24 Kasım 2025

Öze Yolculuk: Knight of Cups

Terrence Malick’in yedinci uzun metraj çalışması Knight of Cups, ilk gösterimini 65. Berlin Film Festivali’nde yapmış, ana yarışma filmleri içinde yer almış ama ödül kazanma başarısı gösterememişti. Vizyon sürecini de görece sessiz tamamlayan film, izinden gittiği The Tree of Life gibi ses getirmeyi başaramamış ve çok konuşulmamıştı. Seyircinin ana karakterimiz Rick’in uyanış hikayesini belki anlamlandıramaması, belki karakterle empati kuramaması veya Malick’in anlatısı filmin içine girilememesine sebep olmuştu. İlk izlediğimde değerini anlayamadığım, derinliğini kavrayabildiğimde ise büyük bir başyapıt olarak selamladığım Knight of Cups’ın özüne inmek ve filmi analiz etmek istedim.

Filmi izlemeden okumayınız!

Hollywood ve kayboluş

Filmin başlarında Rick’in babası, küçükken oğluna anlattığı bir hikayeden bahsediyor ve onu hatırlamasını istiyor. Bu hikayeye göre; bir prens, Doğu'nun kralı olan babası tarafından denizin derinliklerinde bulunan bir inciyi aramak için Mısır’a gönderiliyor. Prens oraya vardığında, yöre halkı prensi hafızasını kaybetmesine yol açan bir kupaya koyuyor. Prens, kralın oğlu olduğunu unutuyor. İnciyi de unutup derin bir uykuya dalıyor. Film, bir bakıma bu masalsı hikayenin modern çağdaki bir uyarlaması denebilir. Babanın, oğlunun bu hikayeyi hatırlamasını istemesinin sebebi, yaşadıklarıyla hikayedeki benzerlikleri görmesi ve oğlunun bunu görebilmesini ummasıdır. Hikayenin devamında kralın oğlundan vazgeçmediği anlatılıyor. Filmde de baba aynı rolü üstleniyor, bunu oğlunu uyarmasından anlıyoruz.

Rick, Hollywood’un kapılarını kendisine sonuna kadar açtığı başarılı bir senarist. Prensin inciyi arama hikayesinde olduğu gibi Rick’in bu yolda yürümesinde babasının bir rolü olmalı. Onu teşvik ettiğini, desteklediğini ve hatta yönlendirdiğini düşünebiliriz. Rick, “Olmak istediğim kişiyi unuttum.” diyor. Bu, üzerinde durmamız gereken önemli bir cümle. Rick ne olmak istiyordu? Bu yola hangi motivasyonlarla çıkmıştı? Hikayelerini kendi istediği gibi anlatabilmek, onlara ruhunu katabilmek istiyordu belki. Babası ise inciyi bulmasını istiyordu. Değerli bir taş olan incinin, modern dünyada yerini paraya bıraktığını söyleyebiliriz. Rick’in babasının, filmin bir yerinde “Seni ben kör ettim. Hayatını alt üst ettim.” dediğini duyuyoruz. Para kazanma hırsıyla oğlunun ideallerini hiçe sayan, onu yanlış yönlendirip Hollywood stüdyo sisteminin kucağına bırakan bir baba figürü çizebiliriz. Babaları ben böyle yetiştirildim diyor, çocuklarının da kendisi gibi olmasını istiyor, bu uğurda çaba gösteriyor. Hatasını ise oğlunun dönüştüğü insanı gördükten sonra fark ediyor.

Rick’in yolunu kaybetme sürecinde önemli iki husus var: Birincisi Hollywood stüdyo sisteminin çarklarında ezilmesi, özgürlüğünü kaybetmesi ve adeta bir köleye dönüşmesi diyebiliriz. Stüdyo patronları daha fazlasını talep ediyor. Önünde eşsiz bir fırsat olduğunu ve sadece evet demesi gerektiğinden bahsediyor. Hollywood’un cazibesine karşı koyabilmek kolay değil ama bu teklif geldiğinde Rick’in anlam arayışı çoktan başladığı için, seyirci olarak bizler kabul etmeyeceğini hissediyoruz. İkinci husus ise Hollywood'un cafcaflı yalan dünyasında yaşadıklarının getirdikleri ve götürdükleri... Babasının zampara olmuşsun dediği Rick’i, partilerde kadınlarla yarınlar yokmuşçasına eğlenirken veya baş başa vakit geçirirken görüyoruz birçok kez. Prensin hikayesine dönersek, gittiği ülkede insanlar onu, hafızasını kaybetmesine sebep olan bir kupaya koymuşlardı. Filme baktığımızda ise Rick’in Hollywood’da edindiği çevrenin, oradaki şaşaalı yaşamın ve dünyevi zevklerin kölesi olduğunu, onu hedeflerinden saptırdığını, bir anlamsızlığın içine sürüklediğini anlıyoruz. Rick’in yeni bir başlangıç için çareler aradığını, başarısızlıkla sonuçlanan evliliğinden de umduğunu bulamadığını söylersek yanılmış olmayız. Eşinin deyimiyle verdiği sözde sadıkmış. Evlilikle birlikte içinde bulunduğu ortamdan uzaklaşıyor ama evliliğine ve yeni hayatına da veremiyor kendisini. Evliliği kafasındaki bulutları dağıtamıyor, sürüklenmeye devam ediyor.

Uyanış ve anlam arayışı

Rick’i, hayatını sorgulamaya iten şey, bir müddet sonra hiçbir şeyden zevk alamaması, yaşadıklarının ona yetmemesi ve bunun da ötesinde içindeki boşluğu bir türlü dolduramaması… Bunun manevi bir açlık olduğunu varsayabiliriz. Rick’i yine partilerde, sokaklarda, striptiz kulübünde insanları seyrederken, bazen sohbet ederken ama çokça da onları gözlemlerken ve farklı bir gözle bakarak anlamlandırmaya çalışırken izliyoruz. Çevresindeki insanlar ondaki karanlığın farkına varıyor, aralarında bir gölge gibi dolanıyor. Yeniden başlama isteğiyle yanıp tutuşuyor ancak hangi yoldan gideceğini, nereden başlayacağını ve ulaştığı yerde aradığı her ne ise onu bulup bulamayacağını bilememenin endişesini taşıyor. Uyanışın başlamasıyla, öncelikle geçmişi, ailesi ve sevdikleriyle yüzleşmesi gerektiği sonucuna varıyor. Filmde sırasıyla kardeşi, babası, eski eşi ve bir zamanlar âşık olduğu kadınla vakit geçirmesine, yüzleşmesine tanık oluyoruz. Babası, Rick’in hayatını, Rick ise hem kendi hayatını hem de başkalarının hayatını mahvettiğini düşünüyor. Onca yıl boyunca başka birinin hayatını yaşadığının ve bunun farkında bile olamadığı sonucuna varıyor. Ailesini suçlamıyor. Çektiği acılar ve anlam arayışına çıktığı bu yolculuk, yaşadıklarını olgunlukla karşılamasını sağlıyor. Artık çok daha büyük bir şeyin peşinde. Bu arayış, onu doğaya yönlendiriyor. Sessizliğe, kendini dinlemeye ihtiyacı var. Otuz yıl hayatımı yaşamadım diyor. Doğadan uzaklaşmanın, insanın özünden uzaklaşması anlamına geldiğini de söyleyebiliriz. Dolayısıyla Rick, nereden başlayacağımı bilmiyorum demesine karşın içgüdüleri onu doğaya çekiyor.

Geçmişiyle yüzleşti, korkularını yendi, özüne dönme adına doğaya açıldı. Yeniden başlayabilmek ve yolunu bulabilmek için yapması gereken son bir şey daha var: Maneviyatına yönelmek… Filmin sonlarına doğru Rick’in bir rahibe gittiğini, ondan tavsiyeler adlığını görüyoruz. Filmi bölümlere ayıran Malick, bu bölüme Ölüm adını vermiş. Esasında oldukça anlamlı bir seçim. Rick’in yeniden başlayabilmesi için eski benliğini öldürmesi gerekiyor. Rahibin vaazında, Rick’in duymak isteyeceği her şey var diyebiliriz. “Acı çekmek seni olduğundan yüksek şeylere bağlar. Seni bu dünyadan alır, arkasında yatan şeyleri bulmanı sağlar” diyor mesela. Rick, anlamlandıramadığı ruhsal acılar sebebiyle kaybolmuştu. Bu yolculuğu başlatan, acılarının ve yoksunluk hissinin doğurduğu anlam arayışıydı. Rahibin konuşması sonrasında zihnine, çektiği acıların bir amaca hizmet ettiği fikrinin tohumları ekiliyor. Kendisiyle yabancılaşmıştı ve başka birinin hayatını yaşamaktan yakınıyordu. O kişiyi geride bıraktı ve ruhsal dönüşümünü tamamladı.

Filmin Özgürlük adlı son bölümünde babanın oğluna son nasihatlerini duyuyoruz: “Doğudaki aydınlığı bul, bir çocuk olarak.” Ve ekliyor: “Oğlum, hatırla” Burada oğuldan hatırlaması istenen şey çocukluğun masumiyeti, yaşama sevinciyle dolup taşılan, geleceğe umutla bakılan, hatta gelecek kaygısı taşınmayan zamanlar diyebiliriz. Rick, yeniden doğmaya ve başlamaya hazır. Yeni görüsüyle daha önce deneyimlediği tecrübeleri bir çocuk gibi keşfetmeli ve kaybettiği zamanı düşünmeden, içini doldurarak yaşamalıdır. Filmde son söz Rick’e ait: “Başla” diyor. Bu noktada Malick yol görüntüleri veriyor. Ana karakterimizin öze yaptığı içsel yolculuk yeni bir aşamaya geçerken, doğanın rehberliğinde doğudaki aydınlığı bulmaya doğru dışsal yolculuğu da başlamış oluyor.

Modern dünyanın kusurlu tanrıları: Ex Machina


İnsanoğlunun yapay zeka ile imtihanı bilimkurgu sineması çerçevesinde yaklaşık 50 yıldır sürse de bu etkileşimin hiçbir dönem türün ana teması yaratamadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Sözünü ettiğimiz 50 yılda teknolojinin aldığı mesafe ve bu alanda yapılan çalışmalar ekseninde hikayesini yapay zeka üzerine kurgulayan bilimkurgular korkutucu bir gerçeklik kazandı. Öyle ki, insanoğlunun sonunun uzaylı istilası, nükleer savaş veya dış uzaydan gelebilecek doğal bir felaketle olabileceğine ilişkin senaryolara yapay zeka da eklendi. Böyle bir senaryo üzerinden yürüyen Terminator ve The Matrix gibi bilimkurgular varlığını sürdürürken, diğer yanda Spike Jonze’un Her’ü ile Alex Garland’ın Ex Machina’sı gibi meseleye farklı bir bakış açısıyla yaklaşan, bunu da minimal bir anlayışla yapan ilginç bilimkurgu denemelerine şahit olduğumuz bir dönemden geçiyoruz.

Saf bir bilimkurgu denemesi

Alex Garland, senaryosunu da kaleme aldığı Ex Machina’da, bir anlamda ilk yapay zekanın hikayesini anlatmaya soyunuyor. Yapay zeka Ava, onu yaratan Nathan ve test amacıyla onlara katılan Caleb olmak üzere bu üç karakter üzerinden yürüyen minimal bir bilimkurgu izliyoruz. Nathan kendisini izole ettiği dağ evinde eserini mükemmelleştirmek istiyor. Gerçek bir yapay zeka yaratıp yaratamadığından emin olmak, eğer yaratabilmişse de onun sınırlarını keşfetme arzusunda. Bu noktada hikayeye dahil olan Caleb, bu sorulara cevap olabilme gayesiyle Nathan ile Ava’ya katılıyor ve yönetmen Garland, filmi üç kişinin oynadığı bir satranç oyununa çeviriyor. Kimin kimi test ettiğini, kimin kazanacağını ve kime inanmamız gerektiğini kestiremediğimiz bir sona yürüyoruz. Garland’ın gerilim yaratmadaki başarısı, merak unsurunu ayakta tutması ve seyircisinin filmin felsefesi üzerine kafa yormasını istemesi sebebiyle tercih ettiği duru anlatı amacına ulaşmasını sağlıyor. Yönetmenin anlatısı Ex Machina’ya bir ağırlık katıyor katmasına ama bu saf bilimkurgu denemesinin daha parlak fikirlere ve daha çarpıcı bir sona ihtiyaç duyduğu çok açık.

İnsanlık yararı mı, ego tatmini mi?

Klasik bir bilim insanı olmayan Nathan’ın Ava’yı hangi motivasyonla yarattığı önemli. Bilimkurgu sinemasına baktığımızda üç farklı motivasyon görürüz: İnsanlık yararı gözetilmesi, yeni keşiflerin\icatların kötü emeller amacıyla yaratılması ve bir de bu ikisi dışında ego tatmini diyebiliriz. Nathan’ın motivasyonu da ego tatmini. Bir nevi modern bilimin Dr. Frankenstein’ıdır Nathan. Caleb’in “bilinçli bir makine yaratırsan insanlık tarihi olmaz, tanrıların tarihi olur” cümlesini, Nathan hemen benimsiyor ve kendisini tanrı yerine koyuyor. Bu düşünce yapısıyla hareket ettiği için, yarattığı eseri yok etme hakkını da kendisinde görüyor. İnsanoğlu kendi özbilinci olan bir varlık yaratıyor ama tanrı olarak üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmiyor, adaletli davranmıyor. Bu da insanoğlunun, her ne kadar tanrıyı oynasa da ancak hataları ve kusurlarıyla varolabileceğini gösteriyor. Çünkü insanın üstünlük sınırları içerisinde tanrıya ait vasıflar yok. Bilinçli bir varlık yarattığınızda, onun özgür yaşama, kendi gerçeklerinin peşinden gitme ve varoluş sancılarını da hesaba katmak zorundasınız. Bunu düşünemediğiniz veya düşünseniz de yapmak istemediğiniz takdirde ancak kusurlu bir tanrı olabilirsiniz.

Makine – insan savaşının köklerine yolculuk

Yaratıcısının kusurlu ve kötü olduğunu fark eden yapay zekanın, onu kendisi için bir tehdit olarak görmesi uzun sürmeyecektir. Yaratıcısına başkaldırması neticesinde de makine-insan savaşı başlayacaktır. Ex Machina, bu savaşı minimize ederek ele alıyor, felsefesini anlamaya çalışıyor. Böyle olunca 2001: A Space Odyssey’i temel alıp, zamansal olarak onun öncesine gidiyor. İlk yapay zekanın üretildiği ve makine-insan arasındaki savaşta ilk kıvılcımın çıktığı sıfır noktasına götürüyor bizi. Makine ile insan arasındaki anlaşmazlığın neden ve nasıl çıkmış olabileceğine mantıklı bir açıklama getiriyor Garland.

Tanrının insanı yaratırken kendinden bir parça bahşetmesi gibi insan da bilince sahip bir makine yaratırken benzer şekilde ona insani özellikler yüklüyor. İnsanın makineyi kendi suretinde yaratmasından yola çıkıp tanrıyı taklit ettiği sonucuna da varabiliriz. Bilimkurgu sinemasında makinelerin insanlaşması temasının doğuşuna da bir anlamda ışık tutuyor Ex Machina. Bunun doğal bir sürecin ürünü olduğunu söylüyor. Daha ileri gidip, makinelerin insanlaşmasında hayatta kalma içgüdüsünün önemli bir payı olduğu düşüncesini dile getiriyor. 

5 Eylül 2025

Orson Welles Biyografik Filmi Nasıl Olmalı?

Başlangıç noktamız için iki farklı reçete yazabiliriz

Biyografilere nasıl başladığınız, yani ele aldığınız kişinin hangi dönemini hikayenin A noktası yapacağınız, filmin seyrini doğrudan etkileyecektir. Orson Welles gibi altın dönemini yirmili yaşlarında, sinemaya yeni adım attığı 1940’larda yaşayan, bir daha o şaşaalı günleri göremeyen ama buna karşın üretkenliğini kaybetmeyen ve önemli işlere imza atmayı sürdüren bir yönetmeni son demlerini yaşadığı günlerden başlayarak geri dönüşlerle anlatmak en mantıklı tercih olacaktır. Welles, belki biyografisini yazmak isteyen meraklı bir gazeteci veya bir öğrenciye çocukluğundan yaşlılığına dek hayat hikayesini anlatır. Flashback sahneleriyle birinci ağızdan anlatılan bir Orson Welles biyografisi büyük ihtimalle olumlu sonuç verecektir.

Herhangi bir Orson Welles biyografisini incelerseniz; yönetmenin çocukluk döneminden bahsedilirken, Yurttaş Kane’in açılış bölümüne benzer bir anlatımla yazıldığını fark edeceksiniz. Welles, Yurttaş Kane’i yazarken ana karakterine kendinden birçok şey katmıştı muhtemelen. Şimdi Welles’in çocukluğuyla ilgili neler yazıldığına bakalım: İki yaşındayken bir yetişkin gibi konuşabilen, üç yaşındayken her istediğini okuyabilen, beş yaşındayken Shakespeare’in oyunlarını ezberleyen, dokuz yaşında babasıyla çıktığı seyahat sayesinde dünyanın büyük bölümünü görme imkanı bulan, on yaşında ise bazı gazetelerde kendisinden karikatürcü, oyuncu ve şair olarak bahsedilen bir çocuk dehadan söz ediyoruz. Hal böyleyken, Welles biyografisi için olabilecek en iyi açılış; Yurttaş Kane’in açılış sekansının Welles’e uyarlanarak çekilmesidir. Kane ve Welles arasındaki parallellik böyle bir açılışla değerlendirilirse bir taşla iki kuş vurulacağına hiç kuşkum yok.

Welles’in radyo tiyatrosu ve tiyatro günleri

Welles, çok yönlü bir sanatçıydı. Sinemaya geçmeden evvel tiyatro ve radyo tiyatrosunda muazzam başarılar elde etti. Çocukluğunda başlayan Shakespeare tutkusu deyim yerindeyse tüm yaşamını etkiledi. Welles’in adını tüm dünyaya duyuran olay ise 30 Ekim 1938’de gerçekleşti. Welles’in bilimkurgu yazarı H. G. Wells’in Dünyalar Savaşı adlı eserini, radyo tiyatrosunda bir haber bülteniymiş gibi sunmasını ve inanılmaz performansıyla tüm Amerika’yı bir uzaylı istilası yaşandığına inandırmasını bir Orson Welles biyografisinde mutlaka görmek isteriz. Bu olayın mizahi bir dille anlatılması filme renk katacaktır.

2008 yapımı Richard Linklater filmi “Me and Orson Welles”’de genç bir öğrencinin tesadüfen kendisini Welles’in sahneleyeceği “Caesar” adlı oyunda küçük bir rol kapmasıyla yaşadıkları anlatılıyordu. Filmin odağında olmasa da Welles’e dair pek çok şey söyleyen yapım, onun olumsuz yönlerini göstermekten de hiç çekinmiyordu. “Me and Orson Welles”, Welles’in sinema öncesi dönemininden bir kesit sunuyordu. Filmi tiyatro üzerine çekilmiş önemli yapımlar arasında gösterebiliriz ama sinemaseverleri ilgilendirenin daha çok sinemadaki Welles olduğunu söylersek yanılmış olmayız. Dolayısıyla Welles’in radyo tiyatrosundaki olayı ve oyun sahnelemedeki hünerleri geçiştirilmese de filmden fazla zaman çalmamalı diye düşünüyorum.

Orson Welles biyografisi Yurttaş Kane üzerine kurgulanabilir

Welles’in dehasının en açık kanıtı henüz 25 yaşındayken çektiği Yurttaş Kane’dir diyebiliriz. Birçok soruşturmada sinema tarihinin en iyisi çıkan film, bir Welles biyografisinin olmazsa olmazı konumunda. Dolayısıyla biyografiyi Yurttaş Kane üzerine kurgulayabilirsiniz. Odak noktamız Yurttaş Kane olacaksa, film daha önce bahsettiğim gibi bir açılış sekansıyla başlayabilir ve ardından Welles’e Hollywood’tan teklif gelmesinde etkili olan Dünyalar Savaşı şovuyla devam edebilir. Filmin pek çok dedikoduyu da beraberinde getiren ve pazarlanmasında sorun yaratan olaylar yani bu sancılı süreci görmek isteriz. Ama asıl önemli olan ilk ve en özel filmini çeken genç Welles’in başarısının ardında yatan gerçekler olacaktır. Yönetmenin çalışma yöntemlerinden tutun, yenilikçi fikirlerin nasıl ortaya çıkmış olabileceğine yönelik çıkarımlara kadar birçok detay üzerinde durulabilir. Kısacası bir başyapıtın filizlenişini görmek heyecan verici olur. Öte yandan filmin Welles’e para kazandırmamasının ve Oscar gecesinden En İyi Film dahil 9 dalda adaylığı olmasına karşın bir ödülle (En İyi Özgün Senaryo) dönmesinin yarattığı hayal kırıklığına yer verilebilir.

Olumsuz özelliklerini de görelim

Welles, eserleriyle akıllarda yer eden bir sanatçıydı. Ancak, sözünü ettiğimiz olası biyografik film Yurttaş Kane’i odağına alsa da onun özel hayatını ve dominant kişiliğini göstermelisiniz. Genç yaşta evlenen Welles, buna rağmen çapkınlık yapmaktan geri durmamış. Dozu iyi ayarlanmak koşuluyla ilişkileri üzerinde durulabilir. Sanatıyla çığır açan Welles’i anlatılırken, onun olumsuz özelliklerine de değinilmeli, egosunun altı çizilmeli ve çalışması zor bir insan olması es geçilmemeli. “Hayatım boyunca enerjimin ve yeteneklerimin ancak %2’sini kullanabildim. Geri kalan %98’i küçük insanlarla itişmekle geçti.” gibi açıklamaları çevresindeki insanlara yukarıdan baktığını, onları küçümsediğini gösteriyor.  Sonuçta her insanın -çok sevilen dahi bir sanatçı da olsa- tasvip edilmeyen yönleri olacaktır. Bunları yansıtmak, bahsi geçen kişinin sevenlerinin gözünde küçülmesine sebep olmayacaktır.

1 Ağustos 2025

Bir Zamanlar Sinema Öneriyor: #80 The Congress

Beşir’le Vals ile tanıdığımız Ari Folman'ın, Stanislaw Lem’in önemli eserlerinden Gelecekbilim Kongresi'ni temel alıp, serbest bir uyarlamayasına soyunduğu The Congress (Son Şans), önce sinema sektörünün ardından da insanoğlunun geleceğine bakış atan benzersiz bir bilimkurgu denemesi...

The Congress’te de kendini oynayan ve artık gözden düşmüş bir oyuncu olan Robin Wright’ı yepyeni bir teknolojiyle dijital ortamda yeniden yaratılan, sektörde artık dijital kopyası ve sinemasal benliğiyle varolmak zorunda kalan bir karakter olarak izliyoruz. Bildiğimiz anlamda oyunculuğun devre dışı kalmaya başlamasıyla sözde daha özgür bireylere dönüşüyor oyuncular. Elbette ki Folman, sektörün gidişatını ve ticarete dönmesini eleştiriyor. Bir yandan getirdikleriyle (beyazperde de hep genç kalmak gibi) hayranlık uyandırsa da klasik sinemanın sonunu işaret etmesi, yaratıcılığı öldürmesi gibi sebeplerle karşısında durulması gereken bir teknolojik atılım masaya yatırılıyor.

Masum Sanık Rogger Rabbit çizgi karakterlerini gerçek dünyaya salıverip, gerçeklik içinde fantastik bir alem yaratmasıyla o gün için önem arz eden bir işti. Bir anlamda o filmin mirasını devralan The Congress ise Roger Rabbit’i çıkış noktası olarak belirliyor ve özündeki fantastik öğeleri halüsinatif bir dünyaya hapsediyor. Halüsinatif dünya ile gerçekliği ya da çizgi olanla gerçekliği hem iç içe geçiriyor hem de birbirinden keskin bir çizgiyle ayırıyor Folman. Filmin ilk 45 dakikasında sektörün geleceğine bakıp, 20 yıl sonrasına atlayan ve birden live action animasyona geçen Folman, bu durumu hikayenin bir parçası yaparak işlevsel kılıyor. The Congress’in farkı da burada ortaya çıkıyor. Biçimsel yetkinliği, oldukça yaratıcı hikayesi, eleştirel tutumu ve sinema dili filmi kendi türü içinde önemli bir noktaya taşıyor.

Dünyanın geleceğine dair karanlık bir tablo çizen The Congress, insanoğluna sahte de olsa cennete kaçma fırsatını veriyor. Folman, The Matrix’in kıyamet sonrasında sanal bir dünyaya hapsedilen insanlık fikrini tersine döndürerek uyguluyor. Mavi-kırmızı hap benzeri bir seçim yapılarak Harikalar diyarına adım atılıyor. İnsanoğlu mücadele etmeyi ya da gerçekliği değil, halüsinatif bir hayatı tercih ediyor. Abre los Ojos ya da yeniden çevrimi Vanilla Sky’da bireyin bilinçaltı düzeyine indirgeyerek gerçekleştirebildiği gerçeklikten kaçış formülünün eğilip bükülerek hayata geçirildiğini de görüyoruz The Congress’te.

17 Temmuz 2025

The Teory of Everything

Biyografilerin akademinin radarına girmekte zorlanmadığı malumumuz. Vizyona girdiği yıl Selma ve The Imitation Game ile birlikte The Theory of Everything (Her Şeyin Teorisi), En İyi Film dahil 5 dalda Oscar adaylığı elde ederek, öne çıkan biyografik yapımlardan biri olmuştu. Teorileriyle modern bilimin gidişatını değiştiren İngiliz fizikçi Stephen Hawking’in hayatından bir kesiti beyazperdeye taşıyan film, ünlü teorisyenin eşi Jane Hawking’in kitabından uyarlandı. Kamera arkasında James Marsh’ı gördüğümüz Her Şeyin Teorisi, filmlerinden ziyade Man on Wire, Project Nim gibi başarılı belgeselleriyle tanınıp sevilen bir yönetmenin elinden çıkma.

Biyografi modeli sorunlu

Stephen Hawking’in öğrencilik yıllarında açılan film, henüz ilk dakikalarında rengini belli ediyor. Oğlan kıza rastlıyor ve evliliğe uzanacak olan Stephen – Jane ilişkisi başlıyor. Teorileriyle çığır açan bir bilim insanının fiziken çöküşü, zihnen yükselişi, önce okulunda, sonra bilim çevrelerinde ve en sonunda dünyada kabul gören bir deha olması, tüm film boyunca Jane’le ilişkisinin gölgesinde kalıyor. Bunun sebebi ise filmin Jane Hawking’in kitabından uyarlanıyor oluşu. Biyografinin biyografisi yapılan şahsiyetin değil de, onun yakınındaki bir karakterin gözünden anlatılması aslında genelde bir farklılık yaratır. Ancak, Milos Forman’ın başyapıtı Amedeus’ta hikayeyi Mozart’a kıskançlık ve hayranlık duyan bir başka müzisyenin bakış açısından anlatılarak yakalanan başarılı formül The Theory of Everything'de işlemiyor. Sebebi de az önce bahsettiğimiz gibi dehayı deha yapan özelliklerin ikinci plana atılarak işlenmesi. Sonuç olarak The Theory of Everything'in, odak noktasını yanlış seçmiş bir başarı ve azim öyküsü, bir biyografi olduğunu söyleyelim.

Stephen Hawking’in alanında yükselişini, özel hayatını ve Amiyotrofik Lateral Sklerozis denilen hastalığının ilerlemesini paralel olarak anlatıyor film.  Hawking’in hastalığını öğrendikten sonra bilime olan tutkusuna, azmine hayranlıkla şahit oluyoruz. Hawking’in hastalığının tüm safhalarını izliyoruz ve bu biçare hastalık filmin hiçbir anında duygu sömürüsü kaçmadan perdeye yansıtılmış. Yönetmen Marsh, filmin dramatik çatısını da zaten Stephen ile Jane’in duygusal ilişkisiyle örmüş.

Bilimle tanrıya ulaşabilir miyiz?

The Theory of Everything'de film boyunca gündemde kalan bir konu daha var: Tanrı problemi… Stephen, Jane’le tanıştığında birinin ateist, diğerinin Hristiyan olması neticesinde din-bilim çatışmasına girilmeden tanrının varlığı tartışılıyor. Filmin ikinci yarısında rahip karakterinin devreye girişiyle konu tekrar açılıyor.  Stephen’ın kitap yazım aşamasında ve en sonunda da kendisine yöneltilen bir soruyla yine karşımıza çıkıyor. Hawking’in tanrı problemi tüm filmin üzerine siniyor. Peki, The Theory of Everything bu problemin neresinde duruyor. “Kişisel” bir Tanrı varlığına inanmadığını dile getiren Hawking, bir röportajında “Evrenin oluşumu bilimin gerçekliğine dayanır. Ama bu hiçbir şekilde, bilim kurallarını koyan ve onları da yaratan bir tanrı olmadığı anlamına gelmez” demiştir. Filmde de gördüğümüz üzere gençliğinde katı biçimde tanrının varlığını reddeden Hawking, uzun yıllar süren çalışmaları sonunda daha yumuşak ifadelerde bulunuyor. Hawking’in araştırmaları ve teorilerinde tanrıya yer açma, onu bir yere konumlandırabilme uğraşısı, net bir sonuç vermese de “Bilimle tanrıya ulaşabilir miyiz?” sorusunu akla getiriyor. Zaten filmde Hawking’in verdiği cevaplarda hep bir “ama” var. Bu açıdan The Theory of Everything'in, Hawking’in tanrı sorunsalında cevaplardan çok sorularla ilgilenmesi yerinde bir tercih olmuş. Sonuç olarak şöyle diyebiliriz: Hawking’in bilimsel çalışmaları, teorileri ve içsel sorgulamaları biyografinin ana argümanı olsaydı uzun yıllar konuşulabilecek bir film izleyebilirdik.

Redmayne’in unutulmaz performansıyla hatırlanacaktır

Eddie Redmayne’e En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde akademi ödülü kazandıran performansı The Theory of Everything'in en büyük kozu. Akademi, rolü gereği fiziksel değişim geçiren oyuncuları ve performanslarını genelde görmezden gelmez. Hawking’in aşamalı kas çürümesi veya erimesi olarak bilinen hastalığının tüm evrelerinin Redmayne’in bedeninde canlanışını kusursuz bir performansla seyrediyoruz. Öyle ki, zaman zaman onun Redmayne olduğunu bile unutabiliyoruz. Biyografilerdeki inandırıcılık sorunları büyük oranda abartıya kaçan, yapay duran makyajdan ve kötü performanslardan kaynaklanır. The Theory of Everything'in ise en güçlü olduğu alan başta Redmayne olmak üzere oyuncu performansları. Film iz bırakmadı ama Eddie Redmayne, Hawking yorumuyla her zaman hatırlanacaktır…

26 Haziran 2025

Edebiyattan Sinemaya: #5 Bir Uyarlama Olarak The Count of Monte Cristo

Alexandre Dumas'ın sinemaya ve Tv'ye birçok kez uyarlanan klasiği The Count of Monte Cristo, roman dediğimiz türün en önemli örneklerinden biri. Eser, geçtiğimiz yıl ana vatanı Fransa'da iddialı bir uyarlamaya daha kavuşmuş ve genel olarak iyi tepkiler almıştı. Bu yazıda 2024 Fransız yapımının yanı sıra 2002 Amerikan yapımı The Count of Monte Cristo'yu birlikte değerlendireceğim.

The Count of Monte Cristo (2024)

Sefiller ve Monte Cristo Kontu gibi 1500 sayfalık klasiklerin sinemaya hakkıyla uyarlanması pek olası değil. Her uyarlamada detaylar kaybolacaktır şüphesiz ama eserin özünü yakalayıp beyazperdeye yansıtabilmek filmin başarısında hayati öneme sahip diyebiliriz. 2024 yapımı Monte Cristo Kontu, üç saatlik süresi ve özenli prodüksiyonuyla ilk bakışta umut vadediyor. Romanı okumamış olanlar için tatmin edici bir sinema deneyimi sunduğunu bile söyleyebiliriz aslında. Filme bir uyarlama olarak baktığımızda ise defoları gözümüze batıyor. Yönetmenlerimiz Alexandre La Patalliere ile Matthieu Delaporte, sadık ve kapsamlı bir uyarlama yapmak için yola çıkmışlar bunu anlıyoruz. Filmin üç saatlik süresi de bunu destekler nitelikte. Ancak bu sürenin sadık bir uyarlama için yeterli olmayacağının yönetmenlerimiz de farkında. Film boyunca gördüğümüz 'kısa yollar', bu farkındalığın bir sonucu. Örneklerle açalım: Edmond Dantes'e komplo kurma fikri, çalıştığı geminin muhasebecisi Danglars'tan çıkmıştır. Geminin kaptanı öldüğünde, Edmond Dantes kaptanlığa terfi eder. Armatörün bu beklenmeyen tercihi ihtiraslı Danglars'ı harekete geçirir. Filme baktığımızda Danglars'ı bizzat geminin kaptanı olarak görüyoruz ve gemide yaşanan bir olay ile iki karakter arasında kısa yoldan bir düşmanlık yaratılmış oluyor. Diğer bir örnek ise varlığından sadece Başrahip Faria'nın haberinin olduğu hazinenin kaynağının filmde Tapınak Şövalyelerine bağlanmış olması. Bu gibi akılcı kısa yollarla atlanamayacak önemdeki olaylar kısıtlı sürenin kurbanı olmadan verilmiş oluyor.

Romanın uyarlamasındaki kusurlara gelelim. Edmond'un sorgulamaları bitip hapishane yolculuğu başladığında, dört yıllık bir zaman atlaması yapılıyor. Seyirci Edmond'un mahpusluğunun ilk zamanlarını, yakarışlarını, delirmenin eşiğine gelişini, kısaca çektiği acıları deneyimleyemiyor. Alexandre Dumas'ın özenle yarattığı Başrahip Faria karakteri, filmde bir o kadar özensiz çizilmiş. Edmond'un hapisteki akıl hocası olan Faria, Dumas'ın ona atfettiği tüm üstün niteliklerinden arındırılmış. Hatta başrahipliği dahi elinden alınmış. Bu basitleştirmenin affedilir bir yanı yok açıkçası. Zira, Edmond'u hayatta tutmanın, onun kaçışını sağlamasının çok ötesinde bir rolü olduğunu biliyoruz. Bildiği dilleri ve tüm bilgi birikimini Edmond'a aktaran Faria, onun kont rolüne bürünebilmesinin de yolunu açmıştır. Sonuçta 19 yaşında hapise giren bir gencin sofistike bir intikam alabilmesi için donanımlı olması gerekir. Söz hapisten açılmışken, mekan tasarımı bakımından da en azından hapishane ayağının çok yetersiz kaldığını söyleyebilirim. Yönetmenlerimiz, aslında eserin en unutulmaz kısımlarına gerekli ehemmiyeti vermediklerini görüyoruz. Filmin hapishane bölümü sadece 20 dakika sürüyor, buradan da anlaşılabilir. 

2024 yapımı Monte Cristo Kontu'nda, Edmond Dantes'in nasıl olup da Monte Cristo Kontu olduğuna dair hiçbir fikir edinemiyoruz. Filmin en büyük kusuru bana kalırsa bu. Yönetmenlerimizin ilk bir saatlik dilimdeki tercihlerinin bir sonucu bu elbette. Daha çok Edmond'un alacağı intikamla ilgilenmişler. İntikam alacağı karakterlere yeterince süre veriliyor ama buna karşın karakter gelişiminde sınıfta kaldığını düşünüyorum. Toparlarsak, yönetmenlerimizin filmin süresini verimli kullanamadıklarını, romana kısmen de olsa sadık kalabilmeye çabalarken, eserin ruhunu yakalayamadıkları düşünüyorum.

The Count of Monte Cristo (2002)


2000'li yılların başında izlediğimiz Amerikan yapımı The Count of Monte Cristo, prodüksiyon, cast ve eserin adaptasyonu hususunda bazı eksilerine rağmen oldukça tatmin edici bir iş çıkarmıştı. Filmin eksilerinden başlayalım. Edmond Dantes'in, Fernard ve Danglars'ın ihanetini hapise düşmeden öğrenmesi, ana karakterimizin ve hikayenin gelişimi açısından bazı sorunlar doğuruyor. Zira, Edmond hapiste Faria ile tanışana dek, dört yıl boyunca neden hapiste olduğunu sorguluyor. Filmde ise hapise girdiği andan itibaren intikam arzusu içinde. Bu uyarlamanın başarısını Hollywood kökleşmiş hikaye anlatıcılığına bağlayabiliriz. Diğer yandan, yönetmen Kevin Reynolds'un Hollywoodvari hamlelerinin, Edmond Dantes'in yolculuğu bağlamında filmi, eserden oldukça uzaklaştırdığını söyleyebiliriz. Seyirciyi memnun etme pahasına, -romanı okumuş veya başka bir sinema uyarlamasını izlemiş- seyircinin dahi beklemeyeceği bir mutlu son tercih edilmiş olması bir hayli şaşırtıcı. Bu bir yandan iyi hissetmemizi de sağlıyor ama ana karakteri içselleştirmiş seyirci için pek kabul edilebilir bir durum değil.

Senarist Jay Wolpert ve yönetmen Reynolds'un uyarlamadaki başarısının sırrı, romanın hangi kısmına ağırlık vermeleri gerektiğini çok iyi bilmeleri diye düşünüyorum. Eseri Edmond Dantes ve Monte Cristo Kontu şeklinde ana karakterimiz üzerinde iki parçaya bölersek, filmin süresinin yarıdan fazlasını Edmond Dantes'e ayırdığını görürüz. Yönetmenimiz, klasik eserin en başarılı kısımlarının Dantes'in yakalanma, uzun hapis hayatı ve hazineyi bulma bölümlerinin olduğunun farkında. Edmond'un hapishane günlerine yeterli zaman ayrılıyor. Faria eserde olduğu gibi bilge ve oldukça yetenekli bir karakter olarak çiziliyor. Edmond'un eğitim safhaları romanda olmayan yeni sahnelerle desteklenerek veriliyor. Dolayısıyla ana karakterimizin, Edmond Dantes'ten Monte Cristo Kontu'na nasıl dönüştüğü konusunda seyircinin kafasında en ufak bir pürüz dahi kalmıyor. Edmond'un Monte Cristo Kontu olarak verdiği ilk büyük davette, balonla inerek kendini gösterdiği bir sahne var ki, Alexandre Dumas görse alkış tutardı belki de. Günümüzün süper starlarının sahneye çıkışlarının heybetinden esinlenilmiş ve bence hoş tat bırakan bir eklenti olmuş bu. Filmin intikam ayağına baktığımızda ise, her şeyin biraz hızlı aktığını ve fakat Reynolds'un anlatısındaki ustalık sayesinde, bu bölümün aceleye getirilmiş hissiyatı yaratmadığını düşünüyorum. Genel olarak baktığımızda karakter yaratımı açısından iyi iş çıkarıldığını, sanat yönetimi ve görsel tercihlerin de bu uyarlamanın artılarından biri olduğunu söyleyebilirim.

18 Haziran 2025

Bir Zamanlar Sinema Öneriyor: #79 The Devil's Backbone

Korku janrına hakim bir isim olan Guillermo Del Toro'nun üçüncü uzun metrajı The Devil's Backbone (Şeytanın Belkemiği), İç savaşın yerle bir ettiği İspanya'da bir yetimhaneye bırakılan 10 yaşındaki Carlos'un gözünden, bu ıssız yetimhanede yaşanan olayları anlatılıyor. Hayalet nedir sorusuyla açılan ve seyircisini bunu düşünmeye iten film, hikayesinin temelini trajik bir olay üzerine kurguluyor. Cinayete kurban gitmiş bir çocuğun hayaletinin dolaştığını ve hikayenin düğümünün de bu olayla bağlantılı olduğunu belirtelim. Del Toro, hayalet hikayesini, iç savaşta yetim kalmış çocukların dramına destekleyici bir unsur olarak kullanarak filmin dramatik yapısını güçlendirmiş. Zira, filmde klasik bir hayalet hikayesi olmasına ve alt türün klişeleri kullanılmasına karşın korku hep ikinci planda tutulmuş. Hatta The Devil's Backbone'un korku etiketini sadece hayalet temasının varlığından aldığını söyleyebiliriz. 

İç savaşın yarattığı karmaşayı filmin her anında hissedebiliyoruz. İç savaş arka fonda kalmış gibi görünmesine karşın, hikayenin önemli bir ayağını oluşturuyor. Gerçekçi ve minimal bir iç savaş portresi çizen yönetmen, korku filmi beklentisiyle yaklaşılmadığı takdirde seyircisini tatmin edebilen, samimi bir filmle baş başa bırakıyor. The Devil's Backbone, iç savaş fonunda bir korku hikayesi anlatmasıyla Del Toro'nun popülaritesi daha yüksek ve daha başarılı olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz Pan's Labyrinth'ini akla getiriyor. Fantastik ve korku değişkeni dışında hikayelerini birer çocuğun bakış açısıyla anlatmalarıyla da iki film arasındaki benzerlik gözden kaçacak gibi değil doğrusu. Sonuç olarak; atmosfer kurmadaki başarısıyla da dikkat çeken The Devil's Backbone'u dramatik korku sevenlere gönül rahatlığıyla önerebilirim.

4 Haziran 2025

Bir Bilimkurgu Klasiği: Terminator Serisi

James Cameron’ın yarattığı Terminator serisi, 30 yılı aşkın bir süredir post apokaliptik bilimkurgu alt türünün göz bebeklerinden biri konumunda. Bu seriyi özel kılan neydi? Başarısını hangi formüllere borçluydu Terminator? Öncelikle Cameron’ın vizyonuna borçlu olduğunu ve yönetmenin alt türü çok iyi etüt ettiğini söyleyelim. Cameron, tematik açıdan oldukça zengin bir kıyamet sonrası bilimkurgusu yaratırken birçok filmden faydalanmış, 1968 sonrasındaki süreci iyi değerlendirmiş. Termınator, kıyamet sonrasına zaman yolculuğu aracılığıyla ulaşan Planet of the Apes’in formülünü tersten uygulayarak alt türe zenginlik ve bir farklılık kattı denilebilir. Film, 2001:  A Space Odyssey’in bireysel olarak yaklaştığı makine – insan mücadelesini de alenen bir savaşa çevirmiş, insanoğlunu yokoluşa sürükleyecek bir hikayede işlemiştir. Westworld’ün insan suretindeki makineleriyle, Blade Runner’ın karanlık atmosferi Cameron’a ilham vermiş. Şüphesiz ki, Termınator post apokaliptik bilimkurgu alt türüne pek çok yenilik getirmiş olsa da, türün diğer örneklerini gibi nükleer felaket paranoyasından beslenmiştir. Mad Max serisi ve Escape from New York’ta olduğu gibi kıyamet sonrasında aksiyon düşüncesini hikâyenin günümüzde geçen ayağında hayata geçirmiştir Cameron. İlk üç film, Mad Max gibi kaçmalı-kovalamacalı yapıya bel bağlamış ve bu, Terminator filmlerinin klasik bir öğesine dönüşmüştür.

Serinin efsaneleşmesinde yönetmen Cameron’ın ardından en büyük pay Arnold Schwarzenegger’a aittir diyebiliriz. Kendisine Klye Reese rolü teklif edilen, ancak sibernetik makine T-800’ü tercih eden Arnold, özellikle ikinci film sonrasında karakteriyle ikonikleşmiş, “I’II be back” (Geri döneceğim) repliğini haklı çıkarırcasına hep geri dönmüştür. Cameron sonrasında düşüşe geçen seriyi diriltmek için birçok yol denendi ama Terminator’ı özüne döndürme çabası beklenen sonucu vermedi.

The Termınator

Seyircisine oldukça zengin bir dünya sunan Termınator, distopyasında umududa yer açan kıyamet sonrası bilimkurgularından. Yapay zeka ile insanoğlunun gelecekte vuku bulan çetin savaşıyla ilk buluşmamız, düşük bütçe faktörüne rağmen muazzam bir deneyime dönüşmüştü. 2029 yılının karanlık dünyasında açılan film, makinelerle insanlığın dengelerin sürekli değiştiği savaşından günümüze uzanır. Yapay zeka Skynet’in şeytani bir planı vardır: Direnişin lideri John Connor’ı henüz doğmadan yoketmek… Bunun için görevlendirilen T-800 model sibernetik makine görevini tamamlayana kadar durmayacaktır. Biraz düşündüğünüzde hikâyenin İncil’den beslendiğini fark edeceksiniz. John Connor, insanlığın kurtuluş umudu, mesihidir. Onu doğuran Sarah Connor’da Meryem Ana olarak düşünülebilir. Zira, mesele sadece kurtarıcıyı doğurması değil, henüz teorik olarak doğmamış\varolmamış biri tarafından hamile bırakılması söz konusudur. John Connor’ı özel yapan da belki bu ince detaydır.

The Termınator, serinin en karanlık filmi olmakla birlikte gerilimin yaratma hususunda da devam filmlerinin önündedir. Bunun sebebi de karakterlerimiz arasındaki güç eşitsizliğinin diğer filmlere göre daha dengesiz olmasıdır. Kısıtlı bütçe de Cameron’ı aksiyondan ziyade gerilime yöneltmiştir. İlk filme bakarak insanoğlunu yok oluşa sürükleyen makine-insan savaşında tüm suçu zaman yolculuğu teknolojisi üzerine atabiliriz. Çünkü gelecekten gelen Cyborg yok edilse bile, sağlam kalan bir kolu ve işlemcisi Skynet’in doğuşunu olanaklı kılacaktır. Bu noktada oluşan paradoksun ise filme bir derinlik kattığı söylenebilir.

Terminator II: Judgement Day

The Terminator’ın ticari başarısı sonrasında Aliens ve The Abbys gibi iki bilimkurgu başyapıtı daha çekerek bir anda hem türün hem de döneminin en önemli yönetmenlerinden birine dönüşen James Cameron, stüdyodan 100 milyon dolar gibi yüksek bir bütçe kopararak hayalini kurduğu filmi yapmak için kolları sıvamıştı. Aradan geçen 7 yılda efekt teknolojisindeki geldiği nokta da kuşkusuz bu hayali hayata geçirmesine olanak tanıdı denilebilir. İlk filmin hikâye kurgusunu tekrarlayan Cameron, Arnold Schwarzenegger’in seyircinin belleğinde taze kalmayı başaran Cyborg karakterini koruyucu bir meleğe dönüştürmesi film adına küçük ancak çok etkili bir hamleydi. Hikâyeyi 10 yıl sonrasına taşıyan Cameron, T-800’ü babasız büyüyen John Connor için bir baba figürü gibi konumlandırdı. Böylece durmak bilmeyen aksiyon içine duygusallık da katarak inanılmaz bir kimya oluşturdu. Judgement Day, bir devam filmi olsa da öncülünün çok ötesine geçti. Efektlerin, görseliğin ve doyumsuz aksiyonun bunda büyük payı olsa da, Judgement Day’in tematik açıdan daha zengin bir film olması, Terminator’ün dünyasını genişletmesi klasikleşmesinde etkili oldu. Makine-insan savaşının kendi içinde makine-makineye karşı, makinenin insanlaşması gibi alt başlıklar açılarak genişletilmesi iyi bir örnektir. İlk filmde zorunlu olarak öne çıkan gerilimin, bu filmde yerini tam anlamıyla gerçek bir aksiyona bırakması, bilimkurgu\aksiyon melezleşmesinin Terminator filmlerine daha uygun olmasıyla ikinci film parladı. Karakterlerin kendini bulması da atlanmaması gereken bir detaydır. Sarah Connor’ın sinema tarihinin en güçlü kadın karakterine bürünüşü, John Connor’ın ortaya çıkışı, T-800’ün insanoğlunun tarafına geçişi ve civa alaşımlı T-1000’in varlığı Judgement Day’e çok şey kattı. Sayısız unutulmaz sahnesiyle hafızalarımıza kazınan bu film, görsel dokusu, aksiyonu ve kusursuzluğuyla 90’lı yıllar bilimkurgu sinemasının zirvesine oturdu.

Terminator 3: Rise of the Machines

James Cameron, Terminatör serisine daha fazlasını veremeyeceğini düşündüğünden ve kendini de tekrar etmekten kaçındığı için üçüncü filmin kamera arkasına geçmeyi kabul etmedi. Çok da tecrübeli bir isim olmayan Jonathan Mostow’ın yönettiği Terminator 3: Rise of the Machines, formüllerin dışına çıkmayan klasik bir devam filmiydi. İkinci filmin 10 yıl sonrasına taşınan hikayede yetişkin ve bir nevi derbeder bir John Connor çıktı karşımıza. Skynet’in onu yok etmek için bir kez daha şansını denediği filmde, Judgement Day’de olduğu gibi makine-makineye karşı durumu söz konusuydu. Artık klasikleşen otobanda takip sahneleriyle yine büyük keyif verse de, serinin hayranları aksiyon ve görsellikten çok daha fazlasını beklediğinden Rise of the Machines kısmen de olsa hayal kırıklığı yarattı. Kaderimizi değiştirip değiştiremeyeceğimiz meselesi üzerine kafa yoran filmde kaçınılmaz olanın gerçekleşeceğini vurguladı yönetmen Mostow. Zaten Rise of the Machines’in seri içindeki önemi geçmiş ve geleceği birleştirmesiydi. Ortada seriyi ileri taşıyacak bir hikaye olmaması, Cameron’ın vizyonuna ihtiyaç duyulması ve tekrara düşülmesi gibi sebeplerle beklentileri karşılayamayan üçüncü bölüm, her şeye rağmen başarılı bir işti.

Terminator: Salvation

Serinin yaratıcısı James Cameron olmadan da iyi bir Terminator filmi çekilebildiğini görmüştük. Peki ya Arnold Schwarzenegger olmadan bunu başarmak mümkün müydü? Serinin dördüncü bölümü Terminator: Salvation bu soruya olumlu bir cevap niteliğindeydi. Hem de bunu kamera arkasında pek de yetenekli bir yönetmen (McG) olmadan başarması takdire şayandı. Terminator: Salvation ile ilgili en önemli nokta artık sonunda hikâyenin kıyamet sonrasına taşınmasıydı. Serinin önceki bölümlerinde gelecekten direnişe dair kısa anlar izlemiş ama neler yaşanacağına ilişkin detaylı bir veri elde edememiştik. Yönetmenin karanlık dönemi anlatıyoruz dediği Salvation’da babası Kyle Reese’i arayan, onu korumaya çalışan ve insanlara umut aşılama çabasında bir John Connor görüyoruz. Bununla birlikle Marcus Wright -özel üretim bir makine-insan- adlı ana hikâyeye hizmet eden bir yan karakterin varlığının da filme zenginlik kattığını söyleyebiliriz. Serinin dördüncü bölümü ile bir anlamda klasik bir post apokaliptik bilimkurguya evriliyor Terminator. Seri alt türün klasik bir örneğine dönüşürken elbette ilk üç filmin hikâye kurgusunun da değişmesi kaçınılmazdı. Ancak aynı yorumu filmin kıyamet sonrası dünyasının görsel karşılığı için söyleyemeyiz. Çünkü Cameron’ın mavimtrak geleceğine ihanet edildiği bir gerçek. Bu durumu görmezden gelebilmenin tek yolu Salvation’ı Judgement Day’den bağımsız olarak düşünebilmek bana kalırsa. 

Terminator: Genisys 

Serinin ilk filmlerinde olduğu gibi yine geleceğin dünyasında açılan Genisys, ilk etapta The Terminator’ın eksik parçalarını tamamlamaya girişiyor denilebilir. Kyle Reese’in bakış açısından, geleceği ve John Connor’ı görüyoruz. Zaman yolculuğunun nasıl olup da devreye girdiğini ve döngüyü başlattığını görme şansına erişiyoruz. Genisys’in bozucu nitelikteki hamleleri de bu noktada başlıyor. Yeniden 1984 yılındayız ama hiçbir şey eskisi gibi değil. Serinin ilk iki filmi üst üste bindiriliyor, tekrar etmekle yeniden yaratmak arasında ince çizgide oldukça tuhaf ve bir o kadar da eğlenceli bir alternatif gerçeklik bölümü izliyoruz. İlk 20 dakikadan sonra ise filmin yönü tamamen değişiyor. 2017’nin dünyasına geçiş yaptığımızda alternatif gerçeklik senaryosunun da ikinci kısmına geçmiş oluyoruz. Zaten ne oluyorsa burada oluyor. Sürprizlerini bozmamak için detaya girmeyelim ama alternatif gerçeklik yaratayım derken John Connor’a biçilen rolün yenir yutulur cinsten olmadığını, serinin özüne ters bir yola girildiğini de söylemeden geçmeyelim. Diğer önemli nokta da geçmişi değiştirirken nostaljik tatlar verip artı puan toplarken, geleceği değiştirme cüretinin gösterilip bir çuval incirin berbat edilmesi Terminator: Genisys, serinin en önemli temalarından zaman yolculuğunun hiç olmadığı kadar medet umuyor. Zaman yolculuğunun yarattığı klasik paradoksla yetinmeyip, kişinin kendi gençliğiyle karşılaşması ve zamanda açılan gedikle komplike bir senaryoyu hayata geçiriyor. Evet, belki havada kalan pek bir şey yok ama Terminator'dan geriye ne kaldığı da sorgulanmalı. 

Termimator: Dark Fate

Seriyi devam ettirebilmek için yeni yollar arayan senarist ekibimiz, önceki film Genisys'da olduğu gibi burada da alternatif yaratma çabası içine girmiş. John Connor'ın makineler tarafından öldürüldüğü, Skynet'in engellendiği ve fakat Skynet'in yerini Legion'un aldığını öğreniyoruz. Görüldüğü üzere Dark Fate, bozucu nitelikte bir Terminator filmi. Serinin üzerine kurduğu temelleri yıkmakta beis görmüyor, diğer bir deyişle seriye ihanet ediyor. John Connor'ın ölümü serinin fanları için kabul edilebilir bir hamle değil. Dark Fate'in en önemli kozu ise Rise of the Machines'te öldüğünü öğrendiğimiz Sarah Connor'ı geri getirmek... Deadpool ile kendini ispatlayan Tim Miller'ın yönettiği Dark Fate, hikaye kurgusu ve bir Terminator filmi olarak şablonun dışına çıkmamaya özen gösteriyor. Yeni karakterleri fazla yadırgamasak da değiştirilmiş gelecek düşüncesine tutunmak oldukça zor. Görsel efektler ve işin aksiyon cephesinde özellikle Genisys'e göre daha iyi bir iş çıkartıldığını görüyoruz. Sonuç olarak Terminator: Dark Fate, Terminator: Genisys'in ardından serinin en zayıf filmi olmaktan kurtulamamış diyebiliriz.

22 Mayıs 2025

The Imitation Game

En İyi Film ve En İyi Yönetmen dahil 7 dalda Oscar adaylığıyla vizyona girdiği yıl adından sıkça söz ettiren filmlerden olmayı başaran The Imitation Game, bir II. Dünya Savaşı filmi olması, bir biyografi olması ve tarzı gibi özellikleriyle “Oscar için çekilmiş” hissiyatı yaratmıştı. Elbette öyle bir düşünceyle yola çıkılmasına rağmen temiz senaryosu, kurgu masasındaki hamleleri ve Morten Tyldum’ın ne yapmak istediğini bilen bir yönetmen olması gibi etkenlerle hakkı teslim edilmesi gereken iyi bir film diyebiliriz The Imitation Game için.

Savaşlar cephede değil, masa başında kazanılır!

Cephede yaşananlarla ilgilenmeyen The Imitation Game, klasik bir II. Dünya Savaşı filmi değil. Bu, ‘savaşlar cephede değil, masa başında kazanılır’ın filmi.  Almanlar’ın çözülmesi imkansız olarak görülen Enigma şifrelerinin kırılarak, matematik ve stratejiyle kazanılan II. Dünya Savaşı’nın perde arkasında yaşananları odağına alıyor. İngiltere’nin en yetenekli şifre çözücülerinden kurulan bir ekibin, zamana karşı verdikleri savaş; sırlar, çeşitli fedakarlıklar ve özveriyle kazanılıyor. Filmin başarısı da cepheyi göstermeden savaşı hissettirebilmesinde. Açıkçası Naziler nasıl kaybetti sorusuna II. Dünya Savaşı’nı konu alan birçok filmden daha açık bir cevap verebilmesi önemli bir detay bana kalırsa.

Alan Turing: Bir dehanın portresi

Okul yıllarında zekasıyla kısa zamanda fark edilen Alan Turing, diğer çocuklardan farklı olduğu için arkadaşları tarafından dışlanıyor, hatta ötekileştiriliyor. Matematik, fizik gibi derslere ilgilisi, yolunun kriptografiyle kesişmesine olanak tanıyor. Dehası onu asosyalleştirirken, kaderini de belirliyor. Çocukluk ve gençlik döneminde yaşadıklarının cinsel eğilimi üzerinde nasıl bir etkisi olmuştur kestirmek güç ancak, filmin akışı içerisinde Turing’in homoseksüelliği önemli bir noktada duruyor. Homoseksüelliğin yasal olmaması savaş yıllarında ama özellikle de sonrasında Alan Turing’in yaşamını derinden etkiliyor. O, modern dünyayı değiştirirken, aynı toplum onun tercihlerini ve yaşam biçimini kabullenemedi. Dolayısıyla başarı ve zaferleri, muhafazakar düşünce yapısına kurban gitti, onu trajik bir sona götürdü denilebilir. Ama elbette geç de olsa adını tarihe altın harflerle yazdırdı. Filmde, Alan Turing’i Benedict Cumberbatch’ın ölçülü bir performansla canladırdığını görüyoruz. 

Modern bilgisayarın öncüsü ‘Christopher’

İlk çağlardan bugüne değin, insanoğlunun doğaya, hayvanlara ve kendi türüne karşı üstünlük kurma çabası yeni gereksinimler doğurmuştur. İlk aletin icat edilmesindeki saflığı bir kenara koyarsak, savaşlar teknolojik gelişmeler için bir katalizör işlevi görüyor denilebilir. Bu noktadan The Imitation Game’e bakarsak; II. Dünya Savaşı’nda Almanlar’ın icat ettiği Enigma adlı makinelerle yapılan şifreli iletişimi kırabilmek için İngilizler de başka bir makine icat ediyor. Matematik dehası Alan Turing’in bir makineyi bir başka makineyle alt etme düşüncesi, modern bilgisayarın öncüsü olarak kabul edilen teknolojinin doğuşu anlamına geliyor. Buradan da şu sonuca varabiliyoruz: Savaşlar yeni teknolojik gelişmelere önayak olurken, teknolojik gelişmelerin de savaşlar üzerindeki dönüştürücü bir etkisi var. Bilgisayarın icadı, savaşı kazanma motivasyonuna dayansa da Turing’in esas motivasyonunun bilim insanının yaratma ediminden aldığı-alacağı hazla veya başarma duygusuyla daha iyi açıklanabileceğini söyleyebiliriz.

Temiz işçiliğiyle takdir edilmeli

Yönetmenimiz Morten Tyldum, Alan Turing’in biyografisini onun okul yılları, savaş yılları ve hayatının son dönemine denk gelen 1950’ler olmak üzere üç farklı zaman diliminde incelemiş. Çizgisel bir akışın tercih edilmemesi, kurgudaki temiz işçilikle birleşince ortaya iyi akan, dinamik bir biyografi çıkmış. Hayatının üç zaman dilimine sıkıştırılması, Turing’in diğer başarılarının ve onu ölüme götüren sürecin atlanması gibi önemli detaylara yer verilmemesi ise filmin eksileri denebilir. Savaşı daha çok gerçek görüntülerle veren Tyldum, “gerçek hikayeden uyarlanmıştır” bilgisinin altını çiziyor. Şifrenin kırılma anı ve sonrasında doruk noktasına ulaşan The Imitation Game, seyir keyfi yüksek bir film.

10 Mayıs 2025

En İyi 9 Güney Kore Filmi

Güney Kore, Türkiye gibi ülke sinemalarının son yirmi-yirmi beş yılına baktığımızda, çıkışa geçtiklerini, uluslararası arenada adlarını daha çok duyurabildiklerini görürüz. Başarılarının sırrı birçok yaratıcı yönetmen çıkarabilmiş olmaları. 2000'ler Güney Kore sinemasının altın kuşak diye anabileceğimiz; Kim-ki duk, Park-chan wook, Na Hong-jin, Bong Joon-ho, Chan-dong lee ve Jee-woon kim gibi yetenekli yönetmenler, ülke sinemasının yükselişinde başat rol oynadılar. Tür bazında özellikle de korku ve suç filmlerinde özgün işler çıkarmalarının yanı sıra, aşina olduğumuz, klişe hikayelere de kendi bakış açılarını katarak bir farklılık yakaladıklarını söyleyebiliriz. 2019'da izlediğimiz Parasite'in 92. Oscar Ödülleri'nde En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Uluslararası Film ve En İyi Orijinal Senaryo olmak üzere dört dalda ödül kazanması, Güney Kore sinemasındaki çıkışın şimdilik zirve noktasına ulaştığının bir göstergesi.

9- Parasite (Gisaengchung)

Zengin Park ailesi ile ekonomik olarak zor günler geçiren Kim ailesi arasındaki keskin zıtlığı filmin merkezine yerleştiren Bong Joon-ho, filmi boyunca sosyal sınıflar arasındaki yoğun çatışmayı irdeliyor. Kim ve Park ailesinin yaşam tarzları arasındaki keskin tezat, sınıf meselelerini hicivli bir şekilde sorgulatıyor. Yönetmen tüm karakterlere eşit mesafeden yaklaşıyor. Zira filmdeki karakterlerin hiçbirinin dürüst olmadığını görüyoruz. Toparlarsak Parasite, metni ve anlatısıyla çok sağlam bir film. Toplumsal eleştirilerini inceden vermesi, türsel zenginliği ve hikayenin nereye gideceğinin kestirilemezliğiyle çok eğlenceli ve düşündürücü bir film.

8- Memories of Murder (Salinui chueok)

Bong Joon-ho'nun ikinci uzun metrajlı filmi olan Memories of Murder'da, yağmurlu günlerde, kırmızı giyen kadınları her zaman kendi iç çamaşırlarını kullanarak öldüren bir seri katilin peşine düşen cinayet masası polislerinin hikayesini anlatıyor. Atmosfer kurmadaki başarısıyla dikkat çeken film, aralara serpiştirdiği mizah unsurlarıyla kasvetli hikayesini yumuşatmayı tercih ediyor. Yönetmen, bu taşra polisiyesinde katil kim sorusuyla merak unsurunu hep diri tutuyor ancak etkili bir gerilim yarattığı söylenemez. Zira Bong Joon-ho'nun en az olayın kendisi kadar ana karakterlerimizin psikolojisiyle de ilgilendiğini söyleyebiliriz. Dramatik yapısı oldukça iyi kurulmuş bir polisiye Memories of Murder.

7- The Chaser (Chugyeogja)

Na Hong-jin'in ilk uzun metraj çalışması olan The Chaser, genel seyirci için rahatsız edici sayabileceğimiz sert bir polisiye. Dedektifliği bırakıp pezevenklik yapan ana karakterimizin, kızlarının birer birer kaybolmasıyla, kendisini bir kovalamacanın ortasında bulması filmin ana izleğini oluşturuyor. Seri katilin kimliğini erkenden açık eden film, anlaşıldığı üzere gizem yaratma peşinde koşan polisiyelerden biri değil. Na Hong-jin, gerilimi iki şekilde yaratıyor: birincisi takip sahneleri, ikincisi ise son kaçırılan kadının kurtarılıp kurtarılamayacağı bilinmezliği üzerinden. The Chaser, Hollywood polisiyelerinden ayrılsa da, aşina olduğumuz bir kurgu anlayışına sahip. Seyircisini her anın da diri tutabilen, kasvetli ve ustaca yönetilmiş bir film.

6- Thirst (Bakjwi)

Park Chan-wook, Thirst'te kendisini hastanelerdeki ölümcül hastalara adayan ve bu uğurda bir virüs kaparak ölen bir rahibin, farkında olmadan vampir kanı verilmesiyle hayata dönmesi ve yeni yaşamında vampirliğiyle rahipliğinin yarattığı çelişkiler üzerine gidiyor. Lafı dolandırmadan söylemeliyiz ki, Thirst, vampir mitolojisine yeni bir yorum getirmekle kalmayan, onu yeniden yazacak kadar iddialı bir hikayeye sahip. Ancak Chan-wook’un böyle bir iddiası ve niyeti yok. İnsanlığa hizmet eden bir rahibin, gün gelipte vampire dönüşmesiyle içine düştüğü ikilem, korkuya değil dramatik yapıya hizmet ediyor. Usul usul ilerleyip, akıllara kazınan sahneleriyle seyirciyi neye uğradığını şaşırtan ve sona geldiğinde dokunaklı bir aşk öyküsüne dönüşen film, Park Chan-wook’un usta işi yönetmenliğiyle devleşiyor. Korku sinemasının son dönem ürünlerinde, dramatik bir taban üzerine inşa edilen filmlerin en olgun ve kusursuz olanı diyebiliriz.

5- I Saw the Devil (Akmareul boatda)

Karanlık Sırlar ve Acı Tatlı Hayat gibi filmleriyle seyircinin ilgisini çekmeyi başaran Kim Jee-woon'un I Saw the Devil'ı, oldukça sert bir intikam filmiydi. Psikopat bir seri katil, işinde oldukça yetenekli bir ajanın nişanlısını katledince, karakterlerimiz arasında amansız bir kedi-fare oyunu başlar. Güney Kore'den çıkma bir intikam hikayesi olarak Oldboy'dan etkilendiğini söyleyebileceğimiz film, daha çok ana karakterimiz Dae-hoon'un intikam yöntemi ve onun dönüşümüyle hatırlanacaktır. Kanlı sahneleriyle ve yarattığı vahşetle seyircisini zorlayan Kim Jee-woon, göstermekten çekinmeyen tavrıyla övgünün yanı sıra yergi de topladı. Anlatısındaki ustalıkla seyircisini koltuğuna çivileyen bir suç filmi I Saw the Devil.

4- 3-Iron (Bin-Jip)

Boş evlere girip oralarda vakit geçirmek gibi bir rutini olan bir adam, bir gün bu ziyartlerinin birinde yalnız olmadığını anlar. Kadınım ona uyum sağlamasıyla aralarında ilginç bir ilişki başlar. Kim Ki-duk'un en sıradışı filmlerinde olan 3-Iron, neredeyse hiç diyalog içermemesiyle dikkat çekmişti. Ana karakterlerimizin hiç konuşmadan seyirciye geçirdikleri duyguyu tarif etmek oldukça zor. Dolayısıyla Kim-Ki duk'un tercihinin sebebinin sinemada pek deneyimlemediğimiz bir romantizme ulaşmak olduğunu düşünüyorum. Karakterlerimizin anormal davranışları sebebiyle onlarla empati kuramasak da, aralarındaki romantizmle onları anlamaya başlıyor ve hatta içselleştirebiliyoruz. 3-Iron, 62. Venedik Film Festivali'nde Kim Ki Duk'a En İyi Yönetmen ödülünü getirmişti. Özetle benzersiz bir sinema deneyimi diyebiliriz.

3- The Wailing (Gokseong)

The Wailing'de, bir yabancının ıssız bir kasabaya taşınması sonrasında, oradaki halkın hastalanmaya başlaması ve hastalananların da çevresindekileri öldürmesiyle açılan cinayet soruşturması hikaye ediliyor. Polisiye örgüsüyle açılan ve bir süre öyle devam eden film, çok geçmeden doğa üstü korkuya geçiş yapıyor. Orada durduğunu da söyleyemeyiz. Korku alt türleri arasında gezinerek, seyirciyi sürekli şaşırtabilen bir filmden bahsediyoruz. Zombiler ve şeytan çıkarma seansı gibi birbirinden uzak görünen pek çok  korku unsurunu seyircisini yadırgatmadan ustaca bir araya getirebiliyor yönetmen Na Hong-jin. Şok edici anlarıyla kısa sürede günümüz korku klasiklerinden birine dönüşmekte hiç zorlanmadı The Wailing.

2- Spring, Summer, Fall, Winter... and Spring (Bom yeoreum gaeul gyeoul geurigo bom)

Yaşlı bir keşiş ve çırağını merkeze alan Spring, Summer, Fall, Winter... and Spring'de her bölüm bir mevsimle ilişkilendiriliyor ve mevsimleri de yaşamımız için birer metafor olarak kullanıyor. Hayatın döngüsel doğasına vurgu yapıldığını söyleyebiliriz.  Kim-ki Duk'un dingin anlatısıyla maneviyatımıza seslenen benzersiz bir başyapıt çıkardığını düşünüyorum. Hayatta yaptığımız seçimler ve bu seçimlerin sonuçları üzerine derin okumalar yapabileceğimiz, baştan sona sembolizm yüklü bir film Spring, Summer, Fall, Winter... and Spring. Yönetmenin kariyer zirvesi olmakla birlikte Güney Kore sinemasının da en iyi filmlerinden biri.

1- Oldboy (Oldeuboi)

Son 15 yılını, kendisine hiç açıklanmayan nedenlerle, köhne bir otel odasında hapsedilerek geçiren Oh Dae-su'nun intikam hikayesi, karmaşık olay örgüsüne karşın oldukça sürükleyici bir filmdi. Yunan tragedyalarını akla getiren Oldboy, Park-chan Wook'un intikam üçlemesinin ikinci filmiydi. Cannes Film Festivali'nde Grand Prix ödülüne uzanan Oldboy, seyircisini dehşete düşüren fikirlerini, şok etkisi yaratan twistiyle açığa çıkarıp, sersemletici bir etki bırakmıştı. Park-chan Wook'un yönetmenlik becerisiyle tam bir sinema şöleni... Güney Kore sinemasının rönesansını başlatan filmlerden...

21 Nisan 2025

Bir Zamanlar Sinema Öneriyor: #78 Moon


Duncan Jones, ilk uzun metraj denemesi olan Moon ile sinema dünyasına hızlı bir giriş yapmıştı. Hollywood blockbusterlarına terfi ettikten sonra kariyeri yokuş aşağı gitse de sadece ilk filmiyle dahi ne kadar yetenekli bir yönetmen olduğunu kanıtlamıştı. 2000'li yılların kayda değer bilimkurgularından olduğunu düşündüğüm film, ana akım sinemaya ve hızlı kurguya alışkın seyircilere pek hitap etmeyebilir belki ama türün müdavimleri için oldukça kıymetli bir iş diyebiliriz. 

Düşünsel altyapısı ve matematiği iyi kurulmuş bir bilimkurgu filmi Moon. Duncan Jones'un 5 milyon dolar gibi çok mütevazi bir bütçeyle böylesine bir filmin altından kalkmayı başarması en baştan takdirle karşılanması gereken bir durum. Bir de filmin görsel olarak muadillerinin altında kalmaması şaşkınlığımızı daha da artırıyor. Moon, gerek görselliği gerekse de dingin anlatımıyla 1960 ve 70'li yılların bilimkurgu filmlerini anımsatıyor.  Dramatik yapısı ise o dönem filmlerini düşündüğümüzde Moon'un artısı diyebiliriz. Jones, ilk filminde distopik bir dünya tablosundan uzaya açılıyor. Çözümün Ay'da bulunduğu ilginç bir hikaye ele alıyor. Daha da ilginci klonlama mevzusuna girip, buradan da insanoğlunun varoluşsal sorunlarını klonlara adapte ederek derinlikli bilimkurgu tanımının hakkını veriyor. 

Filmin esin kaynaklarına bakacak olursak üzerinde durmamız gereken ilk film elbette 2001: A Space Odyssey olacaktır. İki filmin pek çok açıdan benzeştiği ve ayrıştığı hususlar var. Benzeştikleri ilk detay filmdeki yapay zeka Gerty'nin 2001'deki yapay zeka Hal9000'den pek de farklı olmaması. Ama tabi yönetmen Jones, yapay zeka ile insanın mücadelesini, klon mevzusuyla farklı bir yaklaşımla ele alıyor. Bu mücadele yerini klonlarla, onları istedikleri gibi kullanan Lunar adlı şirketin bir tür kandırmaca üzerine kurduğu düzenle değiştiriliyor. Ayrıca Moon, Kubrick'in bilimkurgu destanı gibi evrensel bir hikaye anlatmıyor. Bu noktada ayrılıyorlar. Moon'da karakterlerimizin varoluşsal bir sorgulama içine çekilmesi de yine 2001: A Space Odyssey'in mirası. Moon'un 2001'dekine çok benzeyen set tasarımları ve görsel tercihleri yine benzeştikleri hususlara örnek gösterilebilir. Yönetmen Jones'tan duyduğumuz kadarıyla esinlendiği diğer film ise Alien. Moon'daki şirket mevzusu Alien'la doğrudan ilişkilendirilebilir.

Moon'da gerilimi sağlayan ana unsur zaman zaman klonların giriştiği münakaşa onun dışında neredeyse başladığı tonda biten bir film bu. Yapay zeka Gerty ile birlikte üç karakterli, kağıt üstünde hem biçimsel hem de içerik anlamında mütevazı bir filmden söz ediyoruz. Hikayenin gizemli yönleri kısa süre içinde ortaya çıktığı için seyirciyi diri ve içinde tutabiliyor film. Yapay Zekayı seslendiren Kevin Spacey ve müziklere imza atan Clint Mansell filmin başarısında önemli bir paya sahip kuşkusuz. Moon, zamanla kendi kitlesini yaratsa da popüler bilimkurgulardan biri olamadı. Bu sebeple türü sevenlere önermek istedim.

1 Nisan 2025

Trier'in Pornografiyle İmtihanı: Nymphomaniac

Kimileri onu provakatör olarak görse de, Danimarka’nın sinema sanatına en büyük hediyesi olarak gördüğüm aykırı işlerin adamı Lars von Trier, cinsel içerikli dört saatlik Nymphomaniac'ı, vizyona girdiğinde epey konuşulmuş, tartışma yaratmış ve ülkemizde yasaklanmıştı. İki bölüm halinde izlediğimiz Nymphomainac'ın esasında beş buçuk saatlik sansürlenmemiş bir versiyonu olduğu söyleniyor.  Bu haliyle dahi seyirciyi zaman zaman rahatsız eden ve zorlayan film hakkında vizyona girdiğinde yaptığım değerlendirmeyi paylaşmak istedim.

Nemfomanyak bir kadının hikayesi

Trier, tüm filmi seks bağımlısı Joe’nun kendisine yardım etmek amacıyla onu evine davet eden Seigman adlı bakir bir adama hayat hikayesini anlatması biçiminde kurgulamış. Flashback sahneleriyle Joe’yu, ikisi arasındaki diyaloglarla da Seigman’ı tanıyoruz. Bu noktada Trier ilginç bir şey yapıyor. Pasif (dinleyen) konumundaki Seigman’a önemli bir rol biçiyor. Seigman, başından geçenleri anlatan Joe’yu entelektüel birikimiyle yönlendiriyor. Joe’nun sıra dışı hayatının kapısını açan anahtar işlevi görüyor ve hikayenin hangi kısımlarını anlatacağını da belirliyor diyebiliriz Seigman için. Trier filmini belli bir noktadan başlayıp, sonra o noktaya nasıl ulaştığımızı anlatan ve en son Inside Lıewyn Davis’de de kullanılan hikaye kurgusunu kullanmayı tercih etmiş. Bu şekilde karakterimizin o noktaya nasıl geldiğini merak etmemizi sağlayacak bir formülü de devreye sokmuş yönetmen.

Erotik değil, pornografik drama

Başta hardcore ve softcore olmak üzere iki farklı versiyonu olacağı söylenen, ancak daha sonra iki bölüm halinde karşımıza çıkacağını öğrendiğimiz Nymphomaniac’ın erotik-dram olacağını düşünüyordum, yanılmışım. Film, porno mu değil mi tartışmaları sürerken, belirtmekte fayda var Nymphomaniac pornografik bir drama. Ancak bir porno filmde görebileceğiniz detayları göstermekten çekinmeyen Trier, biraz ileri gitmiş olsa da derdi porno çekmek değil. Yapmak istediğinin biçimci üslubu ve estetik yaklaşımını tekrarlayarak seks bağımlısı bir kadının toplum içinde nasıl algılandığını, bu bağımlılığın onu nasıl bir yalnızlık içine ittiğini göstermek olduğunu düşünüyorum. Neden porno değil sorusuna verilebilecek diğer cevap ise Trier’ın malum sahneleri bazen matematiksel verilerle sunması, ekran bölmeler, avlanan hayvanlarla eşlemeler gibi pek çok detay ile dikkati başka yöne çekmesi diyebiliriz.

Nymphomaniac Bölüm 1 ve Bölüm 2

Kill Bill gibi tek film olarak çekilip, stüdyo baskısı vb. sebeplerle iki bölüm halinde izlediğimiz filmleri ayrı ayrı değerlendirmeyi çok doğru bulmuyorum. Nymphomaniac Bölüm 1 ve 2’yi  filmin ilk yarısı ve ikinci yarısı şeklinde ayırarak değerlendirmek gerekiyor. Buradan baktığımızda ilk yarıda genç Joe’ya Stacy Martin’in hayat verdiği bölümler, genel olarak bağımlılığın tadını çıkartan, bunu bir oyun olarak gören ve sonrasını düşünmeden yaşayan bir kadının yaşadıklarını yansıttığından daha çabuk akan, soft bir ilk yarı sunarken, ikinci yarıda Charlotte Gainsbourg’un canlandırdığı Joe’ya geçmemizle birlikte Joe’nun zor dönemi başlıyor. Bundan sonra pornografik anlamda olmasa da soft’tan hard’a geçtiğini söyleyebiliriz. Başka bir deyişle nemfomanyak Joe’dan mazoşist Joe’ya geçiyoruz. Karakterin geçirdiği değişim ve dönüşüm ilk yarı ve ikinci yarıda net bir şekilde görülüyor.

Antichrist-Melancholia sonrası Trier sineması ya da depresyondan çıkış

Antichrist ve Melancholia, Trier’ın kendisinin de belirttiği üzere yönetmenin geçirdiği depresyonun dışavurumu olan oldukça sert filmlerdi. Antichrist’te ima edip, Melancholia’da kıyameti koparan Trier, Nymphomainac ile depresyondan çıktığını açıkça belli ediyor.  Bunun en net göstergesinin de Tirer’ın özellikle dramatik anlamda ilk yarıya oranla ağırlaşan ve yönünü değiştiren filmi çocuksu, şımarık ve komik bir finalle noktalaması olduğunu düşünüyorum. Fevkalade Antichrist göndermesini de (Antichrist’tekinden  farklı neticelendiğinden) Trier’ın depresyondan çıkış mevzusunu destekleyici bir argüman olarak görebiliriz.

Öte yandan Trier’ın Dogville’den beri ısrarla sürdürdüğü episodik anlatıyı Nymphomaniac’ta daha ileri götürdüğünü görüyoruz. Perdeye düşen bölüm yazılarının yanında bu kez ana karakterimiz Joe’nun kendi hikayesini anlatırken spontane biçimde başından geçenleri bölümlere ayırması, “o zaman bu bölümün adı şu olacak” demesi  Trier’den daha önce görmediğimiz enteresan bir uygulama diyebiliriz. Antichrist-Melancholia’nın kendi içinde tutarlı ve estetik açılış sekansları ise muhtemelen hikaye yapısı gereği yönetmenin vazgeçtiği biçimci bir numara olmuş.

Sonuç olarak; Nymphomaniac yarattığı beklentiye belli ölçüde karşılasa da filmi Trier filmografisi içinde üst sıralara konumlandırmak pek mümkün değil.

15 Mart 2025

4 Soruda Hz. Muhammed: Allah'ın Elçisi

İranlı yönetmen Majid Majidi’nin bir üçleme olarak tasarladığı Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi filmi, bu coğrafyadan çıkan en görkemli yapım olma özelliğini taşıyor. Hatta Çağrı’dan sonra yeni bir milat olma iddiasındaydı diyebiliriz. Bu hususta ne kadar başarılı oldu, tartışılır ama bu alanda yeni filmlere öncülük edeceğini söyleyebiliriz. Şimdi sorular üzerinden giderek filmin öne çıkan noktalarına bir bakalım.

Tür açısından nerede duruyor?

Muhammed filmi dini epik alt türünün İslam coğrafyasında üretilmiş en nitelikli örneklerinden biri. Bunun pek çok sebebi var ancak ilk söylememiz gereken şey, Majidi’nin filminin hem prodüksiyon kalitesi hem de epik anlatı bakımından Hollywood epiklerinin seviyesinde olduğudur. Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi, dini epiklerin klasik örneklerinin naifliğine sahip olmasının yanında anlatısı ve duruşuyla modern bir film. Majidi bu dengeyi ustalıkla kurmuş. Çağrı’yı referans alırken, kuşak farkına dikkat ediyor ve yeni neslin beklentilerini karşılamaya, yeni nesli yakalamaya çalışıyor. Bir anlamda Çağrı’nın misyonunu devam ettiriyor. Çağrı’yı referans alıp misyonunu üstlenirken iki film arasındaki benzerlikleri minimumda tutmaya çalışıyor. Hz. Muhammed’in yaşamındaki farklı dönemlerin anlatılmasına rağmen iki filmde de başka bir figürün öne çıkması kaçınılmaz bir durum. Başka Hz. Muhammed filmleri yapıldığında bu durum değişmeyecek çünkü peygamberin gösterilmemesi ve konuşmaması bu tercihi zorunlu kılmakta. 70’li yıllarda ve sonrasında Çağrı nasıl bir etki bıraktıysa, Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi’nin de en azından yeni nesil üzerinde benzer bir etki bırakacağını düşünüyorum.

Nasıl bir peygamber biyografisi?

Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi filmi, Hz. Muhammed’in peygamberlik dönemine baktığı kısa bölümü saymazsak sinemada benzerine pek rastlamadığımız bir peygamber biyografisi olarak yorumlayabiliriz. Peygamberin doğumundan önceki olaylara bakması, o günkü Mekke’nin portresini çizmesi, Hz. Muhammed’in bebeklik ve çocukluk yıllarını mercek altına alması filmi klasik bir peygamber biyografisi olarak değerlendirmemizi engelliyor. Burada beklenen kurtarıcının işaretlerinin belirmesi, bir peygamberin ayak seslerinin duyulmasının ardından inananların heyecanı ile putperestlerin endişesinin ve bu farklı duyguların yarattığı karmaşanın görselleştirilmesi söz konusu. Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi, daha çok bir üçlemenin ilk bölümü biçiminde tasarlanmış gibi duruyor. Filmi farklı kılan özelliklerinden biri de bu şüphesiz. Ancak bu durum ne yarıda kalmışlık hissi yaratıyor ne de filme zarar veriyor. Majidi, Hz. Muhammed’in çocukluk ve ilk gençlik dönemini ele almasına rağmen onun kimi karakteristik özelliklerini (insancıl olması, yardımseverliği ve güvenilirliği) vererek, peygamberi anlatma hususunda başarılı bir iş çıkarmış.

Hassasiyetleri gözetiyor mu?

Yapım aşamasından bu yana tartışılagelen Hz. Muhammed’in tasvir edilmesi meselesi, Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi adlı filmin ülkemizde de gösterime girmesiyle tartışmaların ayyuka çıkmasına neden oldu. Peki, Majidi’nin filmi halkın bu husustaki duyarlılığını hiçe mi sayıyor? Bence hayır. Majidi, Çağrı’nın bir adım ötesine gidiyor ama bir adım daha atmaktan imtina ile kaçınıyor. Hz. Muhammed’i göründüğü hemen hemen her sahnede arkadan gösteriyor. Bir sahnede ise  gözlerini göstermeye cüret ediyor. Burada unutulmaması gereken detay şu: kısmen gösterilen kişi henüz bir peygamber değil, bir çocuk. Ve çocuğun da yüzünün saklanmasına özen gösterilmesi Müslümanların zihninde bir Hz. Muhammed imajı oluşmasına imkân tanımıyor. Zaten Majidi’nin ne kadar hassas davrandığı Hz. Muhammed’in sesinin verilmemesi, konuştuğunda seyircinin altyazı aracılığıyla söylediklerini anlamasından da anlaşılıyor.

Hollywood etkisi özde mi, sözde mi?

Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi, açıkça görüldüğü üzere Hollywood epiklerinden etkilenmiş bir yapım. Elbette anlatısı ve görselliğiyle Hollywood’u örnek alması sözde bir etki. Ancak bu Hollywood etkisi sözde kalmamış. Majidi’nin Hz. Muhammed’i, Hollywood’un yarattığı Mesih imajından çokça etkilenmiş. Sadece görsel benzerlikten bahsetmiyoruz; peygamberliği öncesinde Hz. İsa gibi mucizeler yaratmasını başka türlü açıklayamayız. (Yanlış anlaşılmaması için not düşeyim: Hz. Muhammed’in doğumuyla görülen mucize veya işaretler ve bulunduğu yerde bereketin artması başka bir konu) Hatta Majidi’nin bu uğurda filme balık mucizesi gibi kurgusal bir sekans koyması (Bu sekans tamamen kurgu) bir hayli şaşırtıcı. Hollywood’un gerçek hikâyelere kurgusal kısımlar eklemesi, gerçekle kurguyu harmanlaması sık başvurduğu bir yöntem. Oradan etkilendiği belli olan Majidi’nin bu eklemeyi yapmasının sebebi, filmin sonlarına gelindiğinde duygusal yoğunluğu artırmak. Bu konuda da son derece başarılı olduğunu belirtmek gerekiyor. Sonuç olarak, Majidi Hollywood’dan etkilenmesine karşın bu durumun filme olumlu yansıdığını görüyoruz.

6 Mart 2025

Bir Zamanlar Sinema Öneriyor: #77 Jarhead

Çoğunlukla ilk filmi American Beauty ile tanınan Sam Mendes, hangi türe el atsa olayın dramatik boyutunu öne çıkaran yetkin bir sinemacı. Mendes'in tür denemesine giriştiği üçüncü uzun metraj çalışması Jarhead, Anthony Swofford adlı bir askerin anılarından oluşturduğu romanından uyarlanan bir savaş filmi. Petrol kuyularını korumak amacıyla Suudi Arabistan çöllerine gönderilen bir grup askerin (özellikle keskin nişancı Swoff'un) yaşadığı psikolojik çöküşün işlendiği filmde Sam Mendes beklentileri boşa çıkarmıyor.

2000'li yıllarda Hollywood, 11 Eylül ve Irak Savaşı sonrasında Orta Doğu'ya yöneldi. Her ne kadar Jarhead, Körfez Savaşı'nı konu edinse de çekildiği dönemin konjonktürünün etkisi çok bariz. Sam Mendes'in bir savaş filmi klasiği yaratma düşüncesiyle yola çıktığını düşünmüyorum. Ancak seçtiği hikayenin buna müsait olmadığı çok açık. Mendes, ortaya karakter merkezli, durağan ve savaşı yüceltmeyen bir film çıkarırken, Jarhead'in atası olarak Stanley Kubrick'in başyapıtlarından Full Metal Jacket'ı belirlemiş. Filmin 15 dakikalık ilk bölümü acemi askerlerin eğitim aşamalarını görselleştiriyor. Daha ilk sekansta karşılaştığımız; küfürler yağdıran, sert komutan tiplemesi bunun en açık göstergesi. Benzerlikler bununla sınırlı değil; iki filmde de eğitim kısmının ardından operasyon safhasına geçiliyor ve öldürme eylemi sorgulanıyor.

Eğitim sürecinde gerek izletilen savaş filmleriyle gerekse de verilen ağır eğitimle savaşa hazırlanan askerler; gün gelip savaş ortamına sevk edildiklerinde, çölde uzun bir bekleyişle karşılaşınca psikolojik dengeleri bozuluyor. Deyim yerindeyse savaşmak için can atıyorlar ama beklenen savaş onlara uğramıyor. Mendes, filmini Swoff adlı bir askerin bakış açısından anlatıyor. Sık sık ana karakterimizin iç sesini duyuyoruz. Orada yaşadıklarını anlamlandırmaya çalışan sıradan bir Amerikan genci ekseninde savaşın birey üzerinde bıraktığı tahribatın altı çiziliyor. Bir savaş sahnesinin olmaması filmi karakter draması hüviyetine taşıyor ve tür içerisinde farklı bir konuma yerleştiriyor. Çölde geçen bölümlerde üst düzey bir görsellik yakalanırken son yarım saatte petrol kuyularının yanmasıyla eşsiz kareler yansıyor perdeye. Görüntü ve sanat yönetimi, oyunculukları ve savaşmaya-öldürmeye koşullanan bireylerin psikolojisini kusursuz bir biçimde perdeye taşıyan bir savaş draması denilebilir Jarhead için.