Bu yıl ilk Filmekimi kapsamında gösterilen ve bu hafta vizyona giren Şöhret Tepesi (The Canyons); birbirinden başarılı Martin Scorsese filmleri Taxi Driver, Raging Bull (ortak yazarlardan biri) ve Bringing out the Dead’in senaristi ve American Gigolo, Cat People gibi bir dönem iyi filmler çekmiş bir yönetmenin Paul Schrader’ın son eseri. Ama ne eser…! Schrader’ın önceki işlerini göz önüne aldığımızda, inişli-çıkışlı da olsa iyi bir kariyeri olan yetenekli bir yazar-yönetmenin nasıl olup da belki de son yılların en ‘ucuz’ filmine imza atabildiğini görünce “insan gerçekten hayret ediyor”.
Peki, neresinden tutsak elimizde kalan Şöhret Tepesi’ni anlatmaya neresinden başlamalı? En iyisi ilk olarak Schrader’ın ne anlatmaya çalıştığına bakalım. Filmi Los Angeles’taki kimisi tamamen harap olmuş sinemaları göstererek açan yönetmenimiz ne demeye çalışıyor? Bu, sinema sektörü veya o sektörün çürümüşlüğü üzerine bir film olabilir mi? Filmin geneline baktığımızda hayır, diyemeyiz. Şöhret Tepesi, Los Angeles’ta yaşayan Christian adlı genç bir fon yöneticisinin aslında ilgisiz olduğu bir korku filminin yapımcılığını üstlenmesini ve bu filmin dolaylı da olsa ortaya çıkaracağı ihanetten bir intikam hikayesi çıkarmaya çalışılıyor. Ama nafile… Film analizleri üzerine kitap yazan, Robert Bresson, Yosujiro Ozu ve Carl Dreyer gibi ustaların sinemasını hatmetmiş Schrader’dan seyirci olarak bizler, en azından elindeki hikayeyi anlatabilmesini bekliyoruz. Sanırsınız ki, ilk filmini çekmeye çalışan vasat bir sinema öğrencisi var kamera arkasında.
Hemen hemen her karakterin birbirinin eski sevgilisi ya da partneri olduğu tuhaf bir karakter kombinasyonu var filminizde. Olabilir elbette ama hikayenin ivme kazanması veya sırlar açığa çıktıkça artması gereken gerilimden eser yok. Sahne geçişleri ve kurgudaki acemilikler, tutarsızlıklar, karton karakterler ve daha neler neler… Filmi izlerken aklınıza sık sık “ iyi bir senaryodan kötü bir film çıkabilir ancak kötü bir senaryodan asla iyi bir film çıkmaz” sözü geliyor.
“Yeni kuşağın Sharon Stone'u olma yolunda çaba gösterdiğini söyleyebileceğimiz Lindsay Lohan..” şeklinde bir cümle kurmuştum vakti zamanında. Şimdi sözümü geri alıyorum. Karakterinin içine giremeyen ve hissettiremeyen Lohan, filmi izlemek için tek sebebi olan bir grup izleyiciyi de hayal kırıklığına uğratıyor. Ama başa dönersek eleştirilerimize yönetmen Schrader üzerinden devam edelim. Şöhret Tepesi’nde seks önemli bir yer tutuyor. Eş paylaşımı, grup seks vb. atraksiyona itirazımız yok şüphesiz ancak fütursuzca gösterilen erkeklik uzuvları oldukça bayağı kaçmış. Schrader için çok cesur demek isterdim ama bunun adı cesaret değil. O işler uzuv göstermekle olmuyor. Blue is the Warmest Color’un estetiğinden eser yok kısacası.
Son söz: “Yok yahu abartıyorsun, bir filmin her şeyi mi kötü olur?” diyenlere de hemen Rotten Tomatoes ve Metacritic’e bakmalarını tavsiye ederim. Bunlar kesmez ise genel kitlenin kalesi IMDB’ye de bakabilirsiniz. 2\10
Peki, neresinden tutsak elimizde kalan Şöhret Tepesi’ni anlatmaya neresinden başlamalı? En iyisi ilk olarak Schrader’ın ne anlatmaya çalıştığına bakalım. Filmi Los Angeles’taki kimisi tamamen harap olmuş sinemaları göstererek açan yönetmenimiz ne demeye çalışıyor? Bu, sinema sektörü veya o sektörün çürümüşlüğü üzerine bir film olabilir mi? Filmin geneline baktığımızda hayır, diyemeyiz. Şöhret Tepesi, Los Angeles’ta yaşayan Christian adlı genç bir fon yöneticisinin aslında ilgisiz olduğu bir korku filminin yapımcılığını üstlenmesini ve bu filmin dolaylı da olsa ortaya çıkaracağı ihanetten bir intikam hikayesi çıkarmaya çalışılıyor. Ama nafile… Film analizleri üzerine kitap yazan, Robert Bresson, Yosujiro Ozu ve Carl Dreyer gibi ustaların sinemasını hatmetmiş Schrader’dan seyirci olarak bizler, en azından elindeki hikayeyi anlatabilmesini bekliyoruz. Sanırsınız ki, ilk filmini çekmeye çalışan vasat bir sinema öğrencisi var kamera arkasında.
Hemen hemen her karakterin birbirinin eski sevgilisi ya da partneri olduğu tuhaf bir karakter kombinasyonu var filminizde. Olabilir elbette ama hikayenin ivme kazanması veya sırlar açığa çıktıkça artması gereken gerilimden eser yok. Sahne geçişleri ve kurgudaki acemilikler, tutarsızlıklar, karton karakterler ve daha neler neler… Filmi izlerken aklınıza sık sık “ iyi bir senaryodan kötü bir film çıkabilir ancak kötü bir senaryodan asla iyi bir film çıkmaz” sözü geliyor.
“Yeni kuşağın Sharon Stone'u olma yolunda çaba gösterdiğini söyleyebileceğimiz Lindsay Lohan..” şeklinde bir cümle kurmuştum vakti zamanında. Şimdi sözümü geri alıyorum. Karakterinin içine giremeyen ve hissettiremeyen Lohan, filmi izlemek için tek sebebi olan bir grup izleyiciyi de hayal kırıklığına uğratıyor. Ama başa dönersek eleştirilerimize yönetmen Schrader üzerinden devam edelim. Şöhret Tepesi’nde seks önemli bir yer tutuyor. Eş paylaşımı, grup seks vb. atraksiyona itirazımız yok şüphesiz ancak fütursuzca gösterilen erkeklik uzuvları oldukça bayağı kaçmış. Schrader için çok cesur demek isterdim ama bunun adı cesaret değil. O işler uzuv göstermekle olmuyor. Blue is the Warmest Color’un estetiğinden eser yok kısacası.
Son söz: “Yok yahu abartıyorsun, bir filmin her şeyi mi kötü olur?” diyenlere de hemen Rotten Tomatoes ve Metacritic’e bakmalarını tavsiye ederim. Bunlar kesmez ise genel kitlenin kalesi IMDB’ye de bakabilirsiniz. 2\10