27 Aralık 2016

İntikam Meleği: Ms. 45


Amerikan bağımsız sinemasının, 80’li ve 90’lı yıllarda çektiği kalburüstü tür filmleriyle tanınan isimlerinden Abel Ferrara, o günleri aratsa da hiçbir eseri popüler olamadığı için sinemaseverler için filmleri hala saklı hazine olarak niteleyeceğimiz bir yönetmen. Ferrara’yı uluslararası üne kavuşturan filmi Ms. 45, hala pek bilinmiyor ne yazık ki. Bir suç gerilimi olan Ms. 45’i önemli kılan ana karakterimiz Thana ve onun inanılmaz dönüşümü. Dolayısıyla filmi de bu bağlamda ele almak gerekiyor.

Dilsiz olmasının yanı sıra çekingen bir genç kız olan Thana, işten eve dönerken, tenha bir köşede maskeli ve silahlı biri tarafından tecavüze uğrar. Polise gitmek yerine evine döner. O sırada evini soymakla meşgul olan soyguncu da ona tecavüz eder. Bu kez tecavüzcüyü öldürmeyi başaran Thana, farkında olmasa da geri dönülmez bir yola girer. Filmin hızlı açılış kısmını bu şekilde özetleyebiliriz. Thana’yı tam anlamıyla tanıyamadan, başına gelen trajik olaylar silsilesiyle biz de sarsılıyoruz. Geçmişine dair hiçbir şey bilmediğimiz Thana, yalnız yaşayan ve kendi ayakları üzerinde durmayı başarmış bir kadın. Her ne kadar zarif ve kırılgan bir yapısı olsa da karşılaştığı olaylar karşısında, daha çok o olaylardan sonra soğukkanlılığını koruyabilmesi, kaybetmeyi kabullenmemesi ve savaşçı özelliğiyle ilintili. Aynı gün iki farklı erkek tarafından tecavüze uğraması Thana’nın erkeklere bakışını kaçınılmaz bir şekilde tamamen değiştiriyor. Aslında kaçmayı, eski hayatına gönülsüzce devam edebilmeyi umarken, hayat buna izin vermiyor. Dolayısıyla da Thana, sessiz bir intikam yemini etmek zorunda kalıyor diyebiliriz. Ancak bu yemin sağ kalan tecavüzcüsüne değil, kadınlara kötü davranan, onları birer seks objesi olarak gören tüm erkeklere yönelik. Taxi Driver’ın Travis Bickle’ı gibi şehri pisliklerden temizlemek için harekete geçiyor Thana. O ürkek kız, yavaş yavaş ancak emin adımlarla yerini korkusuz bir Amazon’a bırakıyor deyim yerindeyse. Ferrara, Thana’nın dönüşümünü olması gerekenden hızlı bir şekilde veriyor. Nasıl oldu da Thana, bu noktaya gelebildi net bir biçimde algılayamıyoruz. Filmin belki de tek kusuru bu. Bu kusuru görmezden gelirsek, Thana’nın kişiliğiyle birlikte kıyafetlerinin ve görünümünün (makyaj da yapmaya başlıyor) de değişmesi iyi düşünülmüş bir detay. Geceleri korkusuzca erkek avlamaya çıkan Thana’nın erkekleri öldürürken hedefine kilitlenmiş bir Terminatör gibi hareket ettiğini görüyoruz. Yaşadığı travmatik olayın onu bu yola sürüklemesini karakteristik özelliklerine yormalıyız. Hissizleştiğini, bu hayattan bir beklentisinin kalmadığını ve eski Thana’yı gömdüğünü söyleyebiliriz. Thana yeniden doğuyor, bambaşka bir kadın olarak…

Mezarına Tüküreceğim (I Spit on Your Grave)’de olduğu gibi tecavüze uğrayan bir kadının intikamını izliyoruz. Ancak orada korku filmi kalıpları veya klişelerine hapsedilen mevzu, Ferrara’nın filminde sosyal psikolojinin alına girilerek işleniyor ve böylece derinlik de yakalanabiliyor. Toplumsal şartların modern bireyi nerelere sürükleyebileceğinin, özellikle de kadınlara biçilen rolün, kadının meta olarak görülmesinin sonuçlarının nerelere varabileceğinin filmi olduğunu söyleyebiliriz Ms. 45’in. Hikâyesini ele alırken farklı yollara sapmayan, ana temayı besleyecek ve zenginleştirecek hikâyeciklere gereksinim duymayan Ferrara, tertemiz bir anlatımla mesajlarını verirken, usta işi yönetmenliğiyle de filmi unutulmaz kılmayı başarıyor.

24 Aralık 2016

Snowden'a Dair...


3 Oscar ödüllü Oliver Stone, Amerikan istihbarat tarihinin en geniş kapsamlı güvenlik ihlalinin sorumlusu olarak bilinen Edward J. Snowden’ın hikayesini beyazperdeye aktardığı son filmi ile Snowden geri dönüyor. Film, 6 Ocak'ta vizyona giriyor.

Filmin konusu

Edward Snowden’ın, CIA’e girmek istemesinin en büyük sebebi, ülkesinin dünyada bir fark yaratmasına yardımcı olmaktı. Amerikan hükümetinin güvenlik adı altında e-postalara, sosyal medya hesaplarına, cep telefonu mesajlarına, hard disklerinize, kredi kartı ekstelerinize ve hatta masanızın üzerinde duran bilgisayar kamerasına kadar erişebildiğini öğrendi. İnternetin hudutsuz dünyasında hükümetler için gizli hesap diye bir şeyin olmadığını ve tüm bunların gizli kanunlarla yasallaştırıldığını 2013 yılı Haziran ayında tüm dünyaya duyurduğu gün “Amerikan tarihinin gördüğü en büyük vatan haini” ilan edilirken aynı zamanda da bir kahramana dönüştü. Üzerine kitaplar yazılan, belgeseli Oscar Ödülü kazanan Eward Snowden’ın gerçek hikayesi, bu kez Oliver Stone yönetmenliğinde Joseph Gordon-Levitt, Shailene Woodley, Melissa Leo, Nicholas Cage, Zachary Quinto, Tom Wilkinson’un bulunduğu ödüllü oyuncu kadrosuyla karşımıza çıkıyor.

Filme dair önemli detaylar

Platoon, JFK, Natural Born Killers ve Wall Street gibi çeşitli tarzlardaki beğeni toplamış filmleriyle Oliver Stone, kariyerini Amerikan kültürünün önemli noktalarını inceleyerek geçirdi. Vietnam Savaşından 9 Eylül’e kadar, filmlerinde kişisel olduğu kadar evrensel de olan tartışmalı konuları cesurca ele aldı. Edward Snowden’ın hikayesi, Stone’un yüksek makamlardaki riyakarlıkları ortaya çıkarmadaki ustalığı için adeta biçilmiş kaftan olarak çıktı karşısına.

Yeri göğü sarsan açıklamalarından önce, Edward Snowden her yönüyle kendini Amerikan hükümetine yardıma adamıştı. Devlet hizmetine adanmış bir ailede büyüdü ve ilk iş olarak seçilmiş Özel Kuvvetler’e ve Irak Savaşına katılma hedefiyle orduya yazıldı. Orduda, idmanlar sırasında geçirdiği bir kaza nedeniyle bacakları kırılan Snowden, yarış dışı kalmıştı. Sonrasında ise CIA’de ve daha sonra NSA’de bir kariyere yöneldi.

Oliver Stone, Snowden’ın hikayesinde henüz kamuya ifşa edilmemiş ne gösterebileceğini düşündü. Halihazırda Snowden’ın yolculuğunu anlatan Oscar kazanmış bir belgesel (Citizenfour), olay üzerine yazılmış birkaç kitap vardı. Stone’un kendi sözleri ise şöyle: “Ed’in zihninde olanları incelemek istediğime karar verdim, onu tüm bunları insanlara anlatmak zorunda hissettiren şey neydi? Ve bedelini biliyor muydu?”

Edward Snowden’ın Rus avukatı Anatoly Kucherena, Stone’un yapımcısı Moritz Borman ile irtibata geçti. Kucherena, bir kurgu hikâye yazmıştı ve Stone ile görüşüp romanının filme uyarlanışı hakkında konuşmak istiyordu. Avukat ile ön görüşmelerin ardından, Snowden’ın kendisi ile tanışmak için Stone Moskova’ya uçtu. “Başta kurgu üzerinden gidip gitmeyeceğimizden emin değildim,” diye açıklıyor Stone. “Hikâyenin iskeletini arıyorduk. Onunla konuşup biraz daha bilgi sahibi olunca kafamda bir taslak hikâye canlandı ve nasıl bir yol izleyebileceğimi gördüm.”

Yapımcılar sonunda hem Kuchenera’nın kitabını hem de Guardian muhabiri Luke Harding’in olayları ifşa eden gazetenin gözünden anlattığı The Snowden Files’ı kullanmaya karar verdi. Snowden’ın yardımlarıyla Stone, daha önce de kendisiyle birlikte Stuart Cohen’in The Army of the Republic romanının sinema uyarlaması üzerine çalıştığı, Tommy Lee Jones filmi The Homesman’in yetenekli genç yazarı Kieran Fitzgerald ile bir senaryo üzerine çalışmaya başladı.

Stone’a göre hikâye Edward Snowden’ın politik ve kişisel evrimi üzerine kurulu. “Long Island’dan kalkıp Vietnam Savaşına inandığı için savaşa giden Ron Kovic’i anlatan Born on the Fourth of July ile bir benzerlik var. Tamamen hayal kırıklığına uğrayıp Birleşik Devletlere savaş karşıtı protesto yapmak için geri dönüyor. Eninde sonunda bir kahraman olarak görülüyor. Bay Snowden için de benzer bir sonuç olacak mı bilmiyorum. Casusluk Kanunu ve hakkındaki suçlamalar yüzünden çok daha zor bir durumda.”

Filmi, antreman sırasında geçirdiği kazasıyla başlıyor ve devamında, buluştukları otel odasından Snowden’ın hayatındaki önemli anlara geri dönüşler yapıyor. “Özel Kuvvetler’e katılmak istedi, ama iki bacağını da kırdı,” diyor film yapımcısı. “Sonra CIA’e katıldı ve yükselmeye başladı. Irak Savaşı’na sonuna kadar inanan bir vatanseverdi. O zamanlardaki çoğu Amerikalı gibi doğru şeyi yaptığını savunuyordu.”

Yazarlar hikâyede yer yer sanatsal ve ahlaki nedenlerden ötürü kurmaca bazı eklemeler yaptıklarını fakat Snowden’ın macerasının özüne sadık kaldıklarını söylüyorlar. “Ed’in bize söylediği her şeyi sizinle paylaşamam,” diye açıklıyor Stone. “Ne yazık ki bir kısmı sır olarak kalmalı. Bence bu durumun tek çözümü Ed’in günün birinde bir kitap yazması.”

Sonuç olarak Edward Snowden hakkında neler hissettiği sorulduğunda, Kieran Fitzgerald belgeleri sızdıranın Snowden olmasının büyük bir şans olduğunu söylüyor. “Amerikan vatandaşı olmayı çok ciddiye alıyor ve herkesin vatandaşlık görevini ciddiye almasını bekliyor. Eğer 70’lerde CIA’in postaları okumasını dert edindiyseniz, e-postaları da dert edinmelisiniz.”

Yapım ekibi, film bittikten çok sonra bile insanları konuşturacak bir son sahnenin çekimi için tekrar Moskova’ya döndü. “O sahneyi bitirmek büyük bir gurur kaynağıydı,” diyor Stone. “Önemi olan bir film yapmıştık, gerçekçi bir gerilimi olan bir film.”

Yine de yapımcı işinin etkisi konusunda oldukça pragmatist. “Herhangi bir şeyi yeniden kurmaya çalışmıyorum,” diyor. “Bir filmle yapabilecekleriniz oldukça kısıtlı ve eylemcilik peşinde değilim. Sadece vicdanıma ve tutkuma uygun şeyleri yapmaya çalışıyorum.”

20 Aralık 2016

İlk İzlenim: Blade Runner 2049


Bilimkurgu klasiklerinin bir bir yeniden çevrildiği ve yeni serilerle yoluna devam ettiği bir dönemde, başta bu kervana katılmasından endişe duyduğumuz Blade Runner, endişelerimizi boşa çıkaran bir devam filmiyle geri dönüyor. Arrival ile bilimkurgu sinemasındaki yetkinliğini kanıtlayan Denis Villeneuve, Blade Runner 2049 için doğru isim olduğuna ilk fragman sonrasında bizleri inandırmayı başardı.

Öncelikle devam filminin konusuna kısaca değinelim. Blade Runner 2049, hikâyesini ilk filmin 30 yıl sonrasına taşıyor. K adlı bir LAPD polis memuru (Ryan Gosling), toplumu derinden sarsacak bir gizemi açığa çıkartır. Açığa çıkan bu gizem, Polis memuru K’yi, kayıp LAPD memuru Rick Deckard’ı bulma görevine sürükler.

Filmde Rick Deckard’ın olması orijinal Blade Runner ile sıkı sıkıya bağlı bir Blade Runner devam filmi izleyeceğimizin ispatı niteliğinde. Çünkü filmin kısa sinopsisinden anladığımız kadarıyla Blade Runner 2049’un hikâyesi orijinal filmin üzerine kurulmuş gibi duruyor. Dedikodulara göre filmde açığa çıkan gizeminin dört yıl ömrü olan Replikaların bu yasal standarttan çok daha uzun ömürlü yeni bir türünün olabileceği yönünde. Böyle bir durumda geleceğin dünyasında insandan daha fazla replika olabileceği sonucuna da varılabilir. Tabi ana hikâyenin şimdilik sır gibi saklanmasını anlayışla karşılamak gerekiyor. Blade Runner’a devam filmi çekilmesi ve bu devam filminde Rick Deckard’ın olması, Deckard insan mıydı, yoksa bir replika mı sorusunu anlamsız kılıyor. Bu elbette Ridley Scott’ın klasiğine gönülden bağlı bizler için ciddi bir sorun. Devam filmi, orijinal filmin gizemini bozmamalı. Duyduğumuz kadarıyla yönetmen Villeneuve, bu soruya cevap vermeyeceğini söylemiş.

Blade Runner 2049’un ilk fragmanı görsel açıdan izleyen herkesi büyüledi. Orijinal filmden aşağı kalmayan bir görselliği var bu filmin. Görüntü yönetmenin Roger Deakins olması çok doğru bir tercih. Oyunculara gelirsek Ryan Gosling her ne kadar bir bilimkurgu oyuncusu olmasa da sanırım rolünün altından kalkacak. Daha önemlisi bilimkurguda yadırgamayacağız kendisini. Fragmanda göremesek de Jared Leto da filmin ağır toplarından biri olabilir. Ancak Harrison Ford’un varlığı her şeye bedel. Sinemada bir Blade Runner filmi izleyecek olmak da öyle… Kısa tutulan ilk fragman fazla ipucu vermiyor. Daha ziyade heyecan yaratıyor diyebiliriz.

Blade Runner 2049, 6 Ekim 2017'de vizyona girecek. Heyecanlı bekleyişe devam…

16 Aralık 2016

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #56 The Devils


İngiliz sinemasının en özel yönetmenlerinden biri olan Ken Russell’ın İtalya, İrlanda ve Finlandiya gibi bazı Avrupa ülkelerinde yasaklanan çalışması The Devils (Şeytanlar), seyircisini şok etme konusunda son derece başarılı bir tarihi film. Russell’ın Aldous Huxley’nin The Devil of Loudun adlı kitabından uyarladığı film, tarihsel gerçeklere dayanıyor. Film de zaten ana karakterlerin yaşadığı ve detayları farklılık gösterse de ana olayların gerçekten yaşandığı ön bilgisiyle açılıyor. Her ne kadar bugün “True Story” bilgilendirmesi laçkalaşmış ve önemini kaybetmiş olsa da 70’li yıllarda durum böyle değildi. Dolayısıyla filmin sertliği olayların gerçekliğiyle birleşerek canınızı yakacak!

17. yüzyıl Fransa’sında bağımsız Loudun eyaletinde yaşanan olayları konu ediniyor The Devils. Peder Urbain Grandier adlı ana karakterimizin bir grup rahibeyi baştan çıkararak şeytana uymakla suçlanması ve bunu da şeytanın hizmetkârlığını yaparak gerçekleştirdiği iddiasıyla sorgulanmasının hikâyesi Russell’ın cesur anlatısıyla unutulmaz bir sinema deneyimine dönüşüyor. Şunu hemen belirtmekte fayda görüyorum: The Devils, ne klasik bir cadılıkla suçlanan insan hikâyesi ne de bir şeytan çıkarma filmi. Her ikisi de filmde kendisine yer bulsa da cüretkârlığı, kendine özgü şiddeti ve tarzıyla özel bir yapım bu. Dinin ve inancın, kitleleri istedikleri gibi yönetmek isteyen kral ve erkânınca nasıl bir sömürü aracına dönüştüğünü gözler önüne seren film, yozlaşmış din adamlarına ve kiliseye sert bir darbe indiriyor. Russell, sözünü sakınmıyor, mevzu ne kadar bıçak sırtı olsa da cesur ve ayrıksı sinemacı kimliğinden taviz vermiyor. The Devils’in benzerlerinden ayrılmasının ve yasaklı filmler listesine girmesinin sebebi de bu. Manastırdaki rahibelerin cinsel arzularını, bastırılmış duygularının açığa çıkmasını sakınmadığı bir cüretkârlıkla beyazperdeye aktaran Russell, dogmatik düşünceye savaş açıyor. Aracıları ortadan kaldırmak gerektiğini, inancın olduğu yerde çıkarların söz konusu olamayacağını ifade ediyor yönetmen. Russell’ın coşkun anlatımıyla seyircisini neye uğradığını şaşırtan The Devils, gerçek bir kült film. Önerirken iki kez düşündüm. İzlemeye niyetlendiyseniz siz de iki kez düşünün!

12 Aralık 2016

74. Altın Küre adayları açıklandı


74. Altın Küre Ödülleri'nde adaylar açıklandı. The Tonight Show ile tanıdığımız Jimmy Fallon'un sunacağı Altın Küre Ödülleri, 8 Ocak'ta sahiplerini bulacak.

En İyi Film (Drama)
Hacksaw Ridge
Hell or High Water
Lion
Manchester by the Sea
Moonlight
En İyi Film (Komedi/Müzikal)
20th Century Women
Deadpool
Florence Foster Jenkins
La La Land
Sing Street
En İyi Yönetmen
Damien Chazelle | La La Land
Tom Ford | Nocturnal Animals
Mel Gibson | Hacksaw Ridge
Barry Jenkins | Moonlight
Kenneth Lonergan | Manchester by the Sea
En İyi Erkek Oyuncu (Drama)
Casey Affleck | Manchester by the Sea
Joel Edgerton | Loving
Andrew Garfield | Hacksaw Ridge
Viggo Mortensen | Captain Fantastic
Denzel Washington | Fences
En İyi Kadın Oyuncu (Drama)
Amy Adams | Arrival
Jessica Chastain | Miss Sloane
Isabelle Huppert | Elle
Ruth Negga | Loving
Natalie Portman | Jackie
En İyi Erkek Oyuncu (Komedi/Müzikal)
Colin Farrell | The Lobster
Ryan Gosling | La La Land
Hugh Grant | Florence Foster Jenkins
Jonah Hill | War Dogs
Ryan Reynolds | Deadpool
En İyi Kadın Oyuncu (Komedi/Müzikal)
Annette Bening | 20th Century Women
Lily Collins | Rules Don’t Apply
Hailee Steinfeld | The Edge of Seventeen
Emma Stone | La La Land
Meryl Streep | Florence Foster Jenkins
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Drama)
Mahershala Ali | Moonlight
Jeff Bridges | Hell or High Water
Simon Helberg | Florence Foster Jenkins
Dev Patel | Lion
Aaron Taylor-Johnson | Nocturnal Animals
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Drama)
Viola Davis | Fences
Naomie Harris | Moonlight
Nicole Kidman | Lion
Octavia Spencer | Hidden Figures
Michelle Williams | Manchester by the Sea
En İyi Senaryo 
Hell or High Water | Taylor Sheridan
La La Land | Damien Chazelle
Manchester by the Sea | Kenneth Lonergan
Moonlight | Barry Jenkins, Tarell Alvin McCraney
Nocturnal Animals | Tom Ford

En İyi Animasyon Film
Kubo and the Two Strings
Moana
My Life as a Zucchini
Sing
Zootopia
En İyi Özgün Müzik
Arrival | Jóhann Jóhannsson
Hidden Figures | Benjamin Wallfisch, Pharrell Williams, Hans Zimmer
La La Land | Justin Hurwitz
Lion | Dustin O’Halloran, Hauschka
Moonlight | Nicholas Britell

Yabancı Dilde En İyi Film
Divines
Elle
Neruda
The Salesman
Toni Erdmann

10 Aralık 2016

Harika fikirlerden harcanan fikirlere: Iceman


Bazı hikâyeler o kadar iyi veya o kadar ilgi çekicidir ki, o hikâyeler nasıl ele alınırsa alınsın, ortaya çıkan film sizi tatmin etmese de en azından izlediğinize pişman olmazsınız. Böyle durumlar için hikâyenin potansiyelinin değerlendirilemediği yorumunda bulunabiliriz. Hikâyenin potansiyelini değerlendiremeyen kimdir? Elbette senaristtir. Yönetmeni ikinci plana atmak zorundayız. Elindeki senaryodan en iyisini çıkarmak için çabaladığına da inanıyorsak özellikle… İşte Fred Schepisi’nin yönetmen koltuğunda oturduğu Iceman, tam da bahsettiğimiz durumdan muzdarip bir yapım. Şimdi filmin ne anlattığına ve nasıl anlattığına bir bakalım.

Bir araştırma ekibi kutuplarda 40 bin yıllık olduğunu düşündükleri donmuş bir Neandertal insan bulurlar. Bilime hizmet etmesi amacıyla, mağara adamının buzlarını çözüp onu parçalamayı düşünen bilim insanları, hiç ummadıkları bir durumla karşılaşır. Hücreleri yaşayan mağara adamı hayata döndürülür. Peki, şimdi ne olacaktır? Filmin çıkış noktası; bir mağara adamını günümüze getirebilsek ondan ne öğrenebilirdik, ona nasıl yaklaşırdık ve onun bize ve yabancısı olduğu dünyaya yaklaşımı nasıl olurdu? gibi sorular. Schepisi’nin filmi bu sorularla ilgilense de gerek bilimsel gerekse de felsefi açıdan yetersiz kalıyor. Prodüksiyon içerisinde hikâyenin potansiyelini görebilen, görse de buna müdahale edebilen kimse olmamış. Esasında Iceman’i hayata geçiren ekibin böyle bir amacı olmadığını kabul etmemiz gerekiyor. 

Iceman’de ana karakterimiz tam da olması gerektiği gibi bir antropolog. Neandertal insanın dilinden anlayabilecek, onla iletişime geçebilecek tek kişi kendisi. Neandertal insan hayata döndüğünde, “Şimdi ne olacak? sorusuna mantıklı bir cevap verebilen ve izlenmesi gereken yolu gösteren de antropologumuz Shepherd oluyor. Shepherd, “Nasıl evrildiğimizi öğrenebiliriz” dese de, film daha basit sorulara cevap aramakla yetiniyor. Bu soru üzerinden gidebilmek için öncelikle senaryonun evrim bilimcilerin uzmanlığından faydalanılarak yazılması şart. Neandertal insanın görünümünün ve davranışlarının görsel karşılığını bulabilmek için uzman desteği alınmış şüphesiz ama bu zaten filmi çekebilmek için bir zorunluluk. Varmak istediğim nokta, basit soruların peşinden giderseniz, basit kalırsınız. Hedefi yükseğe koymayıp, mağara adamına günümüzde bir macera yaşatmakla yetinirseniz unutulmaya mahkûm olursunuz. Farkedilmezsiniz. Iceman’i kaç kişi izledi? Bu filmin varlığından haberdar mıyız? Konuyla yakından ilgili olanlar dışında izleyeninin çok olmadığını biliyorum. 

Iceman, Schepisi’nin memur yönetmenliğine rağmen eli yüzü düzgün bir film. Konuya ilgi duyuyorsanız, filmi de ilgiyle izlemeniz kaçınılmaz. İnsanoğlunun kötücül yanını göstermesi ve modern insan ile ilkel insanı karşılaştırarak vardığı sonuçlar düşündürücü. “40 bin yılda çok değiştik ama iyi yönde mi?” Filmde bunun gibi cımbızla çekebileceğimiz cümlecikler ve sorular var. Medeniyetle ve modernlikle üzerimizdeki vahşiliği atsak da hayvanlara ve doğaya hükmetme, dünyaya hâkim olma isteğimizin baki olduğu sonucuna varıyoruz. Eskiden vahşiydik, tehlikeliydik. Ya bugün? Aslında değişen pek bir şey olmadığını görüyoruz. Iceman en azından bu husustaki eleştirel tavrıyla takdir edilmeli diye düşünüyorum.

7 Aralık 2016

Nocturnal Animals ekibi filmi anlatıyor


Kendi gerçeklerinde yaşayan veya yaşamaya çalışan erkeklerin ve kadınların psikolojik ve duygusal dalgalanmalarını cesurca inceleyen Gece Hayvanları (Nocturnal Animals), yazar/yönetmen Tom Ford’un ödüllü A Single Man'den sonraki ikinci filmi. Bir hikaye tarafından tüketilen ve hikayeyi tüketirken geçmişiyle bugünü arasında sıkışıp kalan bir kadını konu alan film, 9 Aralık'ta ülkemizde de vizyona giriyor.

Yapımcı, Austin Wright’ın 1993 kitabı Tony and Susan’ı sinemaya uyarlarken kendisini bir kez daha hem senaryoya hem görüntüye eşit yoğunlukta odaklanırken bulmuş. Yönetmen Ford şunları söylüyor; “Yazmak, film yapımının en sevdiğim yanlarından biri. Senaryo aşamasında süreç tamamen tekil. Film de bu noktada sadece benim zihnimde, en mükemmel şeklinde var oluyor. Yazarken karakterlerle ve dünyalarıyla ilgili görüntüleri toplayarak başlarım. İç mekanlara, lokasyonlara, yarattığım karakterlerin farklı dünyalarında yaşayan gerçek insanlara ait görüntüler ararım. Sonra yazmaya başlarım ve genelde fotoğraf araştırmasında karşılaştığım detayları senaryoya aktarırım. Karakterlerimizin Gece Hayvanları’nda yaşadığı dünyalar benim son derece aşina olduğum dünyalardır. Teksas ve New Mexico’da büyüdüm ve hikayenin Batı Teksas’ta geçen kısmını yazmak benim için çok kolaydı ve Susan’ın Los Angeles’ta yaşadığı, bir şekilde arıtılmış dünya da benim için çok tanıdıktı. Her sesi ve görüntüyü gözümde canlandırırım ve genelde neredeyse film kareleri şeklinde yazarım.” 

“Gerçekten çekim aşamasına geldiğimizde genelde yakalamak istediğim detayların çoğunu çözmüş olurum. Güçlü bir yapım ekibiyle, güçlü oyuncularla çalışmanın güzelliği de çekimler sırasında benim hayal edemediğim spontan şeylerin yaşanmasıdır ve bunlar nihai ürünü çok daha zengin ve detaylı kılar. Çekim sırasında açık fikirli olmak ve bir şeylere yeni bir gözle bakmaya çalışmak önemlidir. Genelde çalışma masama yazmak için oturduğumda hayal ettiğimden farklı olsalar da çoğu zaman asıl an ve performans, filmin katmanlarına ve karmaşıklarına büyük katkıda bulunur.” Sadece hikaye içinde hikaye olmayan aynı zamana insan arzusunu, hırsını ve hoşgörüsünü inceleyen bu hikayeyi anlatma arayışında Ford, hem yönetmenlik, hem de senaryo yazarlığı yeteneklerini ilk filminden daha büyük bir oranda çalıştıracağını fark etmiş. 

A Single Man, önceki yıllara geri dönüşlerle 1962 yılında geçse de büyük oranda bir adamın dünyasını anlatıyordu. Buna karşın Gece Hayvanları, üç karakterin serüvenine, birbirleri arasındaki yolları kapatarak köprüler kuruyor. Tony and Susan’ı Gece Hayvanları için senaryoya aktarırken modern yaşam tarzı sahneleri, başroldeki Susan Morrow karakterinin ne kadar kayıp ve izole olduğuna dair aşırı uçları gözünde canlandırmasına yol açmış. 

Şunları söylüyor; “Bir film yaparken benim nihai amacım stil değildir. Özü olmayan bir stilin içi boştur. Ancak stile de çok dikkat ederim çünkü karakterlerle ve hikayeyle ilgilidir. Setler ve kostümler, sadece izleyicileri bilgilendirmekle kalmaz ayrıca oyuncuların rolü tam olarak içselleştirmesine de yardım eder. Tonun sürekliliği de benim için önemlidir ve uyumlu bir dünya yaratmak için o görüntüler, biçimsel bir şekilde yakalanarak hem filmin müziğiyle hem de ses tasarımıyla birlikte çalışır.”

“Ben bir filmin binlerse kelime söylediğini ve sinemanın gerçek bir görsel araç olduğunu düşünürüm. Bence bir film sessizce oynamalı ve sözcükler ve dil ancak hikayeyi devam ettirmek gerektiğinde kullanılmalıdır. Bununla birlikte bana çok uzun sahneler yazdığımızı söylerler. Bu daha önce dikkatimi çekmeyen bir şey ama bence karakterler arasında bağ kurma arzumdan kaynaklanıyor. Hayatta güzel bir sohbetten daha çok sevdiğim hiçbir şey yoktur. Bu yüzden de hiç düşünmeden izleyicinin hiç konuşmadan bir şey yapan birini izlediği, araları diyalogların serpiştirildiği sahneler yaratma eğilimindeyim.” 

Uyarlama süreci biraz zaman almış. Sonunda nihai senaryosu kitaptan uzaklaşmış. Ford şöyle anlatıyor; “Tony ve Susan adlı kitap çok güzel yazılmış. Müthiş bir hikaye. Kurgu eser aracılığıyla anlatılan ahlaki bir kinaye, kitap içinde kitap kavramının yeni ve orijinal olduğunu düşündüm. Okuduğum anda sevdim ve çok güzel bir film olacağını düşündüm. Fakat uyarlaması çok kolay bir kitap değildi ve nasıl yaklaşacağıma karar vermem uzun zaman aldı. Kitapla film çok farklı şeyler ve bir kitabın edebi yorumu genelde beyaz perdede iş yapmaz. Bana göre kitabın bana hitap eden temalarını almak ve daha sonra onları ekranda abartmak ve incelemek önemlidir.”

Bu açıdan Gece Hayvanları bazı hikaye unsurlarının orijinal olmasına ve ortam aslında kitaptan tamamen farklı olmasına rağmen kitaba sadık kalmış. “Tony and Susan, büyük ölçüde Susan’ın kafasının içinde geçen içsel bir monologdur. Kitapta aklında olduğunu ifade ettiği duygularını aktarmak için sahneler yaratmam gerekti. Ama duygularını film boyunca bir dış ses olarak kullanmadan anlayabilmemiz için görsel olarak yaptım. Ayrıca Edward’ın romanı, kitapta biraz belirsizdir ve ekranda net olması için abartılması gerektiğini düşündüm.” Diyor.

Şunları ekliyor; “Daha kullanışlı bir not olarak da kitabın mekanı da değiştirildi. Bunun bir nedeni de kitabın cep telefonlarının yaygınlaşmasından önce, 90’ların başında yazılmış olmasıdır. Hikayeyi, cep telefonunun çekmediği farklı bir mekana taşımasaydım kitabın merkezindeki suçun yöntemi bugünün cep telefonları ve çevirim içi iletişiminde geçemezdi. Hikayeyi Batı Teksas’a taşımayı seçtim. Orijinal hikaye kuzeydoğuda geçiyor. Çünkü Batı Teksas’ta cep telefonunun çekmediği yerler olduğunu düşünülebilir. Ayrıca dünyanın iyi bildiğim yerlerinden biridir. Eski “Bildiğin konuda yaz” deyişini benimsiyorum. “Tony and Susan adlı kitapta Edward Sheffield ‘kimse kendisiyle ilgili olmayan bir şey yazma.” Der. Ben de buna filme yer vermeyi seçtim çünkü bu ifadeye katılıyorum. Her şeyi kendi varlığımızın filtresiyle görürüz.”

“Edward, Gece Hayvanları adındaki kurgu romanını yazdığında aslında Susan’la olan geçmişindeki detaylarından ve duygularından oluşmaktadır. Ama ben Edward’ın açıkça Susan’la hayatı ve Susan’ın kendisine yaptığı sonucunda ne hissettiğinin açıklaması hakkında kişisel bir hikaye yazdığını vurgulamak istedim. Örneğin geri dönüşlerden birinde Susan’ı, Edward’ın kısa hikayelerinden birini okurken görürüz. Hikayeden sıkılır ve Edward yıkılır. O sahnede kırmızı bir koltukta uzanmıştır. Bunun Edward’ın zihninde iz bıraktığı açıktır çünkü romanında Susan’ı temsil eden karakteri öldürmeyi seçtiğinde onu kırmızı kadife bir kanepeye koymayı seçer.”

“Romandaki katil, 70’lerden yeşil bir Pontiac GTO kullanır ve Susan’ın, Edward’ı terk ettiği geri dönüş sahnesinde aynı araba görülür. Birlikteki hayatlarından detaylar, Edward’ın kurgu hikayesi boyunca dağıtılmış ve Edward’ın bilincinde yer etmişlerdir. Aynı anlayışla, benim hayatımdaki birçok şey de film için senaryoya girdi.” Ford şunları söylüyor; “Beni kişisel olarak etkileyen filmdeki temalardan biri de kültürümüzdeki erkeksiliğin incelenmesidir. Kahramanlarımız Tony ve Edward, kültürümüzün genelde beklediği basmakalıp erkeksilik özelliklerini taşımazlar. Ama sonunda ikisi de zafer kazanır. Teksas’ta büyüyen bir erkek olarak ben klasik bir erkek değildim ve bunun acısını çektim. Tony ve Edward karakterleriyle empati kurdum ve onların azmi bana hitap ediyor.”

Anlatımın ileri hareketi, hikaye içinde hikaye gerçekten sürükleyici. Geçmişe bakıldığında, insanı içine alan bir sinema deneyimi olarak kopyalanacak gibi görünür. Filmi götüren karakterlerin, olaya son verme ihtiyaçlarıdır. Kimi çabalarını, daha biz onları görmeden harekete geçirmiştir. Kimi sözde bir ani gereklilikle yakalamaya çalışmaktadır. Üç ana karakterin görünüşlerinin ve kararlı eylemlerinin tam etkisini nakletmek Ford’un A Single Man filminde üstlendiği bir şey olmuş. Gece Hayvanları’nda üç ana karakteri canlandırma görevi, ikisi de izleyicilerin ilgisini kazanmış ve çeşitli duygulara erişebilme performansını kanıtlamış iki baş karaktere gitmiş. 

Ford, Oscar adayı Amy Adams’la “duyguları diyaloglar olmadan sadece yüzü ve anlamlı gözleriyle aktarma konusundaki göz alıcı yeteneği nedeniyle” ilgilenmiş. “Amy, gerçekten harika bir oyuncu. Gözlerinde saf ve gerçekçi olduğu hissedilen bir şey var. Susan karakterinin sempatik olmasını istedim. Susan’dan nefret etmek çok kolay olurdu çünkü filmde kendisinin de dediği gibi ‘her şeyi var’ ama yine de mutsuz biri. Hayatta gerçek doğasına zıt bir yol seçmiş. Bir anlamda yetiştirilme tarzından ve kültürümüzde kadınlardan beklenilenlerden dolayı bir kurban.” 

“Susan’ın karakteri, filmin büyük bölümünde okuyor ve okuduklarına sessiz bir şekilde tepki veriyor. Burası benim için Amy’nin inanılmaz yeteneğinin öne çıktığı yer. Performansında çok içten. Susan’ın acısına, ondan nefret etmemiz yerine bizim de empati kurmamızı sağlayacak şekilde erişebilmeyi sağladı. Susan’ı canlandırması çok ince ve detaylı ve birçok yönden filmdeki en zor roldü çünkü o karakterin hissettiği acıyı iletmek için büyük el, kol hareketlerine ve hatta dile bile güvenemedi.” The Master ve American Hustle filmlerindeki rollerinde görüldüğü gibi Adams’ın izleyiciyle özdeşleşmeyi sürdürürken karakterlerini gri tonlarına yönlendirmesi için Ford şunu söylüyor; “Susan karakteri, yüzeyde sakin ve kontrollü görünürken birçok karmaşık duygu katmanı barındırıyor.”

Adams şunları söylüyor; “Ben belli bir yaştayım bu yüzden hayatınızda belli bir yaşta, düşünceli olmayı, seçenekleri değerlendirmeye başlamayı ve hangi seçeneklerin ileri taşınacağını düşünmekle bağ kurabiliyorum. Susan’ın bu yönünü ve yalan yüzünden yanma duygusunu anladım. Olmak istediği kişiyle olmayı seçtiği kişi arasındaki çatışmayı asla aşamıyor. Şunları söylüyor; “Bu karakterle deneme yapma fırsatını elde ettiğimi hissettim. Sette Tom, kameranın uzun süre çalışmasına izin veriyordu. Bazen kendinizi çok düşünüyorsunuz ama sonra onu aşıp harika bir şeye yol açmak için mücadele etmeniz gerekiyor. Bu yüzden yönetmenler genelde bir oyuncunun mücadele ettiğini gördüklerinde “kes” komutunu verirler. Ama Tom, bunun bizi yoğun duygusal anlara taşıyacağını biliyordu.” 

Daha önce birbirlerinin karşısında rol yapmamış olsalar da Ford, bir başka Oscar adayı olan Jake Gyllenhall’ın Adams’la iyi bir çift olacağını düşünmüş. “İki tanınmış ve çok güçlü oyuncunun hem 20’li, hem de 40’lı yaşlarında karakterleri canlandırmasının inandırıcı olmasının zor olacağını düşündüm. Jake ve Amy bu yeteneğe sahip. Gençlikleriyle daha olgun yaşları arasında davranışlarındaki ve konuşmalarındaki ince değişiklikler çok ustacaydı. İkisi de bunu çok güzel bir şekilde başardılar.” 

Yapımcı Gyllenhaal’ın hikaye içindeki hikayenin zorlu sahneleri için çaba göstereceğinden de eşit derecede eminmiş. “Edward/Tony için Jake’i düşündüm çünkü Jake’in rollerinde aldığı risklere hayranım. Bu zor ve çaba isteyen bir roldü. Jake’in muhteşem bir iş çıkaracağını düşündüm ve kesinlikle pişman olmadım. Gyllenhaal, Ford’un senaryosunu okuduğu zamanla ilgili şunları söylüyor; “Kendimi son derece etkilenmiş ve sarsılmış buldum. Senaryo, birçok yönden kalp kırıklığı yaşamanın nasıl bir şey olduğunu aktarıyordu. Ayrıca nasıl algılanmak istediğimizi ve kendimizi başkalarına nasıl sunduğumuzu ve bundan dolayı da gerçekte kim olduğumuzu ve birinin asıl gerçeğinin ne olduğu sorularını ele alıyor. Tom’un estetiğin dürüstlükten baskın geldiği düşüncesiyle mücadele ettiğini hissettim. Film yapımı da bunu ifade ettiği bir araç. Tom bana kamera önünde hassas olmak için ihtiyacım olan muazzam bir alan ve sessizlik verdi. İnanılmaz detay odaklıdır.”

Teğmen Bobby Andes ve Ray Marcus’un önemli yardımcı rolleri, hukukun farklı uçlarını temsil ediyor ve sırasıyla Oscar adayı Michael Shannon ile İngiliz oyuncu Aaron Taylor-Johnson tarafından canlandırılıyor. Her iki oyuncu da, çok yönlülükleri nedeniyle Ford tarafından seçilmiş. Bu ikisinin de farklı dönemlerden ve ülkelerden gelen karakterlerin içinde yok olmalarına olanak veren bir özellik. Öyle ki izleyiciler bu oyuncuları daha önce nerede gördüklerini hatırlamayabilir. Ford şöyle anlatıyor; “Bu özellik, ‘bu adamları tam olarak canlandırmak için önemliydi. Karakterler sadece Susan’ın okuduğu müsveddede yer alıyor olabilir ama canlandırmaların hayal gücünü yakalaması ve izleyicinin dikkatini çekmesi gerekiyordu.” 

Shannon şunları söylüyor, “Romandaki bir karakteri canlandırma fikrine bayıldım. Tony ve Bobby’nin yazar Edward’ın iki yönü olduğunu düşünüyorum. Bobby, klasik, ikonik bir karakter. Ona benzeyen karakterlerle ilgili referans verebileceğim uzun bir liste olabilir. Sahip olduğu özelliklerden bazıları bilinçaltından geliyor. Adalet sağlamak konusunda inatçı. Uzun yıllar kötü insanlarla uğraşmış, birçok hayatın kötü bir şekilde etkilendiğini görmüş. Bu yüzen Tony’nin bu suçları işleyen adamlarla yüzleşecek gücü bulmasına yardım etmek istiyor.” 

Gyllenhaal şunları söylüyor; “Michael’la çalışmak bir zevk. Bobby yorumunu izlemek olağanüstüydü. Çünkü Bobby ile Tony’nin durumu son derece ciddi. Ama Michael yine de birçok sahneye ironik bir özellik getirdi. Bu da gerçekten hoş oldu.”

Shannon şunları söylüyor; “İnsanlar ‘bir Tom Ford filmi’ diye duyduğunda herkesin smokinlerle dolaşacağını düşünebilir. Bobby ‘şık’ olmayı düşünmüyor. Sadece sigaraları ve bir silahı var. Jake, korkusuz bir oyuncu. Bir çekim daha yapmak isteyen biri. Bu hoşuma gidiyor çünkü ben de öyleyimdir. Aaron, karaktere bürünür, sabaha makyaj karavanına heyecanlı, yerinde duramayan bir halde geliyordu. Ray’i canlandırmak için çılgın bir enerjiyle dolu olurdu”


6 Aralık 2016

Tereddüt 16 Aralık'ta Vizyonda!


Minimalist sinemamızın önemli temsilcilerinden Yeşim Ustaoğlu'nun yeni filmi Tereddüt, 16 Aralık'ta gösterime giriyor. Dünya prömiyerini Toronto Film Festivali'nde, Türkiye prömiyerini ise Antalya Film Festivali'nde yapan ve beğeni toplayan yapım, Ustaoğlu'nun altıncı uzun metraj çalışması.

Hikaye

Hayatları aynı ama bambaşka iki genç kadının; Şehnaz ve Elmas’ın yolları soğuk ve fırtınalı bir gecenin sabahında kesişir ve bu karşılaşma uzun, zorlu bir hesaplaşmanın başlangıcı olur.

Yeşim Ustaoğlu Tereddüt'ü anlatıyor

Tereddüt, farklı deneyimden, kültürden ve sosyal sınıftan gelmiş iki genç kadının yollarının kesişmesi ve bir anlamda bu farklılıklara rağmen çok ortak bir açmazın içinde olduklarını fark edişlerini anlatıyor. 

Her iki karakterin birbirini anlamasıyla gelişen bu hikâye, modern ve geleneksel toplumlarda kadın ve ergen olmayı sorgularken, hem bu topraklarda, hem de aslında dünyada kadın olma hallerine bakan bir bakış açısına sahip. Geleneklerin, örflerin belirlediği moral değerler, özellikle modern toplumlardaki sert göç olgularıyla hızla gelişen modernitenin içinde bir arada yaşama modelini oluştururken; çarpıklaşıp değersizleşmeye ya da yozlaşmaya maruz kalarak yaşantılarımızda baş edemeyeceğimiz yargıların, sorunların oluşmasına neden oluyor. Ve bu sorunlar bizlerin birey olarak gelişimini, özgürlüğünü kısıtlarken, hayatımıza kendi irademizle karar verebilmemiz konusunda derin engeller yaratıyor, çoğu kez ihmal ve istismarlara maruz bırakıyor ve çok daha derinden, erkeğin de gelişiminde sağlıklı bir ilişki kurabilmesi konusunda önü alınmaz yaralar açıyor.

‘Tereddüt’, bu yapının içinde kadın olma hallerini, kadın erkek ilişkisini, aile kurumunun sorumluluklarını ve ihmallerini sorgularken, bir yandan da travma mağduru olan birinin hem psikolojik hem de adli süreçte yaşayabileceği sorunları tartışıyor.

Eleştirmenlerin görüşleri

“Prodüksiyon kalitesi, görüntü yönetimi, ele aldığı temayı senaryoya dökmekte ve karakter yaratmaktaki başarısıyla festivalin en iyilerinden biri olarak öne çıkıyor.”

Mehmet Açar / Habertürk

“Yönetmen, kariyerinin en egosantrik işine imza atmış. Türk kadınlarının yaşadığı kaosu, korkuları bize doğrudan hissettirirken işin içine fırtınayı da, renkleri de, rüyaları da sokmuş. ‘Yeni Türkiye’de kadınların çektiği acıları Bergman kanadından ameliyat masasına yatırmış. “Tereddüt”, adeta bu topraklarda ‘tereddüt’ içinde olan kadınların ‘ego/alter ego’ tasvirini, ‘net-muğlak’ gelgitlerini yansıtıyor. Funda Eryiğit çok iyi."

Kerem Akça / Habertürk

"Usta yönetmen Yeşim Ustaoğlu'nun en güçlü filmlerinden!”

Allan Hunter / Screen Daily

“Baş döndürücü yeni oyuncu Ecem Uzun samimi bir kadın dramına can veriyor.”

Deborah Young / The Hollywood Reporter

"Yeşim Ustaoğlu, yaptıkları iş ya da hayat tarzları farketmeksizin tüm kadınların hayatının Türkiye gibi bir ülkede neye benzediğini dobralıkla anlatıyor.”

Jared Mobarak / The Film Stage

“Filmin iki kadın oyuncusu, Şehnaz rolündeki Funda Eryiğit hem cesur, hem de karakterinin doğru notalarına basmayı bilmiş. Elmas'ı canlandıran genç oyuncu Ecem Uzun ise büyüleyici bir efor sarfetmiş.”

Burak Göral / Sözcü

“Tereddüt, kadın hikayelerinin kaş yaparken göz çıkardığı sinemamızda, konuya dair ders niteliğinde bir film. Şiddet sarhoşluğuna kapılmayan; başka bir filmde ya kurban ya suçluya dönüşecek iki kadın karakterini, birbirinin yaralarını saran iki birey olarak resmeden, bir ustalık eseri. Funda Eryiğit ve Ecem Uzun’un performansları harikulade.”

Selin Gürel / Milliyet Sanat

“Bu muhafazakâr zamanlarda “Teredddüt”ün tavizsizliği ilaç gibi geldi doğrusu.” 

Cüneyt Cebenoyan / Birgün

“Tereddüt filminin içinde farklı geçmişlerin ve temsillerin birer yansıması olan iki kadının hikayesi karşılaştığı anda; Ustaoğlu tarafından farklı bedenler aynı psişe içerisinde ters yüz ediliyor ve ortaya suyun yoğurduğu muazzam bir ruh anlatısı ortaya çıkıyor.”

Osman Karakülah / Filmloverss 

”Tüm ögeleri ile bütünselliğe ulaşmış, özü itibari ile önemli ve cesur bir film. Ustaoğlu'nun ustalık ürünü kanımca.”

Vecdi Sayar / T24

“Yeşim Ustaoğlu'nun 'Tereddüt'ü bence yönetmenin en iyi filmi. İki farklı dünyadan iki kadının birbirine bağlanan hikayesi tematik olarak 'Araf'la ilintilendirilebilir. Ama bu sefer Ustaoğlu senaryosuyla, oyuncu yönetimi ve yönetmenliği ile sert ve etkileyici bir dramı anlatıp kadınların kendi çemberlerini kırma mücadelesini çok iyi aktarıyor.”

Olkan Özyurt / Sabah