi soru işaretleri bıraksa da beklentiyi yüksek tutmakta bir sakınca yok. Gösterim tarihi: 19 Mayıs


Pirates of Caribbean: Dead Men Tell No Tales

Korsan filmlerine fantastik unsurlar da ekleyerek yeni bir soluk getiren ve büyük bir başarı yakalayan Karayip Korsanları serisi beşinci filmiyle geri dönüyor. Serinin dördüncü filmi On Stranger Tides’ın beklentileri karşılayamaması üzerine işi bu kez daha sıkı tutmuşlar diyebiliriz. Serinin sevilen karakterlerinden Will Turner (Orlando Bloom)’ın dönecek olması ve kötü karakter Kaptan Salazar’ın Javier Bardem’e teslim edilmesi önemli hamleler diyebiliriz. Kısa tutulan ilk fragmanda Kaptan Salazar’ı tanıtmaktan öteye gidilmemiş. Ancak Javier Bardem’in varlığı filmi merak ettirmeyi başardı. Filmin hikâyesi kısaca şöyle: Salazar lanetli gemisiyle şeytan üçgeninden sonunda kurtulmuş ve karşısına çıkan tüm korsanları öldürmeye ant içmiştir. Jack Sparrow’un tek kurtuluş umudu ise sahibine denizlerin kontrolünü veren Poseidon Asası’nı bulmaktır. Dead Men Tell No Tales’de bizi nasıl bir macera bekliyor? Bunu tahmin etmesi zor değil ama Norveçli yönetmenlerimiz Espen Sandberg ile Joachim Ronning’in nasıl bir iş çıkaracaklarını kestirmek hiç kolay değil. Gösterim tarihi: 26 Mayıs


Wonder Woman

Geçtiğimiz yıl Batman v Superman: Dawn of Justice’de ortaya çıkan Wonder Woman, sonunda solo filmine kavuşuyor. Gal Gadot’un Wonder Woman karakteriyle beğeni toplaması, solo filmden beklentilerin artmasına neden oldu. Filmin ilk fragmanı yayınlandığında aksiyonu ve görselliğiyle iyi bir izlenim bıraktığını söyleyebiliriz. Süper kahramanların toplandığı filmlerin bekleneni verememesi, solo filmlere olan ilgiyi arttırdı. Wonder Woman, karakterin hikâyesini baştan anlatacak. Bu bazen bir handikaba dönüşür ama bir ilk film olmasının Wonder Woman’ın lehine işleyeceğini düşünüyorum. Monster (2003) filmiyle iyi bir çıkış yaptıktan sonra sinemaya uzunca bir ara veren Patty Jenkins’in nasıl bir yönetmenlik sergilediğini de bilemiyoruz. Hikâyenin çizgi romanda olduğu gibi II. Dünya Savaşı zamanında mı geçeceği yoksa değiştirilerek I. Dünya Savaşı’na mı taşınacağı şu an için bir soru işareti. Gösterim tarihi: 2 Haziran


The Mummy

Korku sinemasının kült karakterlerinden The Mummy, 1999’da türsel bir değişikliğe gidilerek fantastik bir maceraya adapte edilmiş ve seyirciden aldığı geri dönüşle bir üçlemeye dönüşmüştü. Üçüncü filmin sönük kalması seriye nokta koyulmasına sebep oldu. Ancak bu son, Mumya cephesinde yeni bir sayfa açılması anlamına geliyordu. Görünen o ki, The Mummy, korku klasiği The Mummy filmleriyle, 1999’da başlayan aksiyon dolu Mummy serisinin bir birleşimi olacak. Senarist John Spaihts’in korkutma hususunda iddialı açıklamalar yapadursun filmin fragmanı bizi fiyakalı bir aksiyonun beklediğini söylüyor. Tom Cruise ve Russell Crowe gibi iki starın varlığıyla gişeden zaferle ayrılacağına kesin gözüyle bakabileceğimiz The Mummy, ilginç bir yeniden çevrim olacak. Senarist kimliğiyle saygı duyduğumuz Alex Kurtzman’ın kamera arkasında da iyi bir iş çıkartmasını temenni ediyoruz. Gösterim tarihi: 9 Haziran


Spider-Man: Homecoming

Sam Raimi’nin Spider-Man üçlemesi sonrasında Marc Webb’in yönettiği The Amazing Spider-Man filmleri, gişesiyle yapımcılarını memnun etmesine karşın Spider-Man fanlarının hışmına uğradı. Spider-Man’in 15 yıl gibi kısa bir sürede üç farklı seriyle sinemaya uyarlanması oldukça şaşırtıcı. Gişe potansiyelinin yüksek olması onu vazgeçilmez kılıyor. Homecoming adı verilen yeni serinin başlangıç filminde oldukça genç bir Peter Parker’la karşılaşıyoruz. Tony Stark (Iron Man)’ın varlığı biraz rahatsız edici olsa da, fragmanda gördüğümüz kadarıyla birlikte oldukları sahnelerin mizahi anlamda iyi göründüğünü kabul etmemiz gerekiyor. Tobey Maguire ve Andrew Garfield’in ardından Tom Holland’ın nasıl bir Spider-Man performansı sergileyeceği ise merak konusu. Homecoming’de Spider-Man’in kendisini kanıtlamaya çalışması iyi bir fikir gibi görünse de hikâyenin başa sarılması canınızı sıkabilir. Beklentiyi yüksek tutmamakta fayda var diyelim. Gösterim tarihi: 7 Temmuz


War of the Planet of the Apes

Bilimkurgu klasiği Planet of the Apes’in preguel serisi, üçüncü filmiyle sona ermek üzere. Sinema teknolojisinin 70’lerden bu yana kat ettiği mesafe maymunların oldukça gerçekçi bir biçimde yaratılmasını olanaklı kılıyor. Bu da preguel üçlemesinin en büyük artısı. Klasik seriden beslenen, görselliği ve aksiyonuyla o serinin kimi eksiklerini gideren bu üçleme, seyircisini genel olarak memnun etti denilebilir. Serinin üçüncü filmi War of the Planet of the Apes’te artık kaçınılmaz olan gerçekleşiyor. İnsanoğluyla maymunlar arasındaki savaş, bizleri maymunların hâkim olduğu bir dünyaya sürükleyecek. Elbette bu filmde uzun sekanslarla savaşı izleyeceğiz. Ceaser’ın insanoğlundan intikamını almasına tanık olacağız. Dawn of the Planet of the Apes ile iyi bir iş çıkaran Matt Reeves’in tekrar kamera arkasına geçtiği filmi heyecanla bekliyoruz. Gösterim tarihi: 14 Temmuz


Dunkirk 

Bu yazın en heyecan verici projesi şüphesiz ki Dunkirk ve sebebi de Christopher Nolan… İlk kez bir savaş filmine imza atan Nolan, aynı zamanda ilk kez gerçek bir hikâyeyi de beyazperdeye taşımış olacak. Gerçeklere bağlı kalma zorunluluğu sinemasını nasıl etkileyecek hep birlikte göreceğiz. II. Dünya Savaşı’nın seyrini değiştiren olaylardan biri olarak tarihteki yerini alan Dunkirk Tahliyesi, 1958’de Dunkirk adlı başka bir savaş filmine konu olmuştu. Nolan’ın hikâyeyi nasıl bir bakış açısıyla anlatacağı, bir veya birkaç karakteri mi ön plana çıkartacağı, savaş sürerken ana karakterlerin kişisel hikâyelerini işleyip işlemeyeceği filme dair ne çok merak ettiğim nokta. Savaş sahneleri, görsellik ve aksiyon açısından fragman yeterince ipucu veriyor. Gösterim tarihi: 21 Temmuz


Valerian and the City of a Thousand Planets 

Lucy ile çokça eleştirilmesine karşın 80’lerde ve 90’larda çektiği bilimkurgu filmleriyle takdir ettiğimiz Luc Besson, bu yazın en iddialı bilimkurgusu Valerian’la geri dönecek. 60’larda yayımlanan bir Fransız çizgi romanından sinemaya uyarlanan Valerian’da zaman yolculuğu yapılabilen uzak bir gelecek tasvir ediliyor. Filmden yayınlanan ilk fragman, Besson’un The Fifth Element günlerine geri döndüğünü söylüyor. The Fifth Element’tekine benzer bir evren tasarlayan Valerian, görsel açıdan oldukça iddialı bir yapım. Elbette bu iddiası karakterlerin kartondan kalmaması ve hikâyenin iyi işlenebilmesiyle bir anlam kazanabilir. Gösterim tarihi: 27 Temmuz


The Dark Tower 

Stephen King’in 7 kitaptan oluşan fantezi ile bilimkurguyu harmanladığı şaheseri Kara Kule, sonunda beklenen uyarlamasına kavuşuyor. Birçok kez ertelenen ve iptal edilen proje hayata geçirildi ama serinin fanlarını memnun etmesi pek olası görünmüyor. Ana karakterimiz Silahşör’ün siyahi bir oyuncuya teslim edilmesi skandal bir tercihti çünkü. Idris Elba, romandaki efsanevi karakterle ilişkilendiremeyeceğimiz, zihnimizde canlandıramayacağımız bir Silahşör’e hayat veriyor. Bu tercih tüm filmin önüne geçecek. Diğer bir husus ise Kara Kule’de Stephen King’in yarattığı evrenin filmde çok farklı bir biçimde tasarlanması. Kendimizi bir kıyamet sonrası bilimkurgusunda sanabiliriz. Bu yazın en tartışmalı dev prodüksiyonu The Dark Tower olacak. Gösterim tarihi: 11 Ağustos

Not: The Dark Tower'ın internete sızdırılan fragmanı kaldırıldığı için şu an paylaşamıyoruz.