Güney Kore,
Türkiye gibi ülke sinemalarının son yirmi-yirmi beş yılına baktığımızda, çıkışa
geçtiklerini, uluslararası arenada adlarını daha çok duyurabildiklerini
görürüz. Başarılarının sırrı birçok yaratıcı yönetmen çıkarabilmiş olmaları.
2000'ler Güney Kore sinemasının altın kuşak diye anabileceğimiz; Kim-ki duk,
Park-chan wook, Na Hong-jin, Bong Joon-ho, Chan-dong lee ve Jee-woon kim gibi
yetenekli yönetmenler, ülke sinemasının yükselişinde başat rol oynadılar. Tür
bazında özellikle de korku ve suç filmlerinde özgün işler çıkarmalarının yanı
sıra, aşina olduğumuz, klişe hikayelere de kendi bakış açılarını katarak bir
farklılık yakaladıklarını söyleyebiliriz. 2019'da izlediğimiz Parasite'in 92.
Oscar Ödülleri'nde En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Uluslararası Film ve En
İyi Orijinal Senaryo olmak üzere dört dalda ödül kazanması, Güney Kore
sinemasındaki çıkışın şimdilik zirve noktasına ulaştığının bir göstergesi.
9- Parasite (Gisaengchung)
Zengin Park
ailesi ile ekonomik olarak zor günler geçiren Kim ailesi arasındaki keskin
zıtlığı filmin merkezine yerleştiren Bong Joon-ho, filmi boyunca sosyal
sınıflar arasındaki yoğun çatışmayı irdeliyor. Kim ve Park ailesinin yaşam
tarzları arasındaki keskin tezat, sınıf meselelerini hicivli bir şekilde
sorgulatıyor. Yönetmen tüm karakterlere eşit mesafeden yaklaşıyor. Zira
filmdeki karakterlerin hiçbirinin dürüst olmadığını görüyoruz. Toparlarsak
Parasite, metni ve anlatısıyla çok sağlam bir film. Toplumsal eleştirilerini
inceden vermesi, türsel zenginliği ve hikayenin nereye gideceğinin
kestirilemezliğiyle çok eğlenceli ve düşündürücü bir film.
8- Memories of Murder (Salinui chueok)
Bong
Joon-ho'nun ikinci uzun metrajlı filmi olan Memories of Murder'da, yağmurlu
günlerde, kırmızı giyen kadınları her zaman kendi iç çamaşırlarını kullanarak
öldüren bir seri katilin peşine düşen cinayet masası polislerinin hikayesini
anlatıyor. Atmosfer kurmadaki başarısıyla dikkat çeken film, aralara serpiştirdiği
mizah unsurlarıyla kasvetli hikayesini yumuşatmayı tercih ediyor. Yönetmen, bu
taşra polisiyesinde katil kim sorusuyla merak unsurunu hep diri tutuyor ancak
etkili bir gerilim yarattığı söylenemez. Zira Bong Joon-ho'nun en az olayın
kendisi kadar ana karakterlerimizin psikolojisiyle de ilgilendiğini
söyleyebiliriz. Dramatik yapısı oldukça iyi kurulmuş bir polisiye Memories of
Murder.
7- The Chaser (Chugyeogja)
Na
Hong-jin'in ilk uzun metraj çalışması olan The Chaser, genel seyirci için
rahatsız edici sayabileceğimiz sert bir polisiye. Dedektifliği bırakıp
pezevenklik yapan ana karakterimizin, kızlarının birer birer kaybolmasıyla,
kendisini bir kovalamacanın ortasında bulması filmin ana izleğini oluşturuyor.
Seri katilin kimliğini erkenden açık eden film, anlaşıldığı üzere gizem yaratma
peşinde koşan polisiyelerden biri değil. Na Hong-jin, gerilimi iki şekilde
yaratıyor: birincisi takip sahneleri, ikincisi ise son kaçırılan kadının
kurtarılıp kurtarılamayacağı bilinmezliği üzerinden. The Chaser, Hollywood polisiyelerinden
ayrılsa da, aşina olduğumuz bir kurgu anlayışına sahip. Seyircisini her anın da
diri tutabilen, kasvetli ve ustaca yönetilmiş bir film.
6- Thirst (Bakjwi)
Park Chan-wook, Thirst'te kendisini hastanelerdeki ölümcül
hastalara adayan ve bu uğurda bir virüs kaparak ölen bir rahibin, farkında
olmadan vampir kanı verilmesiyle hayata dönmesi ve yeni yaşamında vampirliğiyle
rahipliğinin yarattığı çelişkiler üzerine gidiyor. Lafı dolandırmadan
söylemeliyiz ki, Thirst, vampir mitolojisine yeni bir yorum getirmekle
kalmayan, onu yeniden yazacak kadar iddialı bir hikayeye sahip. Ancak
Chan-wook’un böyle bir iddiası ve niyeti yok. İnsanlığa hizmet eden bir
rahibin, gün gelipte vampire dönüşmesiyle içine düştüğü ikilem, korkuya değil
dramatik yapıya hizmet ediyor. Usul usul ilerleyip, akıllara kazınan
sahneleriyle seyirciyi neye uğradığını şaşırtan ve sona geldiğinde dokunaklı
bir aşk öyküsüne dönüşen film, Park Chan-wook’un usta işi yönetmenliğiyle
devleşiyor. Korku sinemasının son dönem ürünlerinde, dramatik bir taban üzerine
inşa edilen filmlerin en olgun ve kusursuz olanı diyebiliriz.
5- I Saw the Devil (Akmareul boatda)
Karanlık
Sırlar ve Acı Tatlı Hayat gibi filmleriyle seyircinin ilgisini çekmeyi başaran
Kim Jee-woon'un I Saw the Devil'ı, oldukça sert bir intikam filmiydi. Psikopat
bir seri katil, işinde oldukça yetenekli bir ajanın nişanlısını katledince,
karakterlerimiz arasında amansız bir kedi-fare oyunu başlar. Güney Kore'den
çıkma bir intikam hikayesi olarak Oldboy'dan etkilendiğini söyleyebileceğimiz
film, daha çok ana karakterimiz Dae-hoon'un intikam yöntemi ve onun dönüşümüyle
hatırlanacaktır. Kanlı sahneleriyle ve yarattığı vahşetle seyircisini zorlayan
Kim Jee-woon, göstermekten çekinmeyen tavrıyla övgünün yanı sıra yergi de
topladı. Anlatısındaki ustalıkla seyircisini koltuğuna çivileyen bir suç filmi I
Saw the Devil.
4- 3-Iron (Bin-Jip)
Boş evlere
girip oralarda vakit geçirmek gibi bir rutini olan bir adam, bir gün bu
ziyartlerinin birinde yalnız olmadığını anlar. Kadınım ona uyum sağlamasıyla
aralarında ilginç bir ilişki başlar. Kim Ki-duk'un en sıradışı filmlerinde olan
3-Iron, neredeyse hiç diyalog içermemesiyle dikkat çekmişti. Ana
karakterlerimizin hiç konuşmadan seyirciye geçirdikleri duyguyu tarif etmek
oldukça zor. Dolayısıyla Kim-Ki duk'un tercihinin sebebinin sinemada pek
deneyimlemediğimiz bir romantizme ulaşmak olduğunu düşünüyorum.
Karakterlerimizin anormal davranışları sebebiyle onlarla empati kuramasak da,
aralarındaki romantizmle onları anlamaya başlıyor ve hatta
içselleştirebiliyoruz. 3-Iron, 62. Venedik Film Festivali'nde Kim Ki Duk'a En
İyi Yönetmen ödülünü getirmişti. Özetle benzersiz bir sinema deneyimi
diyebiliriz.
3- The Wailing (Gokseong)
The
Wailing'de, bir yabancının ıssız bir kasabaya taşınması sonrasında, oradaki
halkın hastalanmaya başlaması ve hastalananların da çevresindekileri
öldürmesiyle açılan cinayet soruşturması hikaye ediliyor. Polisiye örgüsüyle
açılan ve bir süre öyle devam eden film, çok geçmeden doğa üstü korkuya geçiş
yapıyor. Orada durduğunu da söyleyemeyiz. Korku alt türleri arasında gezinerek,
seyirciyi sürekli şaşırtabilen bir filmden bahsediyoruz. Zombiler ve şeytan
çıkarma seansı gibi birbirinden uzak görünen pek çok korku unsurunu seyircisini yadırgatmadan
ustaca bir araya getirebiliyor yönetmen Na Hong-jin. Şok edici anlarıyla kısa
sürede günümüz korku klasiklerinden birine dönüşmekte hiç zorlanmadı The
Wailing.
2- Spring, Summer, Fall, Winter... and Spring
(Bom yeoreum gaeul gyeoul geurigo bom)
Yaşlı bir
keşiş ve çırağını merkeze alan Spring, Summer, Fall, Winter... and Spring'de
her bölüm bir mevsimle ilişkilendiriliyor ve mevsimleri de yaşamımız için birer
metafor olarak kullanıyor. Hayatın döngüsel doğasına vurgu yapıldığını
söyleyebiliriz. Kim-ki Duk'un dingin
anlatısıyla maneviyatımıza seslenen benzersiz bir başyapıt çıkardığını
düşünüyorum. Hayatta yaptığımız seçimler ve bu seçimlerin sonuçları üzerine
derin okumalar yapabileceğimiz, baştan sona sembolizm yüklü bir film Spring,
Summer, Fall, Winter... and Spring. Yönetmenin kariyer zirvesi olmakla birlikte
Güney Kore sinemasının da en iyi filmlerinden biri.
1- Oldboy (Oldeuboi)
Son 15 yılını, kendisine hiç açıklanmayan nedenlerle, köhne bir otel odasında hapsedilerek geçiren Oh Dae-su'nun intikam hikayesi, karmaşık olay örgüsüne karşın oldukça sürükleyici bir filmdi. Yunan tragedyalarını akla getiren Oldboy, Park-chan Wook'un intikam üçlemesinin ikinci filmiydi. Cannes Film Festivali'nde Grand Prix ödülüne uzanan Oldboy, seyircisini dehşete düşüren fikirlerini, şok etkisi yaratan twistiyle açığa çıkarıp, sersemletici bir etki bırakmıştı. Park-chan Wook'un yönetmenlik becerisiyle tam bir sinema şöleni... Güney Kore sinemasının rönesansını başlatan filmlerden...