13 Ocak 2013

Life of Pi


Yann Martel'in best-seller olmuş  kitabının aynı adla ve 3D teknolojisiyle desteklenerek görsel bir ziyafete dönüştürüldüğü son Ang Lee çalışması Life of Pi, baştan söylemekte fayda var 2012'nin en iyi filmlerinden. Pi Patel'in ailesiyle Hindistan'daki hayvanat bahçelerinden Pasifik'e yaptıkları zorunlu yolculuk ve bu yolculuk esnasında yaşanan gemi kazası sonucu bir sandalda; bir sırtlan, kırık bacaklı bir zebra, bir orangutan ve bir Bengal Kaplanı'yla okyanusun ortasında bir başına kaldığı inanılmaz hayatta kalma mücadelesinin anlatıldığı film; görselliği ve hikayesini ele alış metotlarıyla daha uzun zaman tartışılacak gibi görünüyor.

Ang Lee, filmini oldukça sıradan bir biçimde açıyor. Üretim sancısı çeken bir yazarın, inanılmaz bir hikayesi olduğu söylenen Hintli bir adamı ziyaret etmesi ve bahsi geçen hikayenin birincil ağızdan anlatılmaya başlanmasıyla ana karakterimiz Pi'yi tanımaya başlıyoruz. Hikayenin anlatıldığı bugün ile geçmiş arasında git gelli bir yapı kurulmuş. Pi'nin okyanusun ortasında yalnız kalmasına kadar sık sık araya giren anlatıcı Pi ve yazar karakteri, filmin masalsı yanını zedelemiş. Bunu söylerken anlatılan hikayenin gerçekliğinin kalın bir şekilde çizilmesiyle o büyünün seyirciye geçmesi safhasında sıkıntı yarattığının söylemek istiyorum. Zaten Ang Lee de kaza sonrasında anlatıcı Pi'yi unutturarak görsel ziyafeti öne çıkarmış. Pi'nin hikayesinin çocukluğundan başlanarak anlatılması ise (ailesi, dinlerle ve Bengal Kaplanı'yla olan ilişkisi) okyanusun ortasındaki hayatta kalma mücadelesinin altını doldurma işlevini de üstlenmiş.

Budizm, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi farklı dinleri çocukluk masumiyetiyle benimseyen Pi, bu karma inanç sistemi içinde gençlik döneminde yolunu kaybediyor ve bir sınava tabii tutuluyor. Bu hayatta kalma savaşını 'inanırsan başarırsın' söylemiyle -Ang Lee'nin kolay yolu seçtiği söylenebilir- basit ama etkili bir mesajla noktalıyor yönetmenimiz. Bunu yaparken seyirciyi de bir tür inanç sorgulamasının içine çektiğini görüyoruz. Pi'nin elinde inançsız insanları Tanrı'ya inandırabilecek bir hikaye var. Film içindeki bu 'gerçek' hikaye, eski zamanlardan bugüne değin anlatılagelen masallar, mitoslar, söylenceler ve kutsal kitapları temel alan inanç hikayelerinin de modern bir temsili yapıyor Life of Pi'yi.

Filmin okyanusta geçen bölümü 3D'nin de katkısıyla kusursuz ve doyumsuz. Ancak bu doyumsuz seyir yalnız görsellikle değil daha önce pek çok kez izlediğimiz vahşi doğayla mücadele, ıssız adada yalnızlık motifi diğer bir deyişle Robinson Crusoe temsillerinin ve belgesellerden aşina olduğumuz besin zincirinin Life of Pi'de karadan okyanusa, açık alandan dar alana transfer edilmesiyle kağıt üzerinde dahi tuhaf ve cezbedici duran hikaye, uygulamada da benzersiz bir etki bırakıyor. 

Hikaye akıp giderken, bize de anlatılanlara koşulsuzca inanmak düşüyor. Ta ki sona gelip de filmin metaforik bir anlatıyı tercih ettiğini görene dek. Ang Lee, önümüze iki farklı hikaye koyuyor ve bir seçim yapmamızı istiyor. Birinci hikaye inançla yoğrulmuş bir hayatta kalma mücadelesi ve nihayetinde acılı ama mutlu bir son vadediyor. İkincisi ise trajik, inanılabilir ama kabul edilebilir değil. Tam da burda Ang Lee kritik bir kararla seyirciyi hangi hikayeye inanması gerektiği hususunda özgür bırakmayarak, ucu açık bırakması gereken noktaları bir bir ve alelade şekilde anlatması işin büyüsünü bozuyor maalesef. 

Son söz: Filmografisine baktığımda Ang Lee'nin hedefi 12'de vurduğuna şahit olmadım. Bu durum Life of Pi için de geçerli ama her şeye rağmen yönetmenin en iyi işi olduğunu düşünüyorum. 8.3\10