7 Aralık 2018

I Am Legend Uyarlamaları


Bilimkurgu alanındaki eserleriyle ardından gelen birçok yazarı etkileyen Richard Matheson’un 1954’te yayımlanan ve kültleşen romanı I Am Legend, üç kez sinemaya uyarlandı. Roman, insanoğlunun ölümüne yol açan bir salgına neden olan virüse karşı bağışıklık kazanan bir adamın -Dr. Robert Neville- dünyada tek başına kalışının ve salgın sonucu ölüp, mezarlarından birer vampir olarak çıkan insanlarla mücadelesinin hikâyesidir. Salgınla kıyamet sonrasına ulaşan ve o dünyada vampirizme kapı açarak türdeşlerinden ayrılan hikâyesi ve yalnızlık temasıyla klasikleşen eser, bilimkurgu sineması için gerçek bir hazine değerinde.

Bu yazıda 1964’te The Last Man on Earth, 1971’de The Omega Man ve 2007’de I Am Legend adlarıyla beyazperdede tekrar tekrar hayat bulan romanın hepsi de belli ölçüde başarılı olan uyarlamalarını karşılaştıracağız.

Hikâyenin bu kadar sevilmesinde, “dünyada tek başına kalsaydınız ne yapardınız?” ya da “neslimiz tükense dünya nasıl bir yer olurdu?” gibi sorulara cevap niteliğinde olması yatıyor. Peki, kıyamet sonrasının dünyası hangi filmde nasıl görselleştiriliyor? Bu elbette filmlerimizin prodüksiyon kalitesiyle doğru orantılı bir durum. İlk uyarlamamız The Last Man on Earth, düşük bütçe sebebiyle şehrin ıssızlığını gösterme hususunda oldukça ketum davranmak zorunda kalıyor. İkinci uyarlamamız The Omega Man beklentileri karşılıyor. Charlton Heston’un Robert Neville’i boş Los Angeles caddelerinde geziniyor, marketlerden ihtiyaçlarını karşılıyor ve hayat olmadığında koca şehirlerin nasıl sevimsiz bir yere dönüştüğünü görüyoruz. I Am Legend ise efekt teknolojisinin tanıdığı imkanları da sonuna kadar kullanarak diğer iki yapıma oranla çok daha gerçekçi bir boş şehir tasvir ediyor. Filmlerimizin salgından üç yıl sonrasında açıldığını düşünürsek; yolların ot bağlaması, sarmaşıkların evleri sarması ve vahşi hayvanların şehrin yeni sahipleri olması gerekiyor. Bu detayları sadece I Am Legend’da görebiliyoruz. ‘Dünyada tek başına kalsaydınız..?’ın bizi bir de yalnızlık temasına götürdüğünü söyleyelim. Bu konuda karakterin yalnızlığını en iyi The Omega Man’in hissettirebildiğini düşünüyorum. Robert’ın satranç masasına oturttuğu vitrin mankeniyle sürdürdüğü oyun ve sohbetleri, yalnızlık melankolisini vermede başarılı bir sonuç alınmasını sağlıyor. I am Legend’da ise Robert’ın sadık bir köpeğinin olması ve köpeğin kanlı canlı bir karakter olarak çizilmesi genel olarak filme çok şey katmış. Ama yalnızlık bunlardan biri değil.

Üç film de ana karakterimiz Robert Neville’in -The Last Man on Erath’te Robert Morgan olarak değiştirilmiş-, günlük rutiniyle hikâyeye giriliyor. Hikâye kurgusu açısından aynı yolu izliyorlar. Olayın üç yıl sonrasında açıyoruz gözlerimizi ve bir müddet sonra flashback sahneleriyle salgının nasıl başladığını, o süreçte neler yaşandığını izliyoruz. Robert’ın eşini ve kızını kaybedişi, virüse karşı nasıl bağışıklık kazandığı gibi detaylar veriliyor. Üç film de bu iki mevzuda küçük farklılıklar barındırıyor. The Omega Man ve I am Legend, süreleri daha uzun olmasına karşın geçmişte fazla takılıp kalmıyor. The Last Man on Earth’te ise 25 dakikalık bir flashback sahnesi var. Film, bu bölümü salgın sürecini ve Robert’ın eşi ve kızıyla ilişkisini derinleştirmek için kullanıyor. Bu detaylandırma girişimi karakterimizin bugünkü psikolojik durumunu daha iyi anlamamız açısından faydalı olmasına ve filmin dramatik yapısına olumlu bir katkı sağlamasına rağmen, kıyamet sonrasının dünyasından uzun zaman ayrı kaldığımız için olumsuz bir etki de bırakıyor.
Vampir, Zombi Ya da Vampir-Zombi!

Robert’ın aslında yalnız olmadığını anlaması, kadının hikâyeye dâhil olması da hemen hemen aynı noktalarda yer alıyor. Yine detaylarda değişiklikler var. Kadının çocuğunun olup olmaması ya da bir kardeşi olması bunlardan biri. Yönetmenlerimizin hikâyeye yaklaşımları kadının rolünün yanı sıra Robert’la ilişkisi çerçevesinde değerlendirilebilir. The Omega Man’de çiftimiz romantik anlara yelken açarken, I Am Legend’da aralarındaki güven sorunu öne çıkıyor. Ayrıca kadının Robert’la iletişim kurmasının sebebi; bu iki uyarlamada insanlığın kurtuluş umuduna açılırken, The Last Man on Earth’ün finaliyle diğer iki uyarlamadan ivedilikle ayrılması anlamına geliyor.

The Last Man on Earth, vampir mitine ağır bir darbe indiriyor. Bunu da başka bir korku mitinden -zombilerden- beslenerek yapıyor. Öncelikle insanların salgın sonucu birer vampire dönüşmesi, zombi salgınından devşirilmiş. Daha enteresan olanı ise ölülerin yakılmayıp, mezara gömülmesi sonucunda vampir olarak geri dönmesi. Her şeye rağmen en büyük darbe, zeki ve çevik vampirlerin ağır hareket eden beyinsiz ucubelere dönüştürülmesi. Dolayısıyla The Last Man on Earh’ün dönüşüm geçiren insanları için zombi-vampir denilebilir. Bu yeni zombi-vampir tanımı kağıt üzerinde ne kadar ilginç duruyor olsa da, uygulamada o kadar etkili değil. Başlıca sebep ise 60’lı yılların ilk yarısında oluşumuz. Modern korku sinemasının ilk örnekleri görülmesine karşın The Last Man on Earth, korku sinemasından aldığı vampirizmi ve zombiliği klasik anlayışla hikâyesine yediriyor. Bilimkurgu sineması açısından nerede durduğuna daha sonra değineceğiz. The Omega Man’e baktığımızda dönüşüm geçirenlerin kendilerine “aile” dediklerini ve kendi yasalarıyla yaşayıp giden yeni bir toplum kurduklarını görüyoruz. Aile üyeleri, klasik vampir olmadıkları gibi zombi de değiller. Dönüşüm, kıyamet sonrasına yakışan yeni bir tür yaratıyor. I Am Legend’da ise kana susamış canavarlar olarak karşımıza çıkıyorlar. Son dönemin hızlı hareket eden zombilerinden etkilenildiği söyleyebiliriz. Bu da anlaşılabilir bir durum. Bilimkurgu ve korku sinemasının kat ettiği yol, görsel efekt faktörü ve yeni neslin alışkanlıkları-beklentileri korkutmaktan ziyade rahatsız eden bir zombi-vampir türünün canlanmasına neden olmuş.

Üç film de hikâyesini ait olduğu döneme göre güncelliyor. Peki, filmleri dönemlerine ve türlerine göre değerlendirmemiz gerekirse ne söyleyebiliriz? The Last Man on Earth, 60’lı yılların ilk yarısında bilimkurguya fazla önem verilmeyen bir dönemin ürünüydü. Alt tür bazında da bilimkurgu sineması henüz bir gelenek oluşturmamıştı. Böyle bir ortamda karamsar hikâyesini, yine karamsar bir sonla noktalamayı seçmesi takdir edilmeli. Yeniden yapımlarda bu karamsar finalden kaçınılmasının sebebi seyirciyi memnun edebilmek elbette. Karamsar son, gişe düşünülmeden uyarlamaya dahil edilmiş diyebiliriz. Film, zaten düşük bütçesine rağmen Matheson’un romanın en sadık uyarlaması ve döneminin tür adına iftihar kaynaklarından biri. The Omega Man; bilimkurgu sinemasında yeni denemelerin sıklıkla yapıldığı 70’lerin, gişeye de oynayan bir yeniden yapımıydı. Planet of the Apes’le yıldızını iyice parlatan Charlton Heston seçimi de bunu gösteriyor. Post apokaliptik bilimkurguların 70’ler estetiğini taşıyan kıymetli bir örneği The Omega Man. I Am Legend ise 2000’lerin korku ve bilimkurgu sinemasından aksiyona meyletmeye başlayan zombi filmlerinden etkilenen gösterişli bir bilimkurgu. Döneminin eğilimlerini kulak arkası etmeyen, yeni neslin beklenti ve beğenilerini önemseyen başarılı bir yeniden yapım I Am Legend.