Hikaye 2054 yılında Washington'da geçiyor. Devlet, cinayetleri önlemek amacıyla etkili bir yöntem bulmuştur. 'Pre-cog' olarak adlandırılan geleceği görme yetisine sahip üç kişi sayesinde bütün cinayetler ve bir takım önemli suçlar önceden haber alınmakta, böylelikle suçlular henüz o suçu işlenmeden yakalanabilmektedir. Oluşturulan birimin başında yer alan John Anderton (Tom Cruise), 'Pre-cogs' yani medyumlardan bir sonraki cinayeti işleyecek kişi olduğunu öğrenince medyum kızlardan birini (Agatha) yanına alarak kaçar.
Film ana eksenini bu kaçma kovalamaca üzerine kuruyor. Hikaye bu şekilde ivme kazanıyor ve John Anderton'la kısa süre içerisinde empati kuruyoruz. Daha önce gördüğümüz o cinayet anının nasıl vuku bulacağını merak ve heyecanla filme dört kolla sarılarak izliyoruz. Spielberg, üzerinde uzun uzun düşünülerek yaratılan 2054'ün Washington'ında bize önce refah içinde yaşayan bir toplum resmi çizerken film ilerledikçe şehrin kokuşmuş kısımlarında gezdiriyor. Azınlık Raporu'ndaki ütopya ile her ütopyada olduğu gibi erişilmesi mümkün olmayan bir gelecek modeli tasvir ediliyor. Filmde de bunun altı çiziliyor. Oluşturulan sistemde suçların önüne geçilebilmiştir ancak sistemin içinden birinin suç işleyeceği öngörüsü sistemin sorgulanmasına sebep olacaktır. Aslında ütopik değil disütopik bir gelecek var Azınlık Raporu'nda. Spielberg'in filmde üzerinde durduğu bir diğer nokta insanın kendi kaderini kendisinin çizip çizemeyeceği meselesi. John Anderton, kahinlerin öngörüsüne dolayısıyla da önceden yazılmış olana inanmıyor ve bunu değiştirebilmek kendi kaderini belirleyebilmek için hayatını riske atıyor. Richard Kimblevari bir kaçağa dönüşüyor. Bu noktada aksiyon sahneleri devreye giriyor. Blade Runner, Dark City gibi mavimtırak bir bilimkurguya imza atan Spielberg, görsel olarak kusursuz, hikaye bazında da derin meselelere parmak basan bir future-noir örneği ile tatmin edici bir film ortaya koyuyor.