7 Aralık 2018

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #64 The Fall of The Roman Empire


50’li yılların ortalarından itibaren yükselişe geçen epik sinema, bu dönemde başlayan altın çağını 60’lı yılların sonuna kadar sürdürdü. 1959’da William Wyler’ın Ben-Hur’u, 1960’da ise Stanley Kubrick’in Spartacus’ünün yakaladığı ticari başarı, ödüllerle de taçlandırılınca 60’lı yıllarda art arda birbirinden kıymetli epik film üretilmesini sağladı. Epik sözcüğünü pek çok tür içinde anlatılan hikâyeye göre kullanabiliriz elbette ama burda bahsettiğimiz epik, kılıç ve sandalet epiği olarak adlandırdığımız tarihi epik filmler. 

Yönetmenlik koltuğuna Kubrick oturtulmadan evvel Spartacus’ü Anthony Mann yönetiyordu. Filmin bir kısmını çekmiş ama sonra işine son verilmişti. Mann, 50’li yıllarda çektiği üstün western filmlerinden sonra 60’lı yıllarda epik sinemanın en önemli temsilcilerinden birine dönüştü. 1960’da Spartacus’le yaptığı kötü başlangıcı bir daha tekrarlamadı. 1961’de El Cid ile türe olan hâkimiyetini sergiledikten sonra, o filmden çok daha görkemli bir süper prodüksiyona “Roma İmparatorluğunun Çöküşü”ne (The Fall of the Roman Empire) imza attı. 

Roma İmparatorluğu’nun doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrılma, bir anlamda dağılma sürecinin en kritik dönemlerine ışık turan “Roma İmparatorluğunun Çöküşü”, seyirciyi Marcus Aurelius’un hastalığının onu ölüme götürdüğü ama imparatorluğun hâkimiyet ve ihtişamının sürdüğü yıllara götürüyor başlangıçta. Ama baştan belirtmekte fayda var ki, önümüzdeki film tarihsel gerçekleri, kurgusal bir hikâye ve karakterlerle süsleme yoluna giderek anlatmayı seçmiş. En belirgin değişiklik filmin ana karakteri Livius’un yazarlarımızca hikâyeye yedirilmiş olması. Bununla da kalınmamış Marcus Aurelius, oğlu Commudus ve kızı Lucilla’nın da gerçeklerden belli ölçüde saptırılmış olması. Filmi izlediğinizde neden böyle bir yola girdiklerini hemen anlıyorsunuz. Ana sebep filmi epik anlatıya daha uygun bir hale getirmek ve hikâyeyi; aşk, ihanet, ikili mücadeleler ve savaşla sararak seyirciyi tatmin edeceklerini düşünmeleri. Haklılar da… Ve elbette bugün dev bir bütçeye tekabül eden $19 milyonun geri dönüşümünü sağlayabilmek. Film, gişe anlamında büyük bir fiyaskoya dönüşse de Anthony Mann, epik sinemanın en iyi örneklerinden birini çıkarmayı başarmış. 

“Roma İmparatorluğu’nun Çöküşü”, açıkça görülüyor ki, Ben-Hur, Spartacus ve Cleopatra’dan etkilenmiş. Zaten o yıllarda model alabileceği başka bir film yok diyebiliriz. Komutan Livius ile tahtın varisi Commodus’un arkadaşlıklarının konumları gereği onları karşı karşıya getirmesi ve birbirlerini yok etmeye çalışmaları, Ben-Hur’dan devşirilerek iyi bir uygulama alanı bulan fikirlerden biri. Ayrıca Livius karakterini yaratmalarındaki ana motivasyonun da Ben-Hur olduğunu düşünüyorum. Bir imparatorluğa başkaldıran karakteriyle Spartacus’ün, dev setleri ve göz alan görkemiyle de Cleopatra’nın etkisi çok net. 

Anthony Mann, gerçekle kurgu arasında gidip geldiği filmde, Roma’yı tüm görkemiyle görselleştirmeyi başarırken, Roma İmparatorluğu’nun önce dağılması sonra da çöküşünü hazırlayan sebepleri -pek çok sebebi olduğu açılışta dile getiriliyor- didaktik olma tuzağına düşmeden anlatmayı başarıyor. Marcus Aurelius’un cömertliği, eşitlik, özgürlük ve barışseverliğinden oğlu Commudus’un güce tapması, zalimliği ve sonunda kendini tanrılaştırması kaçınılmaz sonu hazırlayan etkenlerden en önemlisi olarak veriliyor. Filmin sonunda anlatıcı ses devreye girip “Büyük bir imparatorluk içerden kemirilmediği sürece dışardan fethedilemez” diyerek Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü bir cümleyle özetlemeyi başarıyor. 

Sophia Loren, Alec Guinness, Christopher Plummer ve James Mason başta olmak üzere dönemin yıldız isimlerinden oluşturulan kadrosu, üç saate yakın süresini karakterlerin inişleri ve çıkışlarıyla doldurmayı başaran “Roma İmparatorluğu’nun Çöküşü”, epik film sevenleri memnun edecek bir yapım.