Jean-Luc Godard, “Sinema D.W. Griffith ile başlar, Kiarostami ile sona erer.” diyor ve fena halde yanılıyor. Ama meselemiz ne Godard ne de sinemanın sona erip ermemesi. Meselemiz, bu açıklamadan doğan bir tartışma, gerçek sinema tartışması…
Bu açıklama üzerine Twitter’da iki kelam ettiğimde sevdiğim sinefil arkadaşlarımdan biri, sinema Kiarostami ile sona erer derken, Godard’ın aslında Kiarostami gerçek sinemanın son temsilcisidir demek istediğini belirtti. Bana göre ise durum hala vahametini koruyordu. Gerçek sinema neydi, nasıl sona ermişti? Gerçek sinema sona erdiyse hala belirtilen gerçek sinema kriterlerinde film çekmeyi sürdüren yönetmenlerin yaptığı neydi? Neden böyle bir ifadeye ihtiyaç duyulmuş, ne amaçlanmıştı? Sorular, sorular… En iyisi baştan başlamak…
Sinema, teknolojiyle var olabilen bir sanat dalı ve teknolojik gelişmelerden bağımsız bir ilerleme kaydetmesi (Anlatının gelişmesinden bahsetmiyorum) de söz konusu değil. Film karelerinin art arda sıralanmasından hikâye anlatmaya başlanması, kurgunun gelişmesi, önce sesli sonra renkli sinemaya geçilmesi gibi pek çok yenilikten bahsedebiliriz. Ancak elbette bir noktadan sonra sinema teknolojisinin gelişmesini sürdürmesi, sinemayı daha ileri taşımadı. Aksi halde sinemanın altın çağı sürekli değişir ve bugün o altın çağı yaşıyor olurduk.
Görsel efekt teknolojisi sinemada değişimin, yeni bir dönemin habercisiydi. Bu değişimi 90’lı yıllardan itibaren belirgin bir biçimde hissetmeye başladık ve artık birçok filmin yeşil perde önünde kotarıldığı bir döneme girdik. Tam da bu dönemde sinemada illüzyonun, yapaylığın had safhaya ulaştığı günlerde, eski usül çekilen filmleri kayırmak için gerçek sinema ifadesinin peydah olması gayet anlaşılır olacaktır. Ancak sinemanın en verimli olduğu 60’lı ve 70’li yıllarda sinemada gerçek-yapay ayrımının yapılmasının altında başka şeyler aramak gerekiyor. Sahi nereden çıktı bu gerçek sinema? Çıkış noktası görsel efekt kullanılan filmlerle, kullanılmayanları ayırmak mıydı? Amaç bu ise oldukça masumane ama öyle olduğunu hiç sanmıyorum. Bu işin ucu tür filmlerine kadar uzanıyor. İşte bu uzantı da midemi bulandırıyor.
Görsel efektlere çoğunlukla tür filmleri ihtiyaç duyar ve kullanım alanı da belli başlı (Bahsi geçen tür filmleri ağırlıklı olarak bilimkurgu, korku ve fantastik) türlerdir. Gerçek sinemanın temsilcisi olduğunu iddia eden sinemacılar ve bunun yanında sinemada gerçekçilikle ilgili saplantısı olan kimi sinemaseverler, tür filmlerini ikinci sınıf film olarak görüyorlar. Bu küçümsemenin, bu üstten bakışın altında yatan sebeplerin biri şüphesiz ki tür filmlerinin gördüğü ilgidir. Ancak asıl sebebin bu olduğunu iddia edemeyiz. Kendilerini gerçek sinemanın temsilcisi sayanlar, sinemanın aristokrat kesimi olduklarını mı düşünüyorlar? Biz gerçek sinema yapıyoruz derken, dışarıda kalanları itibarsızlaştırdıklarının farkında değiller mi? Elbette farkındalar ve bundan da hiç rahatsızlık duymuyorlar.
İster gerçek sinema deyin, ister has sinema… Eğer bu ifadelerden birini ortaya atılış amacı doğrultusunda kullanıyorsanız, bu itibarsızlaştırmada sizin de payınız var. Şimdi bir örnekle devam edeyim, bir Kubrick filmiyle. Hangi çılgın bir Kubrick filminin has sinema örneği olmadığını ileri sürebilir? 2001: A Space Odyssey’i ele alalım. Bu film, gerçek sinema diye tutturanlara göre sayısız görsel efektli sahneye sahip olduğu için bir gerçek sinema ürünü değil. Yapay sahneleri de olan bir bilimkurgu filmi. Modern sinemaya yön vermesinin, yönetmenlik sanatını erişilmez bir noktaya taşımasının ve çağının çok ötesinde olmasının bir önemi yok öyle mi? Kavramlara veya tanımlara takılıyorsun diyenler olabilir ama takılmamak mümkün mü? Birileri kendi sinemasını üstün görüyor ve hiç de kabul edilemeyecek kriterlerle gerçek sinema yaptığını öne sürüyor ve kabul görüyor. Belirledikleri kriterler ışığında kendi filmlerini illa ki diğerlerinden ayırmak istiyorlarsa, bunu diğerlerini küçümsemeden, itibarsızlaştırmadan yapabilecekleri bir isimlendirmeyle gerçekleştirmeliler diye düşünüyorum.
Godard’ın, Rosselini’nin, De Sica’nın gerçek sinema yaptığını söyleyen bir sinemaseverin karşısına başka bir sinemasever çıkar ve der ki; Hayır dostum, hayır onlarınki gerçek sinema değil, gerçek olan sessiz sinemadır. Ve devam eder: Gerçek sinema kriterlerine uymanın yanında evrenseldir sessiz sinema. Ses büyüyü bozdu, ses fazlalıktır. Tıpkı görsel efektler gibi. Bu örnekle bir şey açıkça ortaya çıkıyor: Sinemanın gereksinimlerine göre gerçek sinemanın veya has sinemanın kriterlerini belirleyemeyiz. Sonuçta sinemacılar bir zamanlar ses olmadan da hikâyelerini anlatabiliyorlardı. Sinema teknolojisi sesi duyulabilir, renkleri görülebilir kıldığında sinema ‘tamam’ oldu. Sinema öyle bir sanat ki, hayatımızda ne varsa o sinemada da mutlaka var olacaktır. İnsanoğlu uzaya çıktığında, o da sinemada olmak zorundadır. Ve bunun için görsel efektlere gereksinim duyulmuştur. Sinema teknolojisi hep gelişecek, sinema her daim değişmeye devam edecektir.
Başa dönelim ve Godard’ın sözlerine tekrar bakalım. Ne diyordu Godard? “Sinema D.W. Griffith ile başlar, Kiarostami ile sona erer.” Sormak lazım kendisine öykülü filmlerin babası Georges Melies dururken, Godard sinemayı neden Griffith ile başlatıyor? Melies’i bir sinemacıdan ziyade bir illüzyonist olarak mı görüyor yoksa? Yine o kriterler değil mi? Tahmin etmiştim. Ya Kiarostami’nin sinemanın son temsilcisi olması? Kiarostami, kariyerine 70’li yılların ilk yarısında başlamış bir yönetmen. O zaman şu soruyu sormak farz oldu: Kiarostami’den sonra gerçek sinema yapan başka bir yönetmen çıkmadı mı? Kiarostami’den sonra derken 70’li yılların ikinci yarısından günümüze kadar geçen 40 yıldan bahsediyorum.
Bu yazıdan görsel efektleri savunduğum anlamı çıkmamalı. Görsel efektler bir gün sinemanın kanserine dönüşebilir. Bazı hikâyeleri anlatabilmek içinse elzemdir, kesip atılamaz.
* Bu yazım ilk Filmloverss'ta yayınlanmıştır.