28 Eylül 2015

Ekim Vizyonunun Kare Ası


Sinemada yeni sezon Eylül’de başlasa da gerçek anlamda açılışın Ekim’de gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Zira Ekim ayı film programının zenginliğini düşünürsek haksız da sayılmayız. Ayın kare asını seçmekte oldukça zorlandım. Pawn Sacrifice, Legend, The Walk, Zvizdan ve Zeki Demirkubuz’un yeni filmi Bulantı gibi kıymetli yapımların bir bir gösterime gireceği bir ay içerisindeyiz ne de olsa.

Mustang 

Dünya prömiyerini geçtiğimiz Mayıs ayında 68. Cannes Film Festivali’nde yapan, bu yıl 21.si gerçekleştirilen Saraybosna Film Festivali’nde de En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu ve Seyirci ödüllerini kazanan Deniz Gamze Ergüven imzalı Türk-Fransız-Alman ortak yapımı Mustang, geçen hafta Fransa’nın Oscar aday adayı seçilerek bir kez daha gündem yarattı. Bir Karadeniz kasabasında büyükanneleriyle yaşayan, büyüme çağındaki 5 yetim kız kardeşin maruz kaldıkları toplum baskısına karşı kendi yöntemleriyle direnişlerini ve özgürlük arayışlarını masalsı bir tonla anlattığı söylenen Mustang uzun süre konuşulacak bir yapım. Mustang, 23 Ekim’de ‘Başka Sinema’ salonlarında vizyona girecek.

Regression (Korku Terapisi)

Tesis, Abre los ojos ve The Others filmleriyle yeni kuşağın en yetkin genç yönetmenlerinden biri olduğunu kanıtlayan Alejandro Amenabar, hakim olduğu türün dışına çıktığı Mar Adentro ve Agora’nın ardından altıncı uzun metraj çalışması Regression ile gerilime döndü. Kısa filmografisinde boş filmi bulunmayan Amenabar’ın uzmanlık alanına dönüşüyle beklentiler had safhaya çıktı. Fragmanıyla da dikkat çeken filmde Ethan Hawke ve Emma Watson başrolleri paylaşıyor. Filmin konusu ise şöyle; 90'yıllarda Minnesota'da geçen hikayede bir baba kızına cinsel tacizde bulunmakla suçlanır. Baba ne olup bittiğine dair hiçbir şey hatırlayamasa da suçlamaları kabul eder. Bir psikoloğun yardımıyla hafızasındaki boşlukları doldurmaya çalışan adam parçaları yavaş yavaş birleştirmeye başlar ve olayların içerisinde bir polisin de yer aldığını hatırlar. Yine de olaylar tartışmaya açık değildir ve yerel medya, soru işaretlerinin arkasında satanik bir tarikatın yer alma ihtimalini sorgulamaya başlamıştır. 

Black Mass (Kara Düzen)

İlk iki yönetmenlik denemesi Crazy Heart ve Out of Furnace ile başarılı işlere imza atan Scott Cooper’ın biyografik nitelik de taşıyan yeni filmi Black Mass, klasik bir suç draması gibi görünüyor. Amerikan tarihinin en azılı suçlulularından biri olarak kabul edilen Whitey Bulger’a Johnny Depp’in hayat verdiği film, Venedik, Toronto gibi prestijli festivallerde gösterildi ve genel olarak iyi tepkiler aldı. Public Enemies’ten sonra bir kez daha bir gangster karakteriyle karşımıza çıkacak olan Johnny Depp’in performansı da Black Mass’in en çok merak edilen noktalarından biri. Filmde Güney Boston’un azılı suçlularından White Bulger’ın kendisini temize çıkartmak için bir mafya ailesine karşı FBI muhbiri olmayı kabul etmesi ve sonrasında yaşananlar ele alnıyor. Black Mass, 16 Ekim’de vizyonda olacak.

The Martian (Marslı)

Değil Ekim ayının 2015’in en çok merak edilen ve beklenen birkaç filminden biri şüphesiz ki The Martian denilebilir. Ridley Scott’ın bilimkurguya geri döndüğü film Andy Weir’ın çok satan romanından sinemaya uyarlandı. The Martian çeşitli festivallerde gösterildi. Filmin Rotten Tomatoes gibi eleştirmenlerin puan verdiği bir sitede ortalamasının 100 üzerinden 94 olması beklentilerin boşa çıkmayacağının bir göstergesi gibi. Yine de görmeden kesin bir şey söylemek mümkün değil. The Martian 2 Ekim’de vizyonda. Daha detaylı ön incelemem için bakınız

26 Eylül 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #31 Rabid Dogs


İtalyan korku sinemasının Dario Argento ve Lucio Fulci ile birlikte en yetkin üç isminden biri olan Mario Bava’nın korku janrı dışına çıktığı ancak alanından da çok uzaklaşmadığı çalışmalarından biri olan Rabid Dogs, yönetmenin en sağlam işlerinden. Öneri listeme eklerken tereddüt etmediğim bir film.

Üç hırsız gerçekleştirdikleri soygun sonrasında polisten kaçarken bir kadını rehin alırlar. Daha sonra bir aracın yolunu kesip oğlunu hastaneye yetiştirmek için acele ettiğini söyleyen bir adamı da rehin alarak şehir dışına doğru yola koyulurlar. 5 karakterin yolculuk esnasında yaşadıkları, hemen hemen tamamı bir arabanın içinde geçen filmin hikayesi denilebilir.

Filmi temposu yüksek bir açılış sekansıyla açan Bava, karakterleri tanıtayım veya derinleştireyim derdinde olmadığını daha ilk dakikalarda belli ediyor. Gözünü kırpmadan cinayet işleyebilen üç azılı suçlu ve rehinelerin gerilim yüklü yolculuğunun nasıl sonuçlanacağı, yönetmenin, seyircinin merakını diri tutmayı başardığı anlatısıyla filmin son ana dek sorunsuz ilerlemesine olanak veriyor. Peki, Rabid Dogs’u klasik bir rehine filmi ve suç filmi olmaktan kurtaran nedir derseniz, spoiler olmaması için bahsedemeyeceğim sürpriz finali diyebilirim. Bu öyle bir final ki, yönetmenin ne yapmaya çalıştığını ancak o zaman anlıyorsunuz. Hikayeye farklı bir bakış açısı kazandıran final üzerinden suçluluk ve masumiyet kavramları da sorgulanabilir. Elbette bugünün sürpriz finalleri gibi sondaki sürpriz üzerine kurgulanan bir film değil Rabid Dogs. Bu da onu daha kıymetli yapıyor. Bava, açıkça neye inanmak isteseniz ona inanırsınız diyor. Kısacası leziz aldatmacasıyla sınıf atlayan bir film bu.

Rabid Dogs, değil ait olduğu 70’lerin, tüm bir suç filmi külliyatının türü taze fikirleriyle besleyen önemli örneklerinden biri.

18 Eylül 2015

İlk izlenim: The Revenant


Michael Punke’ın gerçek olaylardan esinlenerek yazdığı The Revenant: A Novel of Revenge adlı kitabı, Birdman ile geçtiğimiz yıla damgasını vuran Alejandro Gonzalez Inarritu tarafından sinemaya uyarlandı. Adı şimdiden ödül sezonunun favorileri arasında anılmaya başlanan yapımda Leonardo Di Caprio ile Tom Hardy’yi Inception’dan sonra tekrar birlikte izleyeceğiz.

Filmin Temmuz’da yayınlanan ilk fragmanı öyle bir heyecan dalgası yarattı ki, Twitter, Facebook gibi sosyal paylaşım platformlarındaki yorumlara bakmayanlar abarttığımızı düşünecektir. The Revenant’ın fragmanı, fragmanın da filmden bağımzsız bir sanat işi olduğunu ispatladı desek yeridir. Filmin izleyeni galeyana getiren epik fragmanı, Di Caprio’un Oscar’a göz kırpan performansı, Emmanuel Lubezki’nin enfes görüntüleri, temposu ve en çok da intikam hikayesinin ruhunu yansıtmayı başarabilmesiyle akıllara kazındı. Filme yönelik beklentiler de öyle yükseldi ki, çıta Birdman’in de üzerine çekildi. Fragmanın yanıltıcı olmaması şimdilik en büyük dileğimiz.

19. yüzyılın ilk yarısında geçen The Revenant’ın hikayesi şöyle; kürkleri için hayvanları avlayan bir kuruluş için çalışan Hugh Grass bir ayı tarafından ölümcül bir şekilde yaralandıktan sonra ölüme terk edilir. Ekibinin ihanetine uğrayan Grass, kendi çabasıyla hayatta kalmayı başarır ve tamamen iyileştikten sonra intikam yemini eder. 

Vahşi doğada ihanet ve intikam hikayesiyle The Revenant’ın ilk etapta akıllara 1997 yapımı Lee Tamahori filmi The Edge’yi getirdiğini söyleyelim. Elbette vahşi doğa, ihanet ve intikam dışında filmlerin başka bir ortak noktası bulunmuyor. The Revenant’ın sadece hikayesine bakarak ana karakterimiz Hugh Grass ve genel olarak film hakkında bazı çıkarımlar yapmak mümkün. Grass’ın kürkleri için hayvanları katleden bir kuruluşta çalıştığını biliyoruz. Dolayısıyla başlangıçta iyi bir karakter olduğunu söyleyemeyiz. Hatta film boyunca da söyleyemeyeceğiz sanırım. Ne yaptığının farkına varabilmesi için ihanete uğraması ve ölümle yüzleşmesi gerekiyor. Fragmanın başında zaten “Artık ölmekten korkmuyorum, bunu zaten yaptım.” dediğini duyuyoruz. İntikam hırsıyla hayata tutunan ve avcılara savaş açan bir adam Hugh Grass. Özellikle intikam yolunda gözünü karartmış olması, vereceği çetin savaşta en büyük silahı olacak. Elbette 2 dakikalık fragman çok fazla detay vermiyor ancak Inarritu’nun 19. yüzyılı fon alan sıradan bir macera filmi çekmeyeceğini biliyoruz. Yönetmen muhtemelen ya bu karakterin dönüşümü üzerinden ya da kürkü için katledilen hayvanlar özelinde bir alt metin oluşturacaktır. 

Açıkçası Inarritu’nun senarist Guillermo Arriaga ile işbirliğini noktaladıktan sonra birbirinden oldukça farklı projelere yönelmesi, gerek içerik gerekse de biçimsel olarak tarzını kısmen de olsa değiştirmesi olumlu bir sonuç verdi. Evet henüz ilk iki filmini aşabilmiş değil fakat farklı türlerde maharetlerini gösterme fırsatını çok iyi değerlendirdiği açık. Akıllardaki soruya gelirsek, Birdman ile en iyi film ve yönetmen Oscar’ını kucaklayan Inarritu’nun altıncı filmi The Revenant şayet adaylık elde ederse, bu yıl 88.si dağıtılacak akademi ödüllerinde şansı ne olacak? Filmi ve alacağı tepkileri görmeden bir şey söylemek mümkün değil ama iki yıl art arda büyük ödülü kucaklaması pek olası değil.

12 Eylül 2015

Neden overrated, neden underrated?


Overrated: It Follows

Bu yıl izlediğimiz It Follows (Peşimeki Şeytan), korku sineması adına yeni fikirlerin tükenmediğini açıkça gösteen başarılı bir işti. Ancak afişe de taşınan “Korku severlerin rüyaları gerçek oluyor”, “bir korku klasiği” gibi son derece abartılı yorumlar ve eleştirmenler cephesinden gelen övgüler beklentilerin yükselmesine sebep olmuştu. Filmi gördüğümde ise o kadar da yenilikçi ve korkunç bulmadım. Ve bu da onu overrated filmler listeme eklememe neden oldu. İlgi çekici bir lanet hikayesi anlatan David Robert Mitchell, 70’lerin sonunda Halloween’la parlayan teen-slasher alt türünün klişeleriyle hınzırca oynuyor. Sevişen gençlerin önce öldürülmesini, sevişirsen hayatta kalırsın biçiminde tersine çeviriyor yönetmen. Seksin lanetten kurtulmanın yolu olması kadar, kılık değiştirebilen doğaüstü katil tanımıyla da seyircisini etkilemeyi başaran Mitchell, özellikle ikinci yarısından itibaren filmin düşüşe geçmesini engelleyemiyor. İlk yarıda yeni fikirlerle ilgimizi ayakta tutuyor ama fikirler tükendiğinde bocalamaya başlıyor. Sonuçta bir grup genç lanetten kurtulmak için çabalıyor. Birkaç iyi çekilmiş korku sahnesi ağzımıza bir parmak bal çalıyor ancak beklenen korku filmi çıkmıyor. Atmosfer ve hoş müzikler de bir yere kadar… It Follows’u övgüye boğarken sık sık korku referanslarından ve başarılı atmosferinden bahsediliyor. Referanslara ve filmler arası etkileşimlere ne kadar değer versem de It Follows’u iyi bir denemeden öteye geçirecek kadar değerli bir şey göremedim ben. Klasikler ait oldukları türler veya alt türlerde yeni eğilimler başlatabilecek yetkinliktedirler. It Follow’un harcanmış iyi fikirleriyle bunu başarması söz konusu değil. Unutulmaya yüz tuttu bile.. 

Underrated: Trance

Son derece istikrarlı bir sinemacı olan Danny Boyle’un hali hazırdaki son filmi Trance’ın üzerinden iki yıl geçti. Film vizyona girdiğinde ortalama tepkiler aldı. Benim gibi çok az sayıda sinefil-yazar hakkını teslim etti. Hakkı neydi peki? Öncelikle Trance’ın yönetmenin 90'larda ürettiği Trainspotting ve Shallow Grave'in ardından en iyi üçüncü filmi olduğunu söyleyeyim ve sebeplerine geçeyim. Tüm filmi bir yap-boz gibi kurgulayan Boyle, klasik bir suç-gerilimini bilinçaltına açarak Inception-vari bir iş ortaya koyuyor ve muadillerinden ivedilikle ayrılmasını biliyor. Bilinçaltına açılan suç filmi tanımı onu değerli kılıyor. Hikayeye baktığımızda elbette birçok filmden parçalar görmek mümkün. Ancak Trance, “ben bu filmi - bu sahneyi hatırlıyorum” hissiyatı yaratsa da kopyacı bir film değil. Bilinçaltında geçen sahnelerin bir noktadan sonra muğlaklaştırılması içinden çıkamadığımız bir gizemle sarmalanmamıza sebep oluyor ve tırmanan gerilime hizmet ediyor. Film, Boyle’un birçok filmi gibi dinamik kurgusuyla büyük keyif verirken, sürprizlerini açık etmemeye özen gösteriyor ve seyircisini adeta finale hazırlıyor. Tekrarlanan kilit sahneleri, müzikleri, hipnotik anları ve Boyle’un sinema diliyle hatırlanacak bir film bu. Aslında Trance’ın genel kitleyi avucunun içine almakta zorlanmayacak bir anlatısı var ancak kafa karıştırıcı yapısı ve hızlı kurgusu beğeni seviyesini düşürmüş olmalı. Sinefil cenahının fazla yüz vermemesinin sebebi ise son dönemde benzerlerini çok gördüğümüz oyunlu-sürprizli filmlerden bıkkınlık gelmiş olması sanırım. Sonuç olarak; tekrar tekrar izlenecek ve yeni bir şeyler keşfedilebilecek üstün bir yapım olduğunu düşünüyorum Trance’ın. Hala izlememiş olanları da keşfe davet ediyorum.

4 Eylül 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #30 Olağanüstü Öyküler


Dünya sinemasının üç büyük ustası; Federica Fellini, Roger Vadim ve Louis Malle'in bir araya gelip alanında bir başka üstat Edgar Allan Poe'nun öykülerinden yola çıkarak kotardıkları Olağanüstü Öyküler (Histories Extraordinaries), orta metraj üç filmden oluşan kıymetli bir eser.

İlk filmimiz Roger Vadim'in yönettiği Metzengerstein. Filmde; Ortaçağ'da genç bir kontesin, kendisine miras kalan şatosunda gününü gün ederek yaşarken, bir gün kuzenine aşık olması ve aşkına karşılık bulamaması neticesinde, intikam hırsına yenik düşmesi işlenir. İkinci bölüm olan William Wilson'ın kamera arkasında ise Louis Malle'i görüyoruz. Alain Delon ile Brigitte Bardot'nun başrollerini üstlendiği bu bölümde; sadistliğiyle tanınan William Wilson'ın, kendisine ikizi kadar benzeyen, adı dahil aynı olan bir adamın, hemen her yerde karşısına çıkması ve kendisini engellemeye çalışması konu ediliyor. Son bölüm olan Toby Dommit'in yönetmen koltuğunda ise Federico Fellini oturuyor. Toby Dommit'te alkol bağımlılığı yüzünden kariyerini tehlikeye atan bir oyuncunun hikayesi işleniyor. 

Her biri 30-35 dakika kadar süren üç hikayenin pek çok ortak noktası var. Üçü de Poe'nun karanlık dünyasını ustalıkla görselleştiriyor. Suçluluk duygusuyla harap olmuş insanların, ruhsal çöküşlerini beyazperdeye taşıyan her bir hikaye ortak temalarla birbirine bağlanıyor. Roger Vadim'in yönettiği ilk bölüm; gotik mimari kullanımı, estetiği ve Jane Fonda'nın varlığıyla akılda kalırken, Louis Malle'in çektiği ikinci kısım özellikle yarattığı gizemle takdir edilesi bir iş. Fellini ise kanımca filmin en başarılı ayağına imza atmış. İlk kez bu denli karanlık bir hikaye için kamera arkasına geçen yönetmenin buna karşın, o aşina olduğumuz sinemasından izlere rastlamak mümkün. Olağanüstü Öyküler, bugün modası geçmiş bir fikirle yola çıkmış olsa da 60'lı yıllar için oldukça davetkar bir deneyim sunuyordu şüphesiz . Klasik sinemada farklı tatlar arayanlar için görmeye değer...

1 Eylül 2015

Modern Frankenstein: İçinde Yaşadığım Deri


Pedro Almodovar'ın 80'lı yıllarda Atame, Matador gibi filmlerinde birlikte çalıştığı Antonio Banderas'la tekrar bir araya geldiği İçinde Yaşadığım Deri (The Skin I Live In) vizyona girdiğinde adından oldukça söz ettirmiş bir film. Yönetmeninin yeni ufuklara yelken açtığı İçinde Yaşadığım Deri, Fransız polisiye yazarı Thierry Jonguet'in "Tarantula" adlı romanından uyarlandı. Başta bir uyarlama olmasıyla Almodovar sinemasında farklı bir yerde duran film (yönetmenin ikinci roman uyarlaması), tonu farklı olmasa da korku ve bilimkurguya göz kırpan hazmı zor hikayesiyle yönetmenin hayranlarını şaşırtmayı başarmış ve genel olarak fazlasıyla memnun etmişti.

Bir araba kazasında yanarak ölmekten son anda kurtulan eşini o görünümden kurtarmak için yeni bir deri yaratmak üzere çalışmalar yapan estetik cerrahı Dr. Robert Ledgard, 12 yıl boyunca evinde bulunan laboratuvarında işini gizlice yürütür. Eşinin intihar etmesi ve bu olayın kızının gözü önünde gerçekleşmesi sonucu kızının psikolojik sorunlarıyla da boğuşan Dr. Robert, yıllar sonra kızının başına gelen bir olay sonucunda deyim yerindeyse bir Dr. Frankenstein'e dönüşür.

Dr. Robert için modernize edilmiş bir Frankenstein denilebilir ama arada pek çok fark var: en başta yaratma motivasyonları tamamen farklı. Dr Frankenstein tam anlamıyla kafayı yaratıcının yerine geçmekle bozmuş, çılgın bir bilim adamı iken, Dr. Robert, intikam  duygusuyla hareket ediyor. Temelde ikisi de yeni bir insan yaratma amacında olsalar da ölü bedenlere can vermekle, cinsiyet değişimi esas alarak yepyeni bir insan yaratmak arasında uçurum olduğu söylenebilir. Dr. Robert, intikam dürtüsüyle yola çıkıp bir insanı kobay olarak kullanma cüretini gösteriyor. Kadını kaybettiği eşinin suretinde baştan yaratması da Tanrı'ya bir başkaldırı olarak yorumlanabilir. "Onu benden aldın ama, bak ben kendime yeni bir tane yarattım" gibi bir düşünce yapısı var doktorumuzun.

Doktor, bilimin yasal sınırlarını ve etik değerleri de hiçe sayıyor. Filmin bilimsel kurgu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bugünün teknolojisinin olanaklı kıldığı veya çalışmaların hızla yürütüldüğü yapay deri, gen yapısının değiştirilmesi ve gen transferi gibi bilimsel çalışmalar hikayenin alt yapısını oluşturmada önemli bir rol üstleniyor. Almodovar'ı asıl ilgilendiren ise işin bilimsel boyutu değil elbette. Cinsiyet değişimine maruz kalan Vicente'nin Vera'ya dönüşmesinin ardından yaşadığı kimlik bunalımı, Almodovar'ın bu hikayeyi peliküle aktarmasında büyük paya sahip. Zaten klasik Almodovar temalarını ve yönetmenin takıntılarını İçinde Yaşadığım Deri'de görmek mümkün.

İçinde Yaşadığım Deri'nin hayli ilginç bir hikaye kurgusu var. Hikayenin geri dönüşlerle anlatılması, her geri dönüşte hikayenin biraz daha dallanıp budaklanması, karakterlerin geçmişiyle bugünün bağlanıp bir anlam kazanması ve taşların yerine oturması açısından bir gereklilik. Bu yüzden çok fazla hikaye anlatmaya girişiyor eleştirilerini anlamsız bulmuştum. Zira parçalar birleşmeden büyük resmi görmek pek mümkün değil.

Seyirciyi içine alma hususunda oldukça başarılı bir gerilim olan İçinde Yaşadığım Deri, 60'lı yılların Les Yeux sans Visage, The Face of Another ve Seconds gibi klasiklerini modern bir Frankenstein hikayesiyle bir ayara getiriyor. Ortaya da cesur yaklaşımı ve sürprizleriyle kolay kolay unutulmayacak bir Almodovar yapıtı çıktığı söylenebilir. 8.2\10