30 Nisan 2015

Sinema uyarlamasını bekleyen romanlar - #5 Poe Gölgesi


New York Times’ın uluslararası en çok satanlar listesine layık görülen Dante Kulübü’nün yazarı Matthew Pearl’ün ikinci romanı Poe Gölgesi edebi yönü güçlü bir eser. Altı romanı (Dilimize çevrilmemiş dört romanı daha var) da henüz sinemaya uyarlanmamış yazarın, daha geniş kitlelere ulaşabilmesi ve tanınabilmesi için yolunun sinemayla kesişmesi gerektiğini düşünüyorum. Yazarın özellikle ülkemizde pek tanınmaması üzücü.

Hikaye

1949 Baltimore. Edgar Allan Poe mezar taşı bile olmayan bir mezara, dokunaklı ve kısa bir törenin ardından, neredeyse apar topar gömülür. Rahip bile konuşmasını kısa keser. Baltimore sakinleri başta olmak üzere tüm bir ülke, Poe’nun alkolizmin pençesinde sonu kötü biten ikinci sınıf bir yazar olduğunu düşünmektedir. Quentin Clark dışında…

Genç bir avukat ve ateşli bir Poe hayranı olan Clark,, tesadüfen tanık olduğu cenazenin ardından, Poe’nunkini kurtarmak için kendi ününü ve kariyerini riske atar. Yazarın son günlerinin polisin ilgi göstermediği pek çok soruyu barındırdığını görünce, bu sırların peşine düşer ve kendini iki farklı ülkenin ajanlarının, politik dolapların, bir kadın katilin, Baltimore’daki yoz köle ticaretinin ve Poe’nun son saatlerinin kayıp gizemlerinin arasında bulur. Quentin kendi yaşamını kötü bir sondan kurtarmak için Poe hakkındaki hakikati bulmak zorundadır.

Nedir?

Yazar Matthew Pearl, Poe’nun ölümüyle ilgili hiçbir zaman aydınlatılamamış gerçekleri, ustalıklı kurgusuyla birleştiriyor ve çeşitli teoriler üretiyor. Edebiyat tarihinin asla aydınlatılamamış kara deliklerinden biri olarak adlandırılan sır dolu ölüm, yazarın hayranları başta olmak üzere, gizemli öyküleri, dönem eserlerini ve dedektiflik hikayelerini sevenleri memnun edecek bir roman. Poe Gölgesi, Poe’nun ölümü hakkındaki ayrıntıları ortaya koyan ve hiçbir zaman yayınlanmamış orijinal keşiflere de yer veren özgün bir yapıttır. Poe’nun ölümüyle ilgili tüm kuramlar ve analizler tarihsel olaylara ve buna bağlı kanıtlara dayandırılmıştır.

Olası uyarlamayla ilgili düşüncelerim

Poe Gölgesi hikayesi gereği biyografik nitelik taşıyan bir eser değil. Dolayısıyla da yazarın esrarengiz ölümünü araştırdığını ve olayların 19. yüzyılın Amerika'sında vuku bulduğunu düşündüğümüzde Sherlock Holmes tarzına yakın duran bir film bekleyebiliriz. Uyarlama sonucunda ortaya bir tür filmi çıkacak olmasına karşın, romanın edebi yönünü yansıtabilecek bir senaryo yazılmalı. Film aynı zamanda Poe’ya saygı duruşunda bulunmalı diye düşünüyorum. Gerçekle kurgunun nefis bir birleşimini sunan romanın, sinema için biçilmiş kaftan olduğunu ve oldukça sinematografik durduğunu söyleyebilirim. 19. yüzyıl Amerika'sının layığıyla canlandırılması ve hikayenin giriş kısımlarının Poe eserlerini andırırcasına karanlık bir tonda çekilmesi iyi olacaktır.

22 Nisan 2015

Suçlu Zevkler - #1 Mother of Tears


İtalyan korku sinemasının en önemli temsilcisi Dario Argento’nun 1977’de Suspiria, 1980’de Inferno ile sürdürdüğü ‘Üç Anne’ üçlemesini uzunca bir aranın ardından Mother of Tears (Gözyaşlarının Annesi) ile nihayete erdirdiği çalışması, usta yönetmenin parlak işler ortaya koyduğu 70’li ve 80’li yıllardaki filmlerini aratsa da ilgiye değer bir korku denemesi olduğunu düşünüyorum.

Hikâye

Roma dışında yer alan eski bir mezarlıktan çıkarılan ve içerisinde pagan döneme ait eşyalar bulunan bir kutu, bir sanat restorasyonu öğrencisi olan Sarah Mandy ve arkadaşlarına ulaştırılır. Kutu açılınca Gözyaşlarının Annesi adlı çok güçlü bir cadı gün yüzüne çıkar. Roma’da şiddet ve kaos hakim olmaya başlar. Annesi gibi bazı doğaüstü güçleri olan Sarah, Cadı ve müritlerinin Roma’yı yıkmasını ve ikinci cadılar çağını başlatmasına engel olmaya çalışır.

Neden suçlu zevk?

Öncelikle Mother of Tears’ın vizyona girdiğinde kötü eleştiriler aldığını ve genel olarak korku filmi seven kitlenin de beğenisini kazanamadığını söyleyeyim. Dolayısıyla da sıkı bir Argento hayranı olarak Mother of Tears’ı da belli ölçüde beğendiğim için bu benim suçlu zevkim diyebilirim. Filmin eleştirilecek birçok noktasının olduğunun ve Argento’nun yeteneklerinin çok altında bir işe imza atmış olmasının farkındayım fakat zevk aldığımı gizlemeyeceğim.

Yorum

Argento aslında çok sağlam bir korku hikâyesi yazmış. Bu senaryoyu 80’ler veya düşüşe geçtiği 90’larda çekebilseydi inanın ortaya daha iyi bir film çıkacaktı. Çünkü bu hikâyenin görsel olarak karşılığını bu dönemde bulması zor. Elbette yaşlanmasının ve filmini düşük bütçeyle çekmek zorunda kalmasının da istediği etkiyi yakalayamamasında etkisi olduğunu düşünüyorum. Pandora’nın kutusu açılıp, Cadı eski gücüne kavuştuğunda Roma sokaklarında salgın gibi yayılan şiddet gösterilerine şahit oluyoruz. Argento, bu sahneleri bir annenin bebeğini öldürmesiyle açarak seyircisini nasıl bir şiddete maruz bırakacağının da sinyallerini veriyor. Ve evet, Mother of Tears önceki Argento filmlerinin hepsinden daha sert bir korku filmi. Yönetmenin filmin yapımcısı olmasının da etkisiyle kendisine geniş bir özgürlük alanı yarattığını görüyoruz.

Ana karakterimiz Sarah, bulaştığı beladan kurtulabilmek ve bu kaosa bir son verebilmek için olayı araştırmaya başlıyor. Burada üçlemenin diğer filmleriyle organik bir bağ da kurulmuş oluyor. İç Çekişlerin Annesi, Acıların Annesi ve Gözyaşlarının Annesi adlı üç cadıyla cadılığın kökenlerine doğru gidiyoruz. Sarah’nın ölen annesi ile iletişim kurması, güçlerinin farkına varması gibi detayların yama gibi durması ve görsel efekt kullanılan bazı sahnelerin düşük bütçe sebebiyle olmamışlığı filme ciddi zarar veriyor. Fantezilerinin peşinden fütursuzca giden Argento, sevenlerinin alışık olduğu zorlayıcı birçok ölüm sahnesi tasarlamış. Bazıları irite edici, bazıları yönetmene şapka çıkaracağınız nefis sahneler denilebilir. İşte bu dengesizlik filmin bütününün üzerine sinmiş durumda. Argento stilini konuştursa da cadı ve müritlerini yer altında gösterdiği sahneler dışında estetik açıdan vasat bir iş ortaya koymaktan kaçamamış.

20 Nisan 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #22 Haxan


Sessiz sinema döneminin en özel filmlerinden biri Benjamin Christensen’in yazıp yönettiği ve önemli bir rolü de üstlendiği Haxan’dır. Danimarka-İsveç ortak yapımı olan filmde eski çağlardan günümüze cadılık mefhumu inceleniyor. Film, sessiz sinema döneminin nadide belgesellerinden. Esasında The Nanook of the North'la birlikte belgesel sinemanın ilk örneklerinden biridir. Anlatıcının ara yazılar aracılığıyla da olsa seyirciye seslenişi ve didaktik bir anlatıdan kaçınılması 20’li yılların sinemasını düşündüğümüzde Haxan’ın değerini artıran unsurlar olduğunu söyleyebiliriz. Daha önemlisi ise Christensen’ın bugünün sinemasında sıkça karşılaştığımız episodik anlatıyı 1922’de keşfetmiş olması diyebiliriz. Hikayenin parçalara ayırarak anlatma biçiminin ilk örneği olup olmadığı hususunda emin değilim ama ilk örneklerinden olduğu su götürmez bir gerçek.

İlk 10-15 dakikalık dilimde slayt gösterisiyle hikayesini ders verirmiş gibi anlatan, kitaplardan alıntılar yapan, sonrasında ise çeşitli canlandırmalarla kurguya ağırlık veren Haxan, cadılığın ve büyücülüğün altında yatan sebepleri masaya yatırıyor. Kendince cevaplar da veriyor. Cadılığın evrenin gizemleriyle ilgili saf fikirlerin sonucunda ortaya çıkmış olabileceğini söylüyor. Engizisyon mahkemesinin cadı avında kullandıkları yöntemleri, bir hiç uğruna ateşe atılan kadınların dramını ve skolastik düşüncenin doğurduğu sonuçları etkileyici bir sinema diliyle anlatıyor Christensen. Orta Çağ'da açıklanamayan her şeyin cadılıkla bağdaştırılması, Kilisenin otoritesini korumak ve cadılığın-büyünün önüne geçebilmek için Engizisyon Mahkemesi'ni kurması gibi detaylara yer verilmese de filmin iyi bir metni ve hitabı olduğunu söyleyebiliriz. Çıplak kadın bedeni göstermedeki cesaretiyle övgüyü hak eden Haxan, şeytan tasvirleri ve döneme ilişkin ayrıntılarıyla da dikkat çeken özenli bir yapım.

17 Nisan 2015

Sinema uyarlamasını bekleyen romanlar - #4 Sil Baştan


Ken Grimwood'un bizde Sil Baştan adıyla yayımlanan 1987 basımlı bilimkurgu romanı Replay, ertesi yıl fantezi alanında yılın en iyi romanı seçildi. Roman, 2010 yılında çıkan bazı haberlere göre sinemaya uyarlanacaktı ama halen ses seda yok. O günkü haberlere göre de yönetmenliğe iyice ısınan Ben Affleck, hem kamera arkasına geçecek hem de başrolü üstlenecekti. Açıkçası Affleck'in, Grimwood'un başyapıtının altından kalkabileceğini hiç düşünmüyorum. Dolayısıyla projenin el değiştirip sinemaya uyarlanması temennim. Henüz beklenen filme kavuşamamış olsak da romanın, Groundhog Day'in esin kaynağı olduğunu ve geçen yıl izlediğimiz Edge of Tomorrow'un Grimwood'un romanının serbest bir uyarlaması olduğunu söyleyerek esere geçelim.

Hikaye

Heyecanını yitirdiği evliliği ile geleceği olmayan  işi arasında sıkışıp kalan Jeff Winston, 43 yaşında hayatını kaybeder. Tekrar gözlerini açtığında ise takvimler 1963 yılını gösterir. O sabah 18 yaşında, üniversite yatakhanesinin duvarlarına bakarak uyanır. Her şey eskisi gibidir... tek bir farkla: Jeff geleceği avucunun içi gibi bilmektedir. Futbol ligi final maçlarından at yarışlarına kadar kimin kazanacağını, Wall Street'te köşeyi dönmek için hangi şirketlere yatırım yapmak gerektiğini... Yalnız bilmediği bir şey vardır: Neden hayatını sil baştan yaşamak zorundadır? Sevdiği her şeyi ve herkesi kazanıp kaybetmeye daha ne kadar devam edecektir.

Nedir?

Hayatınızı tekrar, tekrar ve tekrar yaşamak zorunda olsaydınız diyerek okuru ana karakteriyle empati kurmaya teşvik eden Grimwood'un romanı, bugün edebiyatta ve sinemada benzer hikayelerle karşılaştığımız için okura belki o kadar da özgün gelmeyecektir. Ancak kitabın 80'lerde yazıldığını, o zamana göre değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Konuya hızlıca giren Grimwood, karakter gelişimini ise hikayeyi dallandırıp budaklandırırken veriyor. Anlatımı o kadar akıcı, dili o kadar temiz ki, sayfaları nasıl çevirdiğinizi anlamıyorsunuz. Bir bilimkurgu olsa da insani yönü güçlü, duygusal açıdan etkili bir roman Sil Baştan. Finalinin de  kusursuz olduğunu söylemek istiyorum. 

Romanın kendisini sürekli tekrarladığı yönündeki okuyucu eleştirileri ise yersiz ve komik olmaktan öteye gidemiyor. Romanın orijinal adı "Replay" yani "Tekrar". Grimwood, böyle eleştiriler alabileceğini düşünmüş olmalı ki, kendini tekrarlamakla kast edilen eleştirilerin önüne geçebilmek için elinden geleni yapmış. Devamlı aynı günün yaşanmasıyla, aynı hayatın farklı şekillerde tekrar tekrar deneyimlenmesi çok farklı sonuçlar doğuruyor. Sürekli genç bedenine dönen, ancak zihinsel olarak yaşlanan, aynı yıllarda, aynı olayları yaşamak zorunda kalan ancak her seferinde başka hayatlar yaşayan Jeff Winston'ın hikayesi hayatı sorgulatan, zaman kavramı üzerine düşündüren ve yaşadığımız anın değerini anlamamıza yardım eden bir başyapıt.

Olası uyarlamayla ilgili düşüncelerim

Elimizde romanın serbest bir uyarlaması olan Edge of Tomorrow var ama Sil Baştan bambaşka bir şey. Bıraktığı etki muazzam bir eser. Edge of Tomorrow bir istila filmiydi. Hep aynı günü yaşamak zorunda kalan bir askerin, dünyayı kurtarmaya çalışması söz konusuydu. İstila filmlerine taze kan aşılasa da Grimwood'un hikayesiyle asla mukayese etmemek gerekiyor. Groundhog Day'e baktığımızda ise küçük bir kasabaya sıkışıp kalan ve yıllarca aynı günü yaşamak durumunda kalan bir haber sunucusunun öyküsünü izlemiştik. 90'ların en iyi komedilerinden birinin esin kaynağının bilinmesi iyi olacaktır. Ne olursa olsun iki filmde de Sil Baştan'ın yaklaşımını göremiyoruz. 

Romanı okumayı düşünmeyen sinemaseverler, orijinal hikayeyi sadık bir uyarlamayla beyazperdede deneyimlemeli. Bu yüzden romanın mutlaka uyarlanması gerektiğini düşünüyorum. Pek tabii, filmi yapsa yapsa Hollywood yapar. Romanın hakkını teslim edebilmek için yaratıcı bir yönetmen şart gibi görünüyor. Aksi halde Hollywood'un çabuk harcayabileceği bir bilimkurgu izleriz. 1963 - 1988 yılları arasında geçen hikayenin günümüze taşınması da yapılacak en büyük yanlışlardan biri olacaktır. Ana karakterimiz öldüğünde, gözlerini 1963'te açması rastgele bir seçim değil. Kennedy suikastı başta olmak üzere 1988'e kadar geçen sürede dünyada yaşanan gelişmeler oldukça önemli. Bunu değiştirdiğinizde eserin ruhunu yok etme riskini göze almışsınız demektir.

15 Nisan 2015

En iyi 20 'ilk' film


En İyi 10 Veda Filmi listemin ardından sinema dergileri ve internet sitelerinde birçok kez yapılmış ama benim kendi listemi oluşturmadığım sinema tarihinin en iyi ilk filmleri seçkimi paylaşmak istedim. Listeye geçmeden önce ilk filmlerden bahsedelim biraz.

Bir yönetmenin ilk uzun metraj çalışması kendisi için tüm sanat yaşamı boyunca özel olarak kalacaktır. İlk film, bir yönetmenin seyirciyle ilk buluşması yani ilk heyecan anlamına geliyor. Kötü bir başlangıcın kariyerini başlamadan bitirebileceği endişesi bir yana, başta yapımcı olmak üzere oyuncular ve set çalışanlarına karşı sorumluluk hisseden tecrübesiz bir yönetmenin kontrolünü kaybetmemesi de gerekiyor. Geçmişe dönüp baktığımızda birbirinden ilginç ilk filmler olduğunu görüyoruz. Citizen Kane’i henüz 25 yaşındayken çeken Orson Welles, bu ilk çalışmasını kariyeri boyunca aşamadı. Daima sinemanın en iyileri arasında gösterilen bir ilk film çektiğinizde onun gölgesinde kalmanız şaşırtıcı değil. Stanley Kubrick ise çoğunlukla kötü eleştiriler alan ilk filmi Fear and Desire’dan önemli dersler çıkarıp bir daha tökezlememiş ve hep üzerine koyarak sanat hayatını sürdürmüş bir isimdi. Stüdyo desteği olmadan çekilen ilk filmler ise çok daha kıymetli. Robert Rodriguez'in El Mariachi’nin bütçesini toparlayabilmek için kanını sattığı ve çeşitli deneylere kobay olduğu biliniyor. Darren Aronofsky ise ailesi ve arkadaşlarından topladığı 100 dolarlarla Pi’nin bütçesini denkleştirebilmiş. Alejandro Amenabar’ın ilk çalışması Tesis ise öğrencilik döneminde çektiği tez filmiydi. Verdiğimiz bağımsız örneklerin üçü de birbirinden başarılı, özgün çalışmalardı. Yönetmenlerimizin ellerindeki kısıtlı imkanlara rağmen yeteneklerini, özgür çalışma ortamlarında gösterebildiklerini söyleyebiliriz.

Özgün bir iş olsa da David Lynch'in ilk çalışması Eraserhead'ini, Richard Kelly'nin Donie Darko'sunu, François Truffaut'un Les 400 Coups'unu, Charles Laughton'un The Night of the Hunger'ını ve başka önemli ilk filmleri ilk 20 içerisine sığdıramadım.

Not: Yönetmenlerin belgeselleri, Tv filmleri ve kısa metraj çalışmaları değerlendirme dışında tutulmuştur. İlk sinema filmlerine bakıyoruz.

1- Hiroshima Mon Amour (1959)
2- Citizen Kane (1942)
3- Who's Afraid of Virginia Woolf (1966)
4- The Maltese Falcon (1941)
5- Night of the Livind Dead (1968)
6- Before the Rain (1994)
7- Blood Simple (1984)
8- Reservoir Dogs (1992)
9- The Hunger (1983)
10- The Shawshank Redemption (1994)
11- 12 Angry Men (1957)
12- Being Jonh Malkovich (1999) 
13- Pleasantville (1998)
14- Pi (1998)
15- Delicatessen 1991)
16- Badlans (1973)
17- District 9 (2009)
18- Amores Perros (2000)
19- Easy Rider (1969)
20- Knife in the Water (1962)

12 Nisan 2015

‘Kopya’nın umulmayan cazibesi: The One I Live


Geçtiğimiz yıl izlediğimiz bağımsız bilimkurgu filmi Coherence, ülkemizde vizyona girme şansı bulamamıştı. Paralel Evren temalı film neredeyse tek mekanda geçiyor ve inanılmaz bir gerilim ve gizem yaratarak hedefine ulaşıyordu. Bazı açılardan Coherence’le akrabalık kurabileceğimiz The One I Love (Tek Aşkım) ise sürpriz bir şekilde gösterime giriyor. Bilimkurgu sinemasının ikinci altın çağını yaşamamızda Gravity, Interstellar gibi gösterişli dev yapımların yanında Coherence ve The One I Love gibi bağımsız şaheserlerin de katkısının oldukça fazla olduğunu düşünüyorum.

Romantik bilimkurgu akımının son örneği 

Film evliliklerini kurtarma çabasındaki bir çiftin evlilik terapistine gitmesiyle açılıyor. Terapist, birçok çifti gönderdiğini ve hepsinin de yenilenmiş olarak döndüğünü söyleyerek Sophie ve Ethan’ı yerleşimden uzak, kırsalda yer alan bir eve yönlendiriyor. Böylece asıl mekanımıza geçiyoruz. Evet, mevzubahis erkeğin eşini aldatmasıyla dengesi bozulan, sona yaklaşan bir evlilik ama bu film, kadın-erkek ilişkilerini irdelerken klasik yollara sapmaktan kaçınan yaratıcı bir bilimkurgu. Yönetmen Charlie McDowell, şu soruya cevap arıyor: “Sönmüş bir aşk canlandırılabilir mi?” Yöntemi ise bizi bilimkurguya ulaştırıyor. Yalnız filmin türü için yapılan romantik komedi\bilimkurgu tanımında sıkıntı var. Karakterlerimizin mevcut durumları ve evde karşılaştıkları olağanüstü durumla geldikleri noktayı düşünürsek romantik\drama\bilimkurgu etiketlerinin daha uygun olduğunu düşünüyorum. Elbette bir kesinlik söz konusu değil, romantik komediye de yakın duran bir film bu.

‘Kopya’nın umulmayan cazibesi 

Kır evinde tatillerine başlayan Sophie ile Ethan, çok geçmeden orada kopyalarının olduğunu fark edip, duruma bir anlam vermeye çalışıyor. Onlarla birlikte biz de bir sorgulama içine giriyoruz. Misafir evi paralel evrene açılan bir kapı mı? Bu soru aklımızı uzun zaman kurcalıyor. Ethan ve Sophie’nin kopyalarıyla ayrı ayrı vakit geçirme fikriyle film ivme kazanıyor ve sönmüş aşkın nasıl canlandırılmak istendiğini kavrıyoruz. Kopyalarıyla birbirleriyle olduklarından daha iyi vakit geçiren çiftimizden Sophie, ağzı daha iyi laf yapan, daha komik ve daha karizmatik bulduğu kopya Ethan’a aşık olmaya başladığında işin rengi de değişmeye başlıyor. Çiftimize, kopyalarının eşlerinden daha cazip gelmesinin temelinde yıpranmış evliliğin üzerine bir perde çekip, yepyeni bir başlangıç yapabilme arzusunun yattığını söyleyebiliriz. Her ne kadar, Ethan daha şüpheci ve korumacı bir tavır takınsa da, olaya daha gerçekçi yaklaşsa da gerçek Sophie’yle hiçbir zaman o ilk zamanlardaki gibi olamayacaklarını biliyor. Kopya veya klonun tercih edilmesi mücadele etmeme ve kaçış anlamına gelse de karşı tarafın kendimiz gibi olmasını istememizin seçimlerimiz üzerinde ciddi bir etkisi var.

Soru soru üstüne, ya cevaplar?

(Yazı bu noktadan itibaren spoiler içermektedir)

Gerilimin tırmandığı son bölümde bir paralel evren bilimkurgusunda olmadığımız netleşiyor. Yönetmen McDowell, ortaya attığı sorulara net cevaplar vermekten kaçındığı için biz seyircilere daha fazla iş düşüyor. Ethan ve Sophie’nin bir süredir devam eden bir deneyin parçası olduklarını öne sürebiliriz. Eşlerinin klonlandıkları, kendilerine ait birçok bilginin klonlara öğretildiğini ve deney için belirlenmiş alanda (kır evi) eş değişimiyle evliliğin rayına oturtulmaya çalışıldığını düşünebiliriz. Film bilgi paylaşımında ketum davranıyor. Bunun sebebi de yönetmenin bazı noktaları kafasında netleştirememesi yatıyor kanımca. Bu bir deneyse tam olarak ne amaçlanıyor, nasıl bir kazanç sağlanıyor, deneyi yapanlar kimler, dünya dışı varlıklar olabilir mi? gibi birçok soru aklımızı kurcalıyor.

Filmin çıkış noktası The Stepford Wifes denilebilir. The One I Love’daki kusursuz eş arayışını ve aslının kopyayla değiştirilmesi durumlarını göz önüne aldığımızda, Ira Levin’in romanından uyarlanan 1975 tarihli bilimkurgu filmi The Stepford Wifes’ın, senaryo yazım aşamasında senarist Justin Lader’a fikir verdiği söyleyebiliriz. Elbette ortak noktalar olsa da filmler arasındaki etkileşimin esinlenmede kaldığı açık.

Son söz: Havada bıraktığı sorulara rağmen, The One I Love’ın son derece özgün ve kışkırtıcı bir bilimkurgu denemesi olduğu fikrindeyim. 9\10

9 Nisan 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #21 Kafka


Steven Soderbergh'in ikinci yönetmenlik denemesi 'Kafka' serbest bir Franz Kafka biyografisi denilebilir. Serbest diyorum çünkü Soderbergh, Kafka'nın sanat yaşamından çok onun eserlerinde yarattığı dünyanın görsel karşılığını bulmaya çalışıyor ve biyografik film kalıplarının dışına çıkarak gerilim yüklü bir hikaye anlatıyor. Filmde bir sigorta şirketinde çalışan Kafka bir yandan da romanlarını yazmakta fakat yazdıklarının değersiz olduğunu düşünmektedir. Kafka, yakın arkadaşı Eduard kaybolunca onun izini sürmeye başlayacak ve gizli bir örgüte karışacaktır.

Soderbergh, 1919'un Prag'ında geçen hikayesini siyah-beyaz tercihiyle görsel olarak unutulmaz kılmayı başarırken (karanlık sokaklar, gölgelerle yaratılan tekinsizlik hissi çok baskın) filmin içeriğinin Kafka'nın en önemli eserlerinden Şato, Dava ve Dönüşüm'den yararlanılarak oluşturulmasıyla da Kafka biyografisi olmanın gereklerini görece yerine getiriyor. Soderbergh, bu üç eserden Dönüşüm'ü filmde Kafka'nın yazdığı hikayelerden biri, Dava'yı gizli örgütün ve Kafka'nın arkadaşı Eduard'ın uğruna öldüğü dava ve Şato'yu ise kentin yönetildiği ve insanlar üzerinde birtakım deneylerin yapıldığı ayrıca filmin tüm gizeminin çözüme kavuşturulduğu mekan olarak filmine yedirmiş. Sadece bu özelliği dahi filmi sıradışı yapmaya yetiyor. Kafka'nın filmin sonlarına doğru gizlice Şato'ya girdiği andan itibaren siyah-beyaz film renkleniyor. Kafka, Şato'dan çıktığında ise Prag yine siyah-beyaza bürünüyor. Peki bundan ne anlam çıkarmalıyız? Soderbergh, sadece biçimsel olarak fark yaratmaya mı çalışmış yoksa Şato'ya girdiğimizde filmi renklendirerek Kafka'nın zengin yaratım dünyasına girdiğimizi mi ima etmeye çalışmış kestirmek zor. Belki her ikisi de olabilir.

Son söz: Enfes açılış sekansından son anına kadar ilgiyle izlenen fakat herkeste aynı etkiyi bırakmayacağına emin olduğum ve izledikten sonra yazara olan alakanızı artıracağını düşündüğüm 'Kafka', Steven Soderberg filmografisi içinde parlayan filmlerden 7.5\10

4 Nisan 2015

Stalker


Tarkovsky'nin "Stalker"ı yada Tükçe ismiyle "Avcı"sı gösterime gireli neredeyse otuzbeş sene olmuş. Yine de bu sene ikinci, ilk izleyişimin üstünden 5 sene geçmesine rağmen etkisinden bir şey yitirmeden, bana ve insanlığa hükmeden basit bir şeyi kompleks bir bilimkurgu hikayesi olarak sunmadaki sinemasal başarısı, zekice akan aynı zamanda düşündüren bir film olduğundandır.

Emin olun, bu hikaye her zaman izlediğiniz bilimkurgulardan biri değil. Örneğin bir Hollywood klasik klişe bilimkurgusundaki gibi düzgün ve oturaklı bir hikayeye ya da klasik uzaylı (dost ya da değil) karşılaşmasına ya da apokaliptik bir terk edilmiş hikayesi de değil. Hatta tam tersine sinir bozucu, psikolojik olarak seyirciyi adım adım esareti altına alan ve ilerledikçe tam bir bilinmezlik ülkesi olan Zona'sının içine düşüren bir film.
Burç Karabulut yazdı

Stalker bir filmden çok daha fazlası çünkü...

Elimizdeki bir filmden çok daha fazlası o. Akıl yürütmeleriyle ilerleyen bir labirent. Bilinmezliğin sokakları içinde arınırken, hayatı anlamaya davet eden ama hiç de farkında olmadan her gün yaptığımız günlük sorgulamamızı Stalker'a başarıyla yayan Tarkovsky, sinema tekniği ile nasıl seyircinin düşünceye davet edilebileceğini anlatıyor.

Stalker'ın üç kahramanının gitmek için uğraştığı Zona, isimlerini tam olarak bilmediğimiz sadece Profesör ve Yazar olarak tanıtılan karakterlerinin bilinmezlikler ülkesi ya da terk edilmiş tehlikeli ve uzaylıların istila ettiği Zona'ya yolculuklarıyla başlıyor. Profesör'ü ve Yazar'ı Zona'ya çekenin ne olduğunu bilmiyoruz. Tüm yolculuklar ve maceralar meşakkatli ve dönülmez değil midir? Yeni yolculuklar hep korkutucudur özellikle bu yeni yolculuk, meteor düştüğü tahmin edilen, genetik birtakım bozuklukların yaşandığı, insanların çoğunun lanetlendiği bir bölgeye doğru yapılıyorsa. Hele ki bir de bu bölgeye giriş ancak ve ancak gizli bir şekilde yapılması gerekiyorsa.

Zona'ya gitmek var dönmek yok

Avcı ve ekip, kazasız belasız Zona'ya vardıklarında bu Zona'ya varma sürecinin sadece sonun başlangıcı olduğunu öğreniyoruz. Stalker'ın da  dediği gibi: Zona'ya getirdiğim herkes mutlu mesut bir şekilde dönemedi dediğinde tüylerimiz diken diken oluyor. O zaman gitmek var dönmek yok!

Stalker'ın bile üç buçuk attığı Zona büyük sırlar ve tehlikelerle dolu. Hem de kendisinin bile dönme ihtimalinin getirdiği, yolcularla eşit olduğu bir dünyada, seyirci de filmle bir sinematik empati kuruyor. Ne Stalker, ne Yazar, ne Profesör Zona'nın tam olarak ne olduğunu biliyor. Üçünün de bildiği tek şey; Zona'nın derinliklerine gidilebildikçe (şans yaver giderse) keşfedilebileceği. Bir gidenin dönme şansı olmadığı Zona'yı keşfetmek için hayatta kalmanız gerekli. Hayatınız ise pamuk ipliğine bağlı.

Gel zaman git zaman Zona'nın vahşi tuzaklarla dolu ormanından, tehlikeli mağara ve tünellerine akan bu yolculuk, aslında içine girdikçe, sona yaklaştıkça gerilimi çözmüyor. Hatta o kadar çözmüyor ki başladığımız yerde gibiyiz. Özellikle, nehir sahnesinde görülen yalnız bir silah, bir köpek ne anlama geliyor? Ama nafile Zona bir türlü açılmıyor, onu anlamamıza izin vermiyor, adeta keşfedilmesine engel olmaya çalışıyor. Zona  koca bir ülkeyi içine alan bir derya deniz. Sır veren ser vermeyen bir dünya.

Gerçek orada bir yerde

Zona'ya giren de çıkan da aslında biziz. Tarkovsky'nin kurguladığı Stalker'ın sürüklediği bu macera, bizim gerçekliğimizden başkası değil. Biz inanırsak Zona var. İnanmazsak Zona yok. Aynen kısa olan çöpü çekenin önde gitme zorunda olması gibi. Niyeyse bu? Veyahutta adı sanı konulmamış ancak inançlarla beslenmiş bir sürü gerçekliğin anlaşılmazlığı gibi orada bir yerde bir gerçek(lik) var.

Tarkovsky'nin bizi nakavt eden filmi seyirciyle oyun oynadığı, filmi onu düşüncelerinin içine hapsedip kendi kurgularımızla, gerçeklerimizin muhakemesiyle bizi başbaşa bıraktığı bir film. Ama şu soru baki kalacak sanırım: Çocuk muydu bardakları kıpırdatan yoksa tren miydi? Yoksa Tarkovsky miydi gerçeklikle çocuk oyunu gibi oynayan! Yok yok trendi o hepimiz duyduk!

2 Nisan 2015

Gölgelerin gücü adına!: Master of the Universe


DC Comics’in 1982’de piyasaya sürdüğü çizgi roman He-Man, çok geçmeden 130 bölümden oluşacak bir çizgi film serisine kaynaklık etti. Bizim gibi çocukluk dönemi 80’li ve 90’lı yıllara denk düşenler için özel bir yeri olan fantastik eser, 1987’de Gary Goddard tarafından Master of the Universe adıyla sinemaya da uyarlandı. Film, tahmin edeceğiniz gibi başarılı olamadı. Bu yazıda sebeplerini irdelemeye çalışacağım. Ayrıca He-Men’in yepyeni bir uyarlamayla geri dönecek olmasını fırsat bilip filmi ele almak istedim.

Master of the Universe, baştan belirtmek gerekir ki çizgi romana sadık kalan bir film değil. Uzak bir galakside, Eternia adlı bir gezegende klasik bir iyi-kötü savaşı sunar hikayemiz. Kainatın tek hakimi olmak isteyen İskeletor ve ona karşı savaşan Eternia Prensi Adam (He-Men) ve yoldaşlarının barış ve huzur içinde yaşama istekleri daima çakışır. Biliyoruz ki, orijinal hikayede kahramanımız He-Man, pek çok süper kahraman gibi aslında onun sakladığı ikinci kişiliğidir. Kılıcını göğe kaldırıp o meşhur sözlerini söyleyerek: “Gölgelerin gücü adına, güç bende artık!” He-Man’e dönüşür. Ancak Master of the Universe, başta Adam-He-Man ikililiği olmak üzere birçok karakter ve detayı safdışı bırakarak anlatmayı deniyor hikayesini. Başarısızlığının sebeplerinden biri bu ama en önemlisi değil. Düşük bütçe ile çekilen film, yarattığı galaktik evrene dair hiçbir şey sunamıyor. Eternia halkından bahsediliyor, birkaç karakter dışında kimseyi göremiyoruz. Gezenin nasıl bir coğrafyaya sahip olduğunu veya uzaydan görünüşü gibi detaylar da yok. Bütçenin şişmemesi için verilen tavizler sonucunda henüz senaryo aşamasında yanlış yollara sapılıyor. Bir “ilk film”den beklenen giriş bölümü mantığını kullanmaması, evrenini ve karakterlerini tanıtmaması gibi nedenlerle vasat bir eğlencelikten öteye gidemiyor Master of the Universe.

70’li ve 80’li yıllara damgasını vuran Star Wars ve en başarılı Flash Gordon (1980 yapımı olan) filmi ile akrabalık kuran Master of the Universe, bahsettiğimiz iki fantezi ürünü gibi bir evren inşa edemediği için ‘özenti’ olarak kalıyor. Çizgi roman menşeli olsa da biraz dikkat edersek güce ve kainata sahip olma ve tek elden yönetme isteğini Star Wars ve Flash Gordon’da görürüz. İskeletor’un da Darth Vader ve Ming’den pek bir farkı yok. “Ya her şey benim olur, ya da hiçbir şey!” diyebilecek kadar gözü dönmüş bir karakter o. İskeletor’un askerleri ve ışın silahlarının da Star Wars etkisinin açık bir göstergesi olduğunu söyleyebiliriz. Master of the Universe’e Flash Gordon’un ters yüz edilmiş bir versiyonu olarak da bakılabilir. Şöyle ki; Flash Gordon beklenmedik bir şekilde Ming’in dünyasına çekiliyor ve inanılmaz bir maceranın içinde buluyordu kendini. He-Men de yine beklenmedik biçimde dünyamıza geliyor ve İskeletor’la olan savaşına burada devam ediyor. Özetle Star Wars, Flash Gordon ve Master of the Universe’ü birbirinden ayrı düşünmek ve değerlendirmek oldukça zordur.

Son söz: 80’ler havası ve b tipi estetiğiyle bugün tekrar izlendiğinde nostaljik bir tat bıraktığını da belirtmek gerekiyor.