Efsanevi rock grubu Pink Floyd’un 1979’da yayınlanan çalışması The Wall, bir konsept albümdü. Şarkılar baştan sona anlatılmak istenen bir hikâyenin parçalarıydı. Üç yıl sonra hayata geçirilen film ise albümün 90 dakikalık bir video klibi olarak düşünülebileceği gibi müzikal dediğimiz janra yepyeni bir soluk getiren hipnotik bir sinemasal deneyimdi esasında. Hem anti-militarist bir film hem de sıkı bir sistem eleştirisiydi. Usta İngiliz sinemacı Alan Parker’ın daha önce düşünülmemiş ve cesaret de edilememiş bir işe soyunduğu Pink Floyd: The Wall, yönetmenin kendi sinemasının yanı sıra müzikal sinemanın da zirvesidir diyebiliriz.
Müzikal dediğimiz tür, modern sinemaya geçişle birlikte değişmeye, hızlıca evrilmeye başladı. 70’lerde gelen Tommy, The Rocky Horror Picture Show ve Jesus Christ Superstar gibi örnekler, müzikal anlatı ve hikâyelemenin geldiği noktayı en iyi özetleyen filmlerdi. Ne var ki, türün çehresini değiştiren ve kafalardaki müzikal film imajını yerle bir eden yapım şüphesiz ki Pink Floyd: The Wall’du. Alan Parker, seyircisine daha önce görmediği bir müzikal film izletmek için yola çıkmış. Bu amaç doğrultusunda yaptığı tercihlerin ilki animasyon kullanmak, animasyon sahneleri de filmin görsel bütünlüğünün bozmadan anlatısına yedirmekti. Parker, animasyon sahneleri, The Wall’da bir sekans değil, filmin bütününe kısa veya uzun sahneler halinde yayarak yama gibi durmasını önlemiş. Yönetmenin animasyonla diğer sahneler arasında hızlı geçişler yaparak, bu sahnelerin dönemin seyircisi üzerinde yadırgatıcı bir etki bırakmasının da önüne geçtiğini söyleyebiliriz. Animasyon yönetmeni Gerald Scarfe’ın ortaya koyduğu iş de 80’lerin animasyon çalışmaları içinde ışıl ışıl parlıyor zaten.
Parker’ın ikinci önemli tercihi ise hikâyesini zamansal olarak düz bir biçimde anlatmamasıdır. Yönetmen animasyonda yaptığı gibi ana karakterinin geçmişiyle bugününü iç içe geçirerek kurguluyor hikâyesini. Yine ani geçişler yapıyor. Bir müzikal film için oldukça riskli ve cesaret isteyen bir hikâyeleme biçimi deneyen Parker, filmin dinamik kurgusunun da yardımıyla başarıya ulaşmakta zorlanmıyor. The Wall, müzikal sinema için bir milat olduğu gibi müzik sektörü için de önemli bir noktada durmakta. Film, bugün video klip estetiği dediğimiz şeyin müsebbibidir belki de. Video klipler, The Wall’dan sonra bir kimlik kazandı. The Wall’un görsel yapısı ve sayısız kesmenin yapıldığı hızlı kurgusu video klip yönetmenleri için bakılacak ilk durak haline gelmesinin başlıca sebebidir.
Film, 2. Dünya Savaşı’nda ülkesi için savaşmaya giden babasın kaybeden bir çocuğun yaşadığı travmayı ve sistemin onu bir faşiste dönüştürmesini anlatıyor diyebiliriz. Öncelikle travmatik çocukluk dönemine bir bakalım. Another Brick in the Wall I parçası eşliğinde babasına kendisi geride ne bıraktığını soran çocuk ölümle ve hayatın en acı gerçekleriyle yüzleşiyor. Çocukları babasız bırakmayın mesajıyla savaşların en fazla çocukları etkilediğini söylüyor film. Çocuk, babasız kalmanın yarattığı boşluğu doldurmaya, bir baba figürü bulmaya çalışsa da başarılı olamıyor. Çocuğun, oğlunu parka getiren bir adamın elini tutmaya çalıştığı sahne kelimelerle ifade edilemeyecek bir hüzün barındırıyor. Pink adlı ana karakterimizin çocukluk dönemi bu sahne gibi bir hayli dramatik anlara gebe. Savaştan geriye kalanları, savaşın belki de en acı yüzünü göstererek anlatıyor Alan Parker. Çocuğun hayata bakışı tamamen değişecek ve çocukluğunu asla yaşayamayacak. Okul hayatı da buna çanak tutacak elbette. Sevgisiz ve anlayışsız öğretmenlerin sistemin birer kölesi olduğunu dile getiren film, eğitim sistemini kıyasıya eleştiriyor. Another Brick in the Wall II şarkısı çalarken sıraya dizilmiş öğrencilerin bir bir kıyma makinesine düşmesi ve hepsinin duvardaki bir tuğla olduğunun söylenmesiyle, okullarda savaşlarda ülkeleri için ölecek askerlerin yetiştirildiği ve dolayısıyla da eğitimin anlamsızlığı vurgulanmaya çalışılıyor. Çocuklar, eğitime ve düşünce kontrolüne ihtiyaçları olmadıklarını söylediklerinde ve biraz daha büyüyüp seslerini topluca yükselttiklerinde hükümetin orantısız güç kullanımıyla karşılaşıyor. Çocukluk döneminden sonra gençlikleri de heba olacak. Sıraya dizilen üniformalı öğrencilerin hepsinin yüzünün aynı olması, kimliksizleştirildiklerini imliyor. Burada öğrencilerin ülkesi için savaşacak, gerekirse ölecek birer asker gibi düşünüldüğü çok açık. Zaten öğretmenler de birer eğitimciden ziyade emri altındaki askere, patronun kim olduğunu göstermeye çalışan komutanlara benzetiliyor.
Annesine, “Hükumete güveneyim mi, beni cepheye sürerler mi?” gibi sorular sorarak, gelecek kaygısıyla büyüyen Pink’in, sistemin hissizleştirdiği yetişkin bir birey olması hiç şaşırtıcı değil. Sabit ve anlamsız bakışlarla sürekli televizyon karşısında oturan, ilişkilerine mutlu olamayan Pink, insanları çıldırtan sistemin parçalarından sadece biri. Ana karakterimiz birçok kez televizyonunu parçalasa da, onu yine televizyon karşısında buluyoruz. Bunun sebebi de çocukluğundan başlayarak dünya ile arasında duvar ören karakterimizin, sosyal yaşamdan tamamen kopmasıdır. Duvarını örüyor ve içine kapanıyor. Ördüğü duvar onu amaçsız ve umutsuz bırakıyor. “Duvarda kimse var mı?” diye sorsa da bir çıkış yolu bulamıyor. Bu amaçsızlık hali içinde, televizyon onu bir tür hayal âleminde yaşatıyor. Bir rock yıldızı olup kitlelerin sevgisine mazhar olmasına karşın, babasız büyümenin yarattığı boşluğu bir türlü dolduramıyor. Bir yetişkin olsa da sevgiyi annesinin şefkatli kollarında aramaya devam ediyor. İnandığı her şeyi, tüm değerlerini kaybeden Pink, içten içe çürümeye başlıyor. Bu çürüme onu faşizme kadar götürüyor. Nazileri anımsatan faşist bir topluluk için şarkılar söyleyen, halka seslenen önemli bir figüre dönüşüyor. Bayrağında çaprazlamasına iki çekip bulunan faşist oluşum, Pink’in doğasındaki kötülüğü açığa vurmasına neden oluyor. O masum çocuktan geriye hiçbir şey kalmıyor artık. “Eğer elimde olsa kurşuna dizerdim sizi.” gibi sert söylemleri ve korkutucu görünümüyle kitleleri galeyana getiriyor ve peşinden sürüklüyor. Sistemin kurbanı olan Pink’in ilginç dönüşüm hikâyesi, karakterin incelikle yazılmış olması ve Bob Geldorf’un oyunuyla seyirciyi etkilemeyi başarıyor. Sonuç olarak, kaotik atmosferine rağmen adalete ışık tutarak umut dolu bir haykırışta bulunan The Wall, sistemin önce insanların yaşama sevincini yok ettiğini, geriye bir şey kalmadığında ise saf kötülüğün bizi kolaylıkla ele geçirebileceğini söylüyor ve duvarlarımızı yıkmaya çağırıyor hepimizi.