29 Ocak 2025

Bir 90'lar Klasiği: Basic Instinct

90’lı yılların en sansasyonel filmlerinden biri olan Basic Instinct (Temel İçgüdü), eminim birçok sinemaseverin ‘guilty pleasure’u yani suçlu zevkidir. Buna sebep olan da baştan sona cesur seks sahneleriyle bezeli filmin, erotik film algısına kurban gitmesi diyebiliriz. Bu yazıda Basic Instinct'in türsel olarak ne ifade ettiği üzerine gidip, genel bir çerçeve de çizeceğiz.

Hollandalı yönetmen Paul Verhoeven, göstermekten çekinmeyen cesur bir isim. Bu cesareti zaman zaman tepki görmesine neden olsa da göstermekle göstermemek arasındaki o ince çizgide ustalıkla yürümeyi başardı bugüne dek. Yönetmenin en popüler filmi Basic Instinct, Michael Douglas ve Sharon Stone’u o dönem zirveye taşırken, hem bu iki starı benzer rollerde görmemize neden oldu hem de Poison Ivy (Zehirli Sarmaşık), Wild Things (Vahşi Şeyler)  gibi  başka erotik gerilimlerin türemesine önayak oldu.

Polisiye ve Neo Noir el ele

Sonu cinayetle biten sado-mazo eğilimli bir seks sahnesiyle açılan film, Catherine Tramell’ın bir ‘femme fatale’ olduğunun altını çizerek, suç dünyasının tehlikeli sularında yüzeceğimizin de ilk sinyalini veriyor. Bu açılışın ardından cinayet soruşturması devreye giriyor. Yakışıklı dedektif Nick Curran’la tanışıyoruz. Daha önemlisi iki ana karakterimiz tanışıyor ve çok geçmeden birbirlerinin çekim alanına giriyorlar. Cinayet mahallinin sunumu, sorunlu ve gözü kara dedektif karakteriyle polisiye örgünün klasik bir örneğine şahit oluyoruz. Ancak çok geçmeden türsel anlamda farklı bir filmle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Dedektif Nick Curran’ın yani kanun adamının bakış açısıyla polisiye ulaşan film,  ‘femme fatale’ karakterine biçtiği rolle -onun da bakış açısını dahil etmesiyle- polisiye mi neo noir mi sorusuna her ikisi şeklinde cevap verebiliyor. Finaliyle bu ortada kalmışlığı taçlandıran Basic Instinct;  seri katil filmi, polisiye, erotik gerilim ve neo noir arasında çıktığı gezintiyi mutlak bir zaferle noktalamasına rağmen yarattığı sansasyonun kurbanı olmaktan kurtulamadı.

Cüretkar sahneler pastanın üstündeki ‘çilek’

Filmdeki incelikli ve iğneleyici espriler, yazarımız Joe Eszterhas’ın güçlü bir mizah duygusuna sahip olduğunu gösteriyor. Basic Instinct, ilk yarıdaki mizah dolgusu ve olağan polisiye örgüsüyle ortalama seyrini, ikinci yarıda hikayesini derinleştirmesi, çetrefilli bir hale sokması ve nasıl bir sona bağlanacağını kestiremediğimiz yapısıyla, seyircinin her anından zevk alacağı bir filme dönüşüyor. Ve tabi iyi bir gerilim filminin özelliklerini de taşıyor.  Cüretkar sahneler ise pastanın üstündeki çilek işlevi görüyor. ‘Çilek’ mevzunu biraz açarsak, çileğin pastaya kattığı tatla beraber görünümünü de değiştirdiğini, dolayısıyla bu sahnelerin de polisiye filme farklı bir ambalajla birlikte, tat kattığını söyleyebiliriz. Madalyonun diğer yüzüne baktığımızda ise aşırıya kaçan erotizmin dünya çapında bir popülerlik getirirken, seyircinin gözünde filmi ‘ucuzlaştırdığını’ görürüz.

Çift katmanlı saygı duruşu

Paul Verhoeven’ın asansördeki cinayet sahnesinde çift katmanlı bir saygı duruşunda bulunduğunu atlamamak lazım. Brian De Palma, Dressed To Kill’in asansördeki cinayet sahnesinde Hitchcock’un Psycho’suna -duş sahnesine- açık bir gönderme yapmıştı. Verhoeven da Basic Instinct’deki sahneyle iki filme birden saygı duruşunda bulunuyor.

Sınır tanımayan bir oyuncu: Sharon Stone

Film, başarısını büyük ölçüde Sharon Stone’a ve Catherine Tramell karakterine borçlu. Sharon Stone; soyunacak, sevişecek, buz kıracağını eline alıp öldürecek, soğukkanlılığını kaybetmeyip, bizi bir ‘femme fatale’ olduğuna inandıracak. Stone, oyunculuğundan ziyade vücudunu cömertçe sergileyip, zeki, seksi ve tehlikeli Catherine Tramell’a hayat verirken, kendini tamamen yönetmenin ellerine bırakıyor. Catherine Tramell’in sorgu sahnesinin filmin de önüne geçmesinin sebebi malum ancak, işin oraya gelmesinin altında Stone’un rahatlığı ve Verhoeven’ın özgüveni yatıyor. Stone’un bu kadar ileri gidebilmesi ona starlığın yolunu açtı. otuz üç yıl sonra geriye dönüp baktığımızda bunun bir ‘cast’ başarısı olduğunu söyleyebiliyoruz. Hem karakterlerin doğru oyuncularda vücut bulması hem de oyuncuların birbirleriyle olan kimyası açısından…

23 Ocak 2025

Bir Zamanlar Sinema Öneriyor: #76 Elephant

Amerikan bağımsız sinemasının gözde isimlerinden Gus Van Sant; Mala Noche, My Own Private Idaho gibi başarılı olmuş bağımsız filmlerin ardından ana akıma yakın duran To Die For, Good Will Hunting gibi genel seyirci kitlesinin memnuniyetini kazanan filmler üretmiş bir sinemacı. Sant, 2000'li yıllarda Gerry, Elephant, Last Days üçlemesiyle ondan beklenen tarzda filmlerle kariyerini sürdürdü. 2003'te ona Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ve En İyi Yönetmen ödüllerini kazandıran filmi Elephant (Fil), bizi sıradan bir gün geçiren herhangi bir Amerikan Lisesine götürüyor. Amerika'da sıklıkla yaşanan okul katliamlarını mercek altına alan yapım, cevaplardan çok sorularla ilgileniyor ve olayı gerçekçi bir şekilde sunuyor.

80 dakikalık filmin ilk yarısı boyunca sırdan bir okul gününde öğrenciler arasında geziniyoruz. Öğrencilerin sorunları, günlük sohbetleri, dedikoduları bir amaca hizmet etmeden veriliyor, sadece gözlem yapılıyor. Filmde katliam başlamadan önceki tüm detaylar önemsiz birer ayrıntıdan öteye gidemiyor. Telaşsız, minimal bir anlatım yeğleyen Van Sant, tüm karakterlerle aramıza mesafe koymuş.Karakterler olabildiğince soğuk. Bunun sebebi seyircinin katliam yapan veya katliama maruz kalan gençlerle özdeşleşme yaşamamasının istenmesi sanırım. Teknik olarak da ilginç özellikleri -aynı sahnenin farklı açılardan tekrarlanması gibi- olan Elephant, deneysel bir çalışma denebilir.

İki ergen: Alex ve Eric'in psikolojisini, onları katil olmaya iten sebepleri bilmiyoruz ancak olay öncesinde gençlerin odalarında, biz seyircilere tanıtıldıkları bölümde bazı ipuçlarını yakalamak mümkün. Odalarında vakit öldüren Eric ve Alex'ten Alex, piyano çalarak -Hannibal Lecter gibi sanata düşkün bir kişilik olarak çizilmiş- büyük güne hazırlanırken Eric, bir bilgisayar oyununda insan öldürüyor. Sanki antrenman yapıyor. Gençler yaşayacakları deneyime farklı şekillerde hazırlanıyorlar. Televizyonda Hitler belgeseli izlemeleri de Nazi sempatizanı olabilecekleri izlenimini vermekle birlikte motivasyonlarının kaynağı olarak da yorumlanabilir. Ama bu, gençlerin öldürme eylemine sağlıklı değil sakıncalı bir açıklama getirebilir sadece. Gus Van Sant'ın üzerinde durduğu bir diğer mevzu ise silahlanma, silaha erişimin marketten sakız almak kadar kolay olması. Alex ve Eric, internetten ağır silah sipariş ediyorlar ve ertesi gün silah kargoyla ellerine ulaşıyor. Amerika gerçekten özgürlükler ülkesiymiş demeden geçemiyorum (!) Yasaların silahlanmaya tanıdığı serbestlik ve hükümetlerin silahlanmayı önleyici tedbirler almaması eleştiriliyor. Silah alabilmenin bu kadar kolay olduğu sürece bu ve benzeri olayların ardı arkası kesilmeyeceği vurgulanıyor.

Elephant, o bildiğimiz-alışık olduğumuz katliam filmlerinden biri değil. Açılış ve kapanıştaki mavi gökyüzü ve anlamsız bir levha görüntüsü bunu açıkça belli ediyor. Van Sant'ın şiddete yaklaşımı ezber bozan cinsten. Şiddet en duru haliyle resmedilmiş. Katillere kızamıyor, kurbanlara üzülemiyoruz. Neler olup bittiği, doğru ve yanlışlar seyircinin bakış açısına bırakılıyor. Son kertede Van Sant, hedefine ulaşıyor. Gerçek bir olaydan esinlenip, kurgusal ama sonuna kadar gerçekçi bir günümüz 'sorunlu' Amerikan gençliği portresi çiziyor bunu yaparken de evrenselliği yakalıyor.

17 Ocak 2025

Akira Kurosawa Biyografik Filmi Nasıl Olmalı


Japonya’nın dünya sinemasına en büyük armağanı olan usta sinemacı Akira Kurosawa; eğer yönetmenlerin hayatlarının beyazperdeye aktarılmasından bahsediyorsak, adını ilk anmamız gereken isimlerin başında geliyor. Şimdi zorluklarla geçen hayatını, uzun ve bir o kadar başarılı kariyerini göz önünde tutarak, “bir Akira Kurosawa biyografisi nasıl olmalı?” sorusuna cevap arayacağız.

Kurbağa Yağı Satıcısı

Akira Kurosawa’nın 70 yaşında kaleme aldığı otobiyografik eseri Kurbağa Yağı Satıcısı, yönetmenin çocukluğu, aile bireyleriyle ilişkileri, özel yaşamı, çektiği sıkıntılar ve kariyeriyle ilgili o kadar çok bilgi veriyor ki, filminizi doğrudan bu otobiyografik kitaptan uyarlayabilirsiniz. Ya da Kurbağa Yağı Satıcısı’nı her zaman başvurabileceğiniz bir yardımcı kaynak olarak kullanabilirsiniz. Uyarlamaya giriştiğiniz takdirde yapacağınız en mantıklı şey, filminizi Kurosawa’nın kitabını yazarken açmak olacaktır. Kurosawa yazar, biz de ilk anısından başlayarak hayat hikayesini izlemeye başlarız. Aralıklarla başlangıç noktamıza döner, yönetmenin hangi ruh hali içinde olduğunu görürüz. Onu, bu otobiyografiyi yazmaya iten neydi? Bu soruya kendi ağzından dökülen sözcüklerle cevap vermek gerekir: “İnsanlar benim kim olduğumu öğrenmek istiyorlarsa, onlar için bir şeyler yazmak benim görevim olmalıydı.” Kitapta çocukluk döneminden, hatırlamaya ve anlatmaya değer gördüğü her detayı yazan yönetmenin babası ve abisiyle olan ilişkisine daha fazla değindiğini ve her ikisinin de kariyeri üzerinde etkili olduğunu anlıyoruz. Kitap, olası bir biyografi için gerçekten tam bir hazine değerinde. Dolayısıyla özenli bir uyarlamayla filmi izlerken sanki yönetmenin kendi hayatını kendi anlattığı izlenimine kapılmak işten bile değil.

Akira Kurosawa ve sinema yolculuğu

Kurosawa, çocukluk döneminde sinemaya olan ilgisinin, yönetmen olmasıyla alakasının olmadığını söylüyor. Zaten çocukluk ve ilk gençlik yıllarında daha çok komedi sevdiğini belirtiyor. Sıkıntılarla boğuştuğu bir dönemde anlaşılır bir durum elbette. Buradan varacağımız nokta sinemasını şekillendiren birebir yaşadıkları olduğudur. Filminizde Kurosawa’nın yönetmenliğe başlama hikayesine yer verilmeli. Genç Kurosawa’nın, bir film stüdyosunun yönetmen yardımcıları aranıyor başlıklı gazete ilanına başvurmasına, bir hayli ilginç mülakat sürecine ve bununla birlikte ressam oluşunun yönetmenlikte kendisine ne gibi avantajlar sağladığına değinilebilir. Kurosawa’nın yönetmenlikle ilgili düşüncelerinden birkaçına otobiyografisini yazarken, kendi ağzından duysak hiç fena olmazdı:

Yönetmenin ilk çalışmaları çok da önemli olmadığından, kendisine uluslararası başarı getiren ve adını dünyaya duyuran Rashomon’a ayrı bir parantez açılabilir. Özellikle de kariyerinde altın yıllarını yaşadığı 50’li yıllar üzerinde durulabilir. Seven Samurai, Ikiru, The Hidden Fortress ve Throne of Blood gibi filmlerinin çekim süreçlerinde neler yaşadığı, kazandığı ödüllerin nasıl bir motivasyon sağladığını bir Kurosawa hayranı olarak şahsen ben filmde görmek isterdim. Yönetmenin William Shakespeare hayranlığına Ran üzerinden bakılabilir. Hatta genel olarak yaptığı uyarlamaları düşünürsek edebiyat ile ilişkisi mercek altına alınabilir diye düşünüyorum. Son olarak, 2. Dünya Savaşı’nın, sineması üzerindeki etkilerinin atlanmaması gereken detaylardan biri olduğunu söyleyeyim.

Akira Kurosawa biyografisi; daha önce bahsettiğimiz gibi Kurosawa’nın Kurbağa Yağı Satıcısı’nı yazdığı noktadan başlayacaksa, filmde şimdiki zaman 1970 olmak zorunda. Bu da sizi biraz sınırlayacaktır. Yönetmenin o tarihten sonra çektiği Dersu Uzala, Kagemusha, Ran gibi başyapıtlarının adını dahi telaffuz edemezsiniz. Ülkesinde batıcı olmakla suçlanan ve çoğunlukla filmlerini maddi sıkıntılar içinde çekmek durumunda kalan Kurosawa Hollywood’a yöneldi. Tora Tora Tora adlı savaş filminin yönetmen koltuğuna oturdu ancak çeşitli anlaşmazlıklar sebebiyle filmin başka bir yönetmene teslim edilmesiyle üzüntü içinde ülkesine döndü ve ilk renkli filmi Dodes’kaden’ı çekti. Ne var ki film hiç beğenilmedi. Bu durumun yönetmeni intiharın eşiğine getirdiği söylenir. Kurosawa oldukça duygusal, hassas bir insandı. Yönettiği bir filmin başarısız olmasının onu intihara sürüklemesin altında tam olarak ne yatıyordu bilemiyorum ama sinema sevgisi ve bir daha film çekememe kaygısı olduğunu varsayabiliriz. Sonuçta “Beni alın, sinemayı çıkarın, sonuç sıfır olacaktır.” diyebilen bir insandan söz ediyoruz.

Kim yönetir?

Sinema tarihinin büyük ustalarından Akira Kurosawa’yı anlatan bir filmin mutlaka çekilmesi ve projeyi de mutlaka kendi milletinden bir yönetmenin hayata geçirmesi gerektiği kanısındayım. Bilhassa da Kurosawa filmleriyle büyümüş bir yeni nesil Japon yönetmenlerden biri olmalı. Alacakaranlık Samurayı gibi başarılı samuray filmlerine imza atan Yoji Yamada olabilir. Kurosawa’dan etkilenen isimlerden biri olduğunu anlamak güç değil. Aklıma gelen bir diğer yönetmen ise Hirokazu Koreeda. Son 10 yıl içinde Bitmeyen Yürüyüş, Benim Babam Benim Oğlum gibi akılda kalan dramalar çekti. İsabetli bir seçim olacaktır. Pek tarzı olmasa da Takeshi Kitano da düşünebilir. Bebekler ve Zatoichi gibi filmleri neden olmasın diye düşünmemi sağladı diyebilirim.

11 Ocak 2025

Planet of the Apes Filmleri (Klasik Seri)

Çok uzak bir gelecekte, maymunların hüküm sürdüğü post apokaliptik bir dünya tablosu çizen Pierre Boulle fantezisi ‘Le Planete des singes’, 1968’de Franklin J. Schaffner yönetmenliğinde yolu sinemayla kesişen romanlar kervanına katılıyor ve gişe başarısıyla türün makus talihini değiştiren, yeni uyarlamaların önünü açan filmlerin başını çekiyordu. 70’li yılların ilk yarısında gelen dört devam filmiyle zamanda yolculuğa çıkarak, evrim teorisine kendi penceresinden bakış atan, yeni sorular sorup, cevaplarının peşine takılan Planet of the Apes (Maymunlar Cehennemi) serüveni, 2001’de tatsız bir yeniden çevrimin ardından sinemadaki yolculuğuna prequel üçlemesiyle devam etmişti. Son olarak geçtiğimiz yıl, Kingdom of the Planet of the Apes ile yeni bir üçlemeye start verildi. Hikayenin potansiyelini değerlendirememiş olsa da serinin devam ediyor olması sevindirici.

Planet of the Apes (1968)

Üç astronot bilmedikleri bir gezegene düşer ve yaşam formu ararken insanlar gibi avlanan maymunlara esir düşer ve hayatta kalan ana karakterimizin bu dünyayı keşif yolculuğu başlar. Filmin sonunda yapılan sürprizle sert bir toplum eleştirisine soyunuyor ve Planet of the Apes bir klasiğe dönüşüyordu. Planet of the Apes'te günümüzden çok çok uzak bir gelecekte insanlar ve maymunların geçirdiği evrim işleniyordu. Maymunların evrimi ileriye doğru giderken; maymunlar, düşünebilen, konuşabilen uygar bir toplum olmuştur. İnsanların evrimi ise geriye doğru işlemiş ve insan hayvandan farkı olmayan bir yaratığa dönüşmüştür. Film, evrim teorisinden yola çıkarak kendi gerçekliğini yaratıyor, evrim teorisini ters-yüz ediyordu. Planet of the Apes'in dünyasında maymunlar, insandan evrimleşerek üstün ırk olduklarına inanıyorlardı.  Film, insan ve hayvanın rollerini değiştirerek, bugünün dünyasına eleştirel bir bakış atıp, çukur ayna misali dünyamıza tersten bakmamızı sağlıyordu. Yönetmen Franklin J. Schaffner filmi hikayenin düşünsel alt yapısını yansıtabilmesi, sinematografisi ve dönemi için başarılı makyaj çalışmasıyla parlıyor, insanoğlunun geleceğine dair kapkara bir tablo çizerek, 70’li yıllarda post apokaliptik bilimkurguların canlanmasında önemli bir rol üstleniyordu.

Beneath the Planet of the Apes (1970)

Büyük başarı yakalayan Planet of the Apes'in ilk devam filmi olan Beneath the Planet of the Apes (Maymunlar Cehennemine Dönüş), hikayeyi kaldığı noktadan devam ettiriyor. Taylor’ı arayan başka bir astronot Brent, benzer şekilde cehenneme dönmüş dünyaya düşüyor ve önce maymunların geçirdiği evrime şahit oluyor sonra da kendi dünyasında olduğunu keşfediyor. İkinci filmde yasaklı bölgeyi keşfe çıkıyoruz aslında. Bu keşif sırasında tünellerde yaşayan telepatik vb. güçleri olan bir grup insana rastlıyoruz. İnsanoğlunun bir bölümünün evrimi geriye doğru işlediğini biliyorduk. Bu filmde bir grubun tıpkı maymunlar gibi evrimlerini sürdürdüklerini ve ancak ellerine geçirdikleri bir atom bombasına tapan çılgınlara döndüklerini görüyoruz. Planet of the Apes, post apokaliptik bir bilimkurgu iken Beneath the Planet of the Apes, düpedüz bir kıyamet filmi. Bundan sonra yapılmış ve yapılacağını varsayacağımız tüm filmler bu filmin öncesini anlatmak zorunda diyebiliriz. Yönetmenliğini Ted Post’un yaptığı film, ilk filmin felsefi derinliğini yakalayamasa da estetiğini korumayı başarıyor.

Escape from Planet of the Apes (1971)

Escape from Planet of the Apes, serinin bir önceki filminde kıyamet koparılınca serinin ileri gitme olasılığı kalmadığından iki bin yıl öncesine dönüyoruz. Taylor’ın uzay gemisiyle kıyametten kaçmayı başaran üç maymun günümüze ulaşır. Yönetmen koltuğunda bu kez Don Taylor’ın oturduğu, Escape from Planet of the Apes, ilk filmin kurallarını tersine çevirip uyguluyor. Maymunların hüküm sürdüğü bir dünyanın astronotlar üzerinde yarattığı şok; konuşabilen, medeni maymunların bugünün dünyasında benzer bir etki yaratması ve insanoğlunun kendi kötücül geleceğini öğrenip duruma müdahale etmesi işleniyor bu filmde.  Geleceğimizi değiştirebilir miyiz? sorusunun peşine takılan  Escape from Planet of the Apes, kaçınılmaz olanın gerçekleşeceği vurgulanıyor. Sıra dışı olayın toplum nezdinde nasıl karşılandığı da masaya yatırılıyor. 

Conquest of the Plane of the Apes (1972)

Geleceğimizden gelen Zira ve Cornelius’un bebekleri Ceaser, önce evrimi ardından da devrimi başlatıyor.. 2011 yapımı Rise of the Plane of the Apes’ten bahsetmiyorum. Yeni bir seri başlatmak için yola çıkıldığında Conquest of the Plane of the Apes temel alınmış. Önceki filmin 20 yıl sonrasında, 1991 yılının Amerika’sındayız. Maymunların evcil hayvan olarak kullanılmaya başlaması, bunun köleliğe evrilmesi ve evrim basamağını atlamış, konuşabilen tek maymun Ceaser’ın ülkede uygulanan totoliter rejime karşı maymunları örgütleyerek başlattığı isyan konu ediliyor bu filmde. Devrimin fitilinin ateşlenmesiyle de insanoğlunun sonunu getirecek olan olaylar dizisi başlamış oluyor. J. Lee Thompson’ın yönetmenliğini üstlendiği film, kölelik kavramına ve sert rejimlere bir eleştiri getiriyor.

Battle for the Planet of the Apes (1973)

Battle for the Planet of the Apes (Maymunlar Cehenneminde Savaş)’te maymun devriminden sonra insanlar ve maymunlar arasında bir savaş patlak vermiş ve nükleer silahların da kullanılmasıyla bazı bölgeler yaşanmaz hale gelmiştir. Ceaser önderliğinde göç eden maymunlar, artık insanlarla birlikte yaşamaktadır.. Ancak barış yılları çok da uzun sürmeyecektir. Serinin bu son filmiyle birlikte maymun-insan savaşının yanında kendi türleriyle de bir savaş verecektir maymunlar. Gorillerin kendilerini üstün ırk olarak görmeleri ve gücü-yönetimi ele geçirmek istemeleri, “maymun maymunu asla öldürmez” yasasının çiğnenmesine kadar gidecektir. Maymunların, öldürme ve ırkçılıkla karşı karşıya kalarak kendilerini üstün gördükleri insanlara benzemeleri, filmin en can alıcı noktaları diyebiliriz. Post apokaliptik dünyasını başarıyla görselleştiren Battle for the Planet of the Apes, parlak bir film olmasa da seriye iyi bir şekilde nokta koymasını biliyor.

4 Ocak 2025

Edebiyattan Sinemaya: #4 Bir Uyarlama Olarak Children of Men


Polisiye romanlarıyla tanınan P. D. James'in, bilimkurguya yöneldiği 1992 çıkışlı romanı İnsanlığın Çocukları, ilginç bir şekilde yazarın en önemli eseri olmayı başarmıştı. Bu başarıda şüphesiz ki, Alfonso Cuaron'un kısa sürede günümüzün klasiklerinden birine dönüşen Children of Men uyarlamasının etkisi de vardı. Edebiyattan Sinemaya yazı dizimin bu bölümünde, 2000'ler bilimkurgu sinemasına damga vuran bu özgün distopya uyarlamasını karşılaştırmalı olarak inceledim.

Romanın ve filmin distopik dünyasına bakış

P. D. James, kitabını Omega ve Alfa olmak üzere iki ana bölüme ayırmış. 1995'te son doğan nesile Omegalar deniyor. 25 yıl sonra ilk bebeğin doğacağı yılı ise Afa olarak adlandırıyor yazar. Romanda kısırlığın toplumda nasıl bir umutsuzluk ve kaos yarattığını öğreniyor, ölüm kültlerine ve iyiden iyiye artan yaşlı intiharlarına tanık oluyoruz. Yaşlılar intihara meylederken, gençler vahşileşiyor. Devlet destekli porno dükkanları ve zorunlu sperm testleri, toplumda pek hoş karşılanmayan uygulamalar olarak görülüyor. İngiltere Muhafızı olarak adlandırılan Başkan Xan Lyppiatt'ın baskıcı yönetimi ise halkın güvenini tamamen kaybetmesine neden olmuş. Filme gelirsek, Cuaron'un hikayeye daha sert girdiğini söylememiz gerekiyor. Sokaklardaki patlamalar bunun en bariz örneği. Romandaki isyancı grup daha mütevazıydı ve bombalama eylemlerine pek girişmiyordu. Cuaron, 2027'nin Londra'sını oldukça kirli ve kasvetli resmetmiş. Yaşlı intiharları veya az önce bahsettiğim diğer uygulamaları filmde göremiyoruz. Curaon, bunun yerine hikayenin merkezine hükümetin göçmen ve mülteci politikalarını yerleştirmiş. Filmin bütününü etkileyen bu tercihlerin sebepleri üzerinde durmamız gerekiyor. Öncelikle bu bir yakın gelecek bilimkurgusu ve Cuaron'un kafasında gerçekçi bir bilimkurgu çekme düşüncesi var. Gerçekçi bilimkurgunun dünyasını oluşturabilmek için de bugünün dünyasında halihazırda yaşanmakta olan toplumsal bir sorunu odağına almak istemiş. Diğer yandan kitapta da gördüğümüz otoriter yönetimin karşısına anarşist grupları koymanın, politik açıdan yetersiz kalacağını düşünmüş olabilir. Daha fazla kaos istemiş Cuaron, başkanın rolünü minimize ederken, askerler ve çatışmalar öne çıkarılmış. Cuaron'un dünyasında dünya ve toplumlar birer birer çöküyor. İnsanlık paranoya ve korkudan başka bir şey bilmeyen bir canlı türüne dönüşmeye başlıyor. Romanın en güçlü yönü incelikle ördüğü distopik dünyası ve o dünyaya ilişkin tespitleri. Bütün bu kaosu daha iyi anlatan; "İnsan geçmişini bilmeden yaşarsa küçülür, bir gelecek ümidi olmadan da canavara dönüşür." gibi üzerinde durulası cümleleri var.

Hikaye akışlarındaki temek farklılıklar

Roman gibi film de dünyanın en genç insanının ölümü ve bu ölümün toplum üzerindeki etkisiyle açılıyor. P. D. James, ana karakterimiz Theo'ya trajik bir geçmiş yazmış. Theo, küçük kızının ölümüne sebep olur ve eşi Helena ile ilişkisini daha fazla sürdüremez. Filmde Fish adı verilen terörist grubun lideri olan Julian, Theo'nun eski eşidir. Romanda ise eşi Helena idi. Yine romanda Julian'ın o grubun bir üyesidir. Esas farklılık hamile olan kadının Julian olması. Burada Cuaron temel bir değişikliğe gitmiş. Hamile olan kadını Afrikalı bir mülteci yapmış. Cuaron'un hükümetin mülteci politikalarından nereye varmak istediğini şimdi daha iyi anlayacağız. Romanda Julian'ın kendisini ve bebeğini hükümetin ellerine teslim etmeme gerekçeleri doğumda yakınlarının ölümünden sorumlu tuttuğu İngiltere Başkanının orada bulunmasını istememesi ve çocuğunun özgürlüğünün elinden alınacağına inanması veya bunu bilmesidir. Doğumunu kendi başına yapmakta direterek, kendini ve çocuğunun hayatını riske etmektedir. Dolayısıyla insanlığın geleceğini tehlikeye atmaktadır. Julian'ın mazeretlerinin kabul edilebilir ama çok inandırıcı olduğunu söyleyemeyiz. Cuaron'un, karakterlerimizin kaçışını gerçekçi bir zemine çekmek istediğini anlıyoruz. Hamile Kee, bir mülteci olduğundan doğumdan sonra bebeğinin elinden alınıp soylu birinin çocuğuymuş gibi göstereceklerinden emin. Zira mültecilere sanki birer hamamböceğiymiş gibi davranılıyordur. Romanda, Theo ve Julian'ın beş kişiden oluşan muhalif grubunun ormanlık alanda güvenli bir yer arayışı ve Omegaların saldırısına maruz kaldıklarını görüyoruz. Çocuğun babası grup içindekilerden Luke'tur ve bu saldırıda öldürülür. Filmde ise Kee, çocuğun babasının kim olduğunu bilmez. Romanda erkek doğarken, filmde insanlığın umudu bir kızdır. Romanda doğum kitabın sonunda gerçekleşirken, Cuaron'un bunu öne çektiğini görüyoruz. Çünkü bebeği o kaosun ve çatışmanın ortasında bırakıp hakiki bir gerilim yaratmak istemiş. Bununla birlikte bebeğin insanlar ve askerler tarafından fark edildiği anları uhrevi bir müzikle destekleyip, oldukça etkileyici sinemasal anlar yaratabilmiş. Roman umutlu bir sonla bitmişti. Hatta bebekle birlikte dünyanın değişeceğine, düzeleceğine vurgu yapılıyordu. Cuaron ise umutlu ama belirsizliklerle dolu bir son çekmiş. Daha dokunaklı ve inandırıcı olmayı da başarmış ama daha çok karakterlerimizin yolculuklarıyla ilgilendiği için dünyanın geleceğine dair bir şey söylemek istememiş.

Bir klasiğin yaratılışı

Kaynak metne baktığımızda, Cuaron'un elinde özgün bir distopya olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Sadık bir uyarlamaya girişse dahi, Children of Men yine önemli bir film olurdu muhtemelen. Ancak Cuaron elindeki metinle yetinmeyip, onu olabildiğince ileri taşıyabilecek akılcı fikirlerle geliştirme yoluna gitmiş. İnsanlığın kısırlaşması sonrasında devletlerin, bilhassa da İngiltere'nin otoriterleşme ve hükümetin toplumu kontrol altında tutma politikasını, göçmen ve mülteci politikası üzerinden kitapta olduğundan daha berrak bir biçimde anlatabilmiş film. Cuaron, sokakta yürümenin dahi tehlikeli olduğu, anarşiyi ve baskıyı hissedebildiğimiz bir distopyayı incelikle oluşturmuş. P. D. James'in, Joseph Campell'in Kahramanın Sonsuz Yolculuğu kitabında anlattığı ve üç ana bölüme ayırdığı kahramanın yolculuğu modelinin uyguladığını görüyoruz. Cuaron'un ise bu modelin ilk iki bölümünü kusursuzca uyguladığını söyleyebilirim. Bu modele göre kahramanın yolculuğu yola çıkış, erginlenme ve dönüşten oluşur. Cuaron, dramatik etkiyi arttırmak için Theo'nun misyonunu tamamlamasını uygun görmüştür. Sonuçta Theo hikayenin kahramanlarından biri olsa da, varlığı amacıyla anlam kazanıyordu. Seyirciyi ilgilendiren onun değil, anne ve özellikle de kızının yolculuğudur diyebiliriz. Romanda hamile kadının yanında son kalan kişi Theo'dur ama anlarız ki, onun yolculuğu kitabı noktaladığımızda da devam edecektir. Cuaron, bu fikri pek tutmamış. Theo, Kee ve bebeği çok daha zorlu bir yolculuk beklemektedir. Çatışmanın ve gerilimin doruk noktasına ulaştığı uzun mülteci kampı bölümü, kazanılacak zaferi daha anlamlı kılmıştır. Görüldüğü gibi Cuaron'un eklediği sahneler, yaptığı değişiklikler ve bütün tercihleri Children of Men'i, romanın ötesine taşıyarak, bilimkurgu sinemasına bir klasik kazandırmıştır. Emmanuel Lubezki'nin soğuk renkleri, kirli Londra tasviri, son derece gerçekçi bir Londra canlandırabilmesiyle sinemanın görselliğinin nimetlerinden çokça yararlanılmış. Hikayeyi basitleştirse de yaptığı değişikliklerle etki gücünü arttırabilmesi de tamamen Cuaron'un mahareti.