Alasdair Gray'in 1992 çıkışlı eseri Poor Things, yazarın Frankenstein'dan esinlenerek kaleme aldığı, özgün fikirlerle donatılmış ödüllü bir roman. Kitap bildiğiniz üzere Yorgos Lanthimos'un görkemli bir uyarlamasına girişmesiyle popülerlik kazandı. Oldukça iyi tepkiler ve ödüller alan filmle uyarlandığı romanın, blogda "Edebiyattan Sinemaya" başlığı altında karşılaştırmalı olarak ele alacağım yeni yazı dizimin ilk ürünü olmasını istedim.
Kendi anlatısını bulabilen bir uyarlama
Roman ile film arasında önemli anlatı farklılıklarının olduğunu görüyoruz. Bunun ana sebebi Gray'in eserini bir üstkurmaca olarak tasarlamış olması. Gray, hikayesini bir anlatıcı (Archibald McCandless) karakter ve onun yaşadıklarını kaleme aldığı bir kitap aracılığıyla okura ulaştırıyor. Dolayısıyla geçmişe dönük bir anlatım tercih edilmiş. Ayrıca Doktor McCandless'ın kitabı ile bir gerçeklik katmanı daha eklenmiş hikayeye. Olayları büyük ölçüde McCandless'ın bakış açısıyla takip ediyoruz. Zira, Bella'nın kendisini ve dünyayı keşfe çıktığı yolculuk sonrasında onun ve maceraya atıldığı partneri Duncan Wedderburn'ün bakış açıları da gönderdikleri mektuplar aracılığıyla anlatıya dahil ediliyor. Filmin anlatısında bu katmanlı yapıyı göremiyoruz. Lanthimos, sadece hikayenin kendisiyle ilgilenmiş ve eseri sinemaya adapte ederken yapısal bir dönüşüm geçirmesi gerektiğine karar vermiş. Hikayenin sinemaya aktarımı gereği kitaptaki anlatının değişmek zorunda olduğu açıktır. Lanthimos, eserin kendine özgü anlatısını devre dışı bırakıp sadeleştiriyor. Öte yandan, klasik bir uyarlama yapma niyetinde olmadığı da anlaşılıyor. İlk 40 dakikalık dilimdeki siyah-beyaz tercihi bunun bir göstergesi bana kalırsa. Elbette bu tercih hikayeye de hizmet ediyor. Karakterin mutsuzluğunun altını çizme işlevi görüyor. Çünkü Bella bu bölümde kısıtlanmış bir çocuk, hapis hayatı yaşıyor. Dolayısıyla da dünyasının bir nevi siyah-beyaz olduğunu söyleyebiliriz. Özgürlüğe kavuştuğu an film de renkleniyor. Lanthimos, kitaptakinden farklı bir episodik anlatı kuruyor. Episodik anlatının büyük bir işlevi yok. Daha çok lokasyon belirtmek için kullanılmış izlenimi veriyor. Birçok sahnede kullanılan balıkgözü lensin ise -daha önce The Favourite'da yoğun kullanmıştı Lanthimos- önemli bir işlevi var. Bella'nın yaratıcısı tarafından kısıtlandığı dönemde onun karmaşık duygularını pekiştiriyor mesela. Bella'nın anlamlandıramadığı durumlarda da kullanıldığı görüyoruz.
İçerikteki farklılıklar
Romanda hikayenin Frankenstein'i olan Godwin Baxter'ın geçmişini öğrenebiliyoruz ve bu da karakteri daha iyi tanımamızı, motivasyonunu anlamamızı sağlıyor. Bella dünya turuna da ilk önce Godwin ile çıkıyor. Filmde bu detaylar es geçilmiş. Yine romanda Bella ile nişanlısı McCandles birkaç kez görüşürlerken, Lanthimos'un iki karakterin birlikte çok daha uzun bir zamanı birlikte geçirecekleri değişiklikleri yaptığını görüyoruz. Yazar Gray, Bella'nn Paris'teki genelev günlerini üstünkörü geçmiş ve romanda genel olarak müstehcenlik yok. Lanthimos ise Bella'nın genelev macerasını oldukça detaylı anlatıyor. Romandaki Bella, nişanlısını düşünerek seks deneyimlerinden sansürleyerek bahsediyor. Filmin Bella'sı ise bu hususta daha acımasız denilebilir. Bella'nın dünyayı keşfetme ve anlama sürecinde büyük farklılıklar olduğunu söyleyemem. Filmin biraz daha özet geçtiği ise aşikar.
İki eser arasındaki en belirleyici içerik farkı final tercihlerinde. Bella ile McCandless'ın düğünü, Bella'nın daha doğrusu Victoria Blessington'un kocası General Blessington'ın erkanı ile basılması ve sonrasında yaşananlar, yüzleşme oldukça ayrıntılı anlatılıyor. Lanthimos ise bu uzun tartışmalı bölümü bir çırpıda geçip, Bella'nın generalin evine gittiği ve tekrar bir hapis hayatına mahkum olduğu bir bölüm tasarlamış. Filmde Bella generalin kötü emellerini bertaraf edip tekrar özgürleşir ve intikamını alır. Lanthimos, daha düz ve klasik bir sonu tercih ediyor. (Romanı okumayı düşünenler için sonuyla ilgili spoiler var devamında) Romana gelirsek, Bella'nın hikayesine bakışımızı tamamen değiştirecek bir gerçeklikle yüzleşiyoruz. Buna göre Bella Baxter hiç var olmadı. Bella hep Victoria idi ve bu planı Godwin ile tasarladı. Hangi hikayeye inanacağımızı da bize bırakıyor kitap. Tıpkı Life of Pi gibi, finalini hatırlayın. Bu yeni gerçekliği kabullendiğimizde hikayenin türü dahi değişiyor, bir bilimkurgu olmaktan çıkıyor. Lanthimos zaten hikayesini diğer gerçeklik üzerine kuruyor. Alternatif gerçekliği görmezden gelmesi bir zorunluluk. İnşa ettiği hikaye yapısı da bunu gerektiriyor.
Romanın Lanthimos sinemasına uyumlanması
Poor Things, bir Victoria Dönemi hikayesidir. Lanthimos'un bunu, eseri bir Steampunk bilimkurguya dönüştürmek için fırsat olarak gördüğü anlaşılıyor. Hikayenin temelindeki Frankensteinvari fikir, zaten eseri bilimkurgu olarak etiketlememizi sağlıyor. Lanthimos vizyonu da burada devreye giriyor. Bella'nın dünya gezisine başladığı Lizbon bölümünde Steampunk'a ait unsurları görmeye başlıyoruz. Şüphesiz ki, bir arka fon olarak kalmaktan öteye gidemiyor bu unsurlar. Gemi ama özellikle İskenderiye bölümünde ise adeta bir masal diyarında gibi hissediyoruz kendimizi. Lanthimos, normalde göremeyeceğimiz renklerle bezeli bir gökyüzü tasviriyle karşımıza çıkıyor. Bella'nın yaratıcısı Godwin Baxter'ın ağzından çıkardığı baloncuklar, tavuk köpek ve generalin keçiye evrilişi gibi romanda göremediğimiz birçok eklentiyi, Lanthimos'un eseri kendi tuhaflıklarla dolu sinemasına uyumlu hale getirme arzusunun bir dışavurumu olarak görmek gerekiyor. Toparlarsak Lanthimos'un, uyarlamasına giriştiği eseri bir adım daha öteye taşımak için sinemanın görsel, işitsel ve anlatısal olanaklarını seferber ettiğini, kaynağından kopup kendi yolunu bulmak isteyen bir uyarlamaya imza attığını düşünüyorum. Bu hususta başarılı olduğuna da söyleyebilirim.