28 Mart 2017

Aşk mesafe tanımaz mı? - The Space Between Us


İnsanoğlunun Mars’ta veya başka bir gezegende koloni kurma hayali bilimkurgu sinemasında pek çok kez işlendi. Bunun farkında olan senarist Allan Loeb, farklı uygulamalarını görmüş olmamıza karşın yeni gibi görünen fikirlerle yola çıkmış. Mars’ta doğan ve orada büyümek durumunda kalan Gardner Elliot adlı bir gencin sıra dışı öyküsü son dönemin bilimkurgu eğilimleri dikkate alınarak beyazperdeye taşınmış. The Mighty ve Serendipity gibi ortalamanın üzerinde çalışmalarıyla tanıdığımız Peter Chelsom’un yönettiği The Space Between Us, 17 Mart'ta ülkemizde gösterime girdi.

Yönetmen Chelsom, The Space Between Us ile genç yetişkin bilimkurgularına bir yenisini daha eklemiş. Bu alt türün popülaritesinin şu sıralar yüksek olması, hikayenin yaratım aşamasını doğrudan etkilemiş olmalı. Astronot annesi, kendisini doğururken ölen Gardner, şirket politikaları gereği bir sır olarak saklanmak zorunda kalıyor. Mars’ta kurulan üste 16 yılını geçirdikten soran, dünyaya getiriliyor. Gardner’ın varlığı hala sır olarak saklanıyor. Hikayenin iki ayağı olduğunu söyleyebiliriz. Biri, yerçekimsiz ortamda doğan ve büyüyen bir insanın, dünyaya döndüğünde yabancılık hissi, yaşadığı zorluklar ve insanlar arasında bir uzaylı gibi kalması. İkincisi ise Gardner’ın Mars’ta gizlice internette tanıştığı ve arkadaşlığını ilerlettiği Tulsa’yla romantik ilişkisi. Sözünü ettiğimiz bu iki damardan beslenen The Space Between Us, genç yetişkin bilimkurgusunu romantizmle sarıyor. Romantizm baskın çıkıp her şey aşka hizmet etmeye başladığında, başta umut veren film farkında olmadan kendi kuyusunu kazıyor. Gardner’la Tulsa’nın aşkının inandırıcı olabilmeyi başarması ise The Space Between Us’ı vasatın üstünde tutmaya yetiyor.

The Space Betwwen Us’ta imkansız bir aşk hikayesi anlatıldığını belirtelim. Bu imkansızlığın sebebi aşıklar arasındaki mesafe. Aşk engel tanımaz söylemi tekrarlanıyor. Aşk, Gardner’ın dünyaya dönmesiyle filizleniyor. Aşkı imkansız kılansa Gardner’ın yerçekimsiz ortamda doğması ve bedeninin fiziksel olarak doğduğu yerin koşullarına adapte olarak gelişmesi. Dünyaya geldiğinde ortaya çıkan rahatsızlığı aşkını yaşaması önünde ciddi bir engel oluşturuyor. Bu imkansız aşk hikayesi çok tanıdık ve yazılırken başka bir imkansız aşk temalı bilimkurgudan etkilenildiğini söyleyebiliriz. 2012’de izlediğimiz romantik-bilimkurgu Upside Down’daki aşk hikayesinde, karakterlerimizin önündeki engel, farklı dünyaların (alt ve üst dünya) insanları olmaları değildi. Alt ve Üst dünya insanlarının farklı yer çekiminden dolayı bir arada olamamalarıydı. İşte The Space Between Us, böyle bir aşk hikayesi üzerine kuruyor hikayesini. Aşk hikayesiyle birlikte Gardner’ın babasını ararken Tulsa’yla yaşadıkları macera dolu anlar, filmin hitap ettiği genç kitle düşünülerek çekilmiş sanki. Yetişkin seyircinin bu hikayeden aksiyon sahnesi ve kahramanlık pozları beklediğini hiç sanmıyorum. Dolayısıyla bu kaçış yolculuğu ve aksiyon sahnelerinin filmin hanesine bir eksi olarak yansıdığını düşünüyorum.

Filmin beslendiği diğer damarın, Gardner’ın yabancısı olduğu dünyada yaşadıkları ve dünyada bir uzaylı gibi kalması olduğunu söylemiştik. Gardner, Mars’ta dünyaya ilişkin pek çok bilgi edinmesine rağmen, teorik bilgileri toplum içine karıştığında onu bir ucube gibi göstermekten kurtaramıyor. Gardner, bir anda tuhaf kelimesinin sözlükteki karşılığına dönüşüyor. Tulsa’yla ilişkisinde çeşitli zorluklar yaşıyor. Günümüz gençliğinin laçkalaşmış davranış biçimleri Gardner’a, Gardner’ın davranışları da Tulsa’ya garip geliyor. Gardner’ın dünyayı tanıma, dünyaya adapte olma safhasında komik anlara da şahit oluyoruz ancak mizah dozu biraz daha arttırılabilirmiş demeden edemiyoruz. Filmin bu bölümü Blast from the Past’ı akla getiriyor. Bir bomba sığınağında doğan Adam, 35 yıl sığınakta yaşadıktan sonra gerçek dünyaya adım atar ve Gardner’ın yaşadıklarını tecrübe eder. Dolayısıyla The Space Between Us’ın yazım aşamasında en az Upside Down kadar Blast from the Past’tan da etkilendiğini söyleyebiliriz.

Son söz: İlginç bir alt tür kırması olan The Space Between Us, aradığımız parlak fikirleri bulamadığımız bir bilimkurgu. Evet, günü kurtarıyor ama zamana yenik düşeceğini görebilmek için kahin olmaya gerek yok. 6\10

24 Mart 2017

Özgün bir taklitçilik: Solace


Polisiye türünde heyecan verici yeni fikirlerin çıkmadığı bir dönemdeyiz. Bu bakımdan özgün senaryoya sahip bir filmle karşılaştırdığımızda övgünün dozunu kaçırabiliyor ve abartabiliyoruz. Diğer yandan özgün bir hikâyesi olmadığı gibi türün kalburüstü örneklerini taklit eden yapımları da bir çırpıda silebiliyoruz. Peki, bu yazıda ele alacağımız Solace, hangi tarafta duruyor? Bir çırpıda silebileceğimiz örneklere daha yakın durduğunu söyleyebileceğimiz gibi hiçbiri seçeneğini de işaretleyebiliriz. 

Senaristlerimiz Sean Bailey ve Ted Griffin, daha önce izlemediğimiz bir seri katil hikâyesi yazmak için yola koyulmuşlar. Bunu da doğaüstü seri katil filmi yaparak gerçekleştirebileceklerini düşünmüş olmalılar. Şüphesiz ki, başarabilirlerdi. Seri katile özel bir yetenek vermek iyi bir fikir ancak onu yakalamaya çalışan deneyimli analistin de özel bir yeteneği olması o kadar iyi bir fikir değil. Hatta iki karakterin de özel yeteneği olması Solace’i tam bir formül filmine dönüştürmüş. Özel yeteneği olan karakterlerin kedi-fare oyunu pek çok türde gördüğümüz ve artık heyecan vermeyen bir numara diyebiliriz. Bu noktada seri katilimizin amacı ve felsefesi önem kazanıyor. Dedektiflerimizin ve analistimizin onu nasıl yakalayacağını merak ederken, katilin ne yapmaya çalıştığını da sorguluyoruz. Bu çifte merak filmi ayakta tutmaya yetiyor. Evet, katil ne yapmaya çalışıyor? Uzun zaman gizemini koruyan bu husus açıklığa kavuştuğunda Solace çuvallamaya başlıyor. Çuvallamasının sebebi ise taklitçiliği… Ama taklit ederken özgün kalabilmeyi başarması da filmin en ilginç özelliği diyebiliriz.

Katili uzun bir süre göstermeyerek gizemi artıran yönetmen Afonso Poyart, kamera arkasında fena bir iş çıkartmıyor ama türe ne kadar hâkim olduğu konusunda kafada soru işaretleri de bırakıyor. Solace’in üzerine sinen olmamışlık hissi, tüm film boyunca hissediliyor. Olmamışlığın birkaç temel sebebi var: Senaryo zafiyeti, yönetmenin işinin ehli olmaması, cast seçimindeki yanlışlar ve taklit sorunu… Cast seçimindeki yanlışa değinmişken, Anthony Hopkins’in filmin en büyük kozu gibi sunulmasına rağmen, karakterine oturmadığını düşünüyorum. Hopkins gibi bir isim kâğıt üzerinde kusursuz bir seçim gibi görünebilir ama kâğıtta durduğu gibi durmadığı bir gerçek.

Yazı bu noktadan itibaren spoiler içerir, izlemeden okumayınız!

Charles Ambrose (seri katilimiz), kısa süre içinde acılar içinde öleceğini gördüğü insanları kurban olarak seçiyor ve etkili bir yöntemle onları acı duymamalarını sağlayarak öldürüyor. Kurbanlarına iyilik ettiğini düşünen Ambrose, peşindeki analist Dr. John Clancy’i ve biz seyircileri ahlaki bir sorgulamanın içine çekmeyi başarıyor. Siz olsanız ne yapardınız, acılarınıza son verilmesini istemez miydiniz? Ya da çok sevdiğiniz bir yakınınızın acılarına son verilmesini… Düşündürücü ama filmin bu meseleye çok da kafa yorduğunu söylememiz güç. Daha çok şov yapmakla, seyirciyi etkilemeye çalışmakla uğraşıyor Poyart. Ama birilerinin ona seyircinin artık bu numaraları yemediğini söylemesi gerekiyor. Solace, açıkça türün klasikleşmiş örneklerinden Seven ve son dönemin daha çok korkuya meyleden filmi Saw’dan esinlenmiş. Yalnız esinlenirken taklit etmekten kurtulamamış. Taklitçilikte ise son derece başarılı çünkü kendine has bir yöntemi var. Kanser hastası olan Jigsaw, hayatın değerini anlamış ve insanların da anlaması için onları çeşitli oyunlarla bir tür sınava tabi tutmuştu. Ambrose’a baktığımız zaman, onun da ölmekte olduğunu görüyoruz. Hem ruhsal hem de fiziksel acı çekiyor ve aynı durumda olan insanları bu dertten kurtarmak için harekete geçiyor. Jigsaw’ın gibi onu seri katil olmaya iten şey, ölümün soğuk nefesini hissetmesi. Ama temelde ayrılıyorlar. Ambrose, zaten ölecek insanları öldürüyor. Merhametli bir seri katil olduğunu düşünebiliriz. Burada önemli olan karakterin yaratılırken tamamen Jigsaw üzerinde yoğunlaşılması. Ambrose’un kendisini yakalamaya çalışan polislerle oyun oynaması dahi Jigsaw esintisi taşıyor. Finaldeki Seven-vari hamle ise taklitten öteye gidemediği için ters tepiyor. Ambrose’un geleceği görerek her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlayabilmesi, Philip K. Dick’in kısa öyküsünden uyarlanan Next’i anımsatıyor. Örnekleri çoğaltabiliriz ama Solace’in taklitçiliği net bir şekilde görüldüğü için yeterli olacaktır.

Son söz: Saw hususundaki özgün taklitçiliği, merak ettirmeyi başarması ve önsezi-öngörü sahnelerinin iyi kotarılması gibi artıları, Solace’i görmek için yeterli bir sebep veriyor. 5.5\10

20 Mart 2017

Acı Bir Star Wars Masalı: Rogue One


Yeni Star Wars üçlemesinin ilk bölümü The Force Awakens vizyona girdiğinde hikâye açısından Staw Wars’un bir kısır döngüye girdiğini özellikle belirtmiştim. Serinin ilk filmi A New Hope’un hikaye kurgusu taklit edilse de yaşattığı nostalji, eski-yeni karakterlerin uyumu ve ritmiyle beğenimizi kazanıştı The Force Awakens. Kısır döngü eleştirilerimizi haklı çıkaran ise Rogue One’ın Death Star’ın imha planını ele geçirmeye çalışan asilerin harekete geçmesini konu edinmesi oldu. A New Hope’u taklit etmektense, o noktaya nasıl gelindiğinin anlatılması ve filmin A New Hope ile bağlanması daha iyi bir fikir kabul etmek lazım. Ama iyi fikirlerden iyi film çıkarmak yaratıcılık, cesaret ve vizyon istiyor.

Rogue One: A Star Wars Story, yönetmeni üzerinden eleştirilebilecek bir film değil. Monster ve son Godzilla filmiyle tanıdığımız Gareth Edwards, iyi bir yönetmenlik sergilemiş. Ancak elindeki senaryo iyi bir Star Wars filmi çıkarmasına imkân vermemiş. Dolayısıyla Rogue One’ı senaristlerimiz üzerinden eleştireceğiz. Rogue One’ın hikâyesini yaratan ikiliyi bir kenara bırakıp, senaryoyu kaleme alan deneyimli isim Tony Gilroy ve Chris Weitz’e yüklenmek zorundayız. Neden yüklemek zorundayız çünkü filmin yeni karakterleri zayıf, çünkü Darth Vader gibi bir karakteri kullanamamışlar, çünkü ana hikâyeyi besleyecek küçük yan hikâyeleri yok. Şimdi bu ‘çünkü’leri sırasıyla açalım.

Filmin temel sorunu olan yeni karakterlerden ve ana karakterimiz Jyn Erso’dan başlayalım. Anne-babasız büyüyen çocuklar bir Star Wars klasiğidir (Luke, Leia ve The Force Awakens’dan Rey’i hatırlayalım). Senaristlerimiz pek çok detayda olduğu gibi ana karakteri yaratırken en kolay yolu seçmiş. Annesi gözünün önünde ölen, babası ise zorla götürülen bir kız çocuğu yaratmışlar. Rogue One’ın dramatik çatısını baba-kız ilişkisiyle kurmaya çalışmışlar. Ancak çok kısa bir zaman tanınan bu cılız ilişkinin tüm filmin dramatik çatısını sırtlaması mümkün değil. Öte yandan Jyn’in intikam düşüncesiyle hareket etmesi ve kendisini bir anda Death Star’ı imha planının içinde, amansız bir maceranın ortasında bulması gibi durumlar A New Hope ve The Force Awakens’ı ve dolayısıyla da Luke ve Rey’i akla getiriyor. Kör savaşçı Chirrut İmwe dışında hikâyesini merak ettiğimiz bir karakter yaratılamaması ciddi bir sorun teşkil etmekte. Yola yepyeni karakterlerle devam ediyorsanız, elinizde yeni ve güçlü bir hikaye yoksa, varlıkları bir filmle sınırlı tutulacak olsa da derinlikli karakterler yaratmak zorundasınız. Star Wars filmlerini ayakta tutan her zaman karakterleri ve o karakterlerin akrabalık bağları, ilişkileri ve çatışmaları olmuştur. Rogue One’daki aksiyon sahneleri evet oldukça iyi çekilmiş ama bu sahnelerin bir anlam ifade edebilmesi için seyircinin karakterlerin motivasyonlarına inanması, kendisini orada hissetmesi gerekiyor. Rogue One’ın hangi yönünü ele alırsak alalım, varacağımız yer karakterler olacaktır.

Senaristlerimiz, yeni karakterlerine ve hikâyelerine o kadar güveniyor olmalılar ki, filmin en büyük kozu olan Darth Vader’ı bir nostalji öznesi olmasının dışında, önemli bir rol yükleyememişler. Olay akışı içinde işlevsel kullanılamayan Darth Vader (koz), bir anda filmin açığına dönüşmüş. Nasıl dönüşmesin ki, popüler sinemanın en önemli karakterlerinden birinden bahsediyoruz. Ve bu karaktere 133 dakikalık bir filmde 3 dakikalık bir rol biçiliyor. Ve bu üç dakika filmin en iyi üç dakikası. Sıkı bir Star Wars hayranının aksini düşüneceğine ihtimal vermiyorum. 

Rogue One, A New Hope’un öncesini anlattığı için Death Star’ın imha planını ele geçirmeyi temel alan hikâyesini tamam eleştirmeyelim. Sonuçta o mesajın Leia’nın eline geçmeden önce ne badireler atlatıldığını, nasıl bir savaş verildiğini görmüş olduk. Savaşın gizli kahramanlarını tanıdık. Peki, hikâye kurgusunun hiçbir sapma yapmadan Death Star yolunda ilerlemesi ve kopyacılığı? Yeni bir hikâye yaratamıyorsan yan hikâyelerle ana hikâyeye zenginlik kat. Bunu da yeni karakterlerimiz üzerinden yaparak filmin başka bir açığını -karakter zafiyetini- kapat. Yan hikâyelerle ana hikâyenin nefes alması sağlansa eminim Rogue One için daha olumlu şeyler söylüyor olurduk.

Gareth Edwards’ın klasik üçlemeye saygı duruşunda bulunduğu Rogue One, nostaljisiyle yürümeye çalışırken tökezliyor. Kötü senaryodan iyi film çıkmaz kuralına taze bir örnek daha sunuyor. Sonuç olarak, senarist basiretsizliğinin kurbanı olan Rogue One’ın, Star Wars külliyatının en zayıf halkası olduğunu düşünüyorum. 5\10

16 Mart 2017

Bana canavar demeyin!: In the Heart of the Sea


“Bana İsmail deyin” Herman Melville’in edebiyat tarihinin en önemli klasiklerinden Moby Dick adlı eseri bu cümleyle başlar. Romanında bir balina gemisinin son yolculuğunu, mürettebatın balinaları nasıl avladıklarını ve geminin sonunda nasıl battığını anlatan Melville’in hayal gücünü harekete geçiren gerçek bir hikâyeydi. İşte bu ilham verici hikâye sonunda Hollywood’un radarına takıldı ve geç de olsa beyazperdede hayat buldu. İnişli çıkışlı bir kariyere sahip olan Ron Howard, Rush ile zirveyi gördükten sonra hem gişede hem de ödül sezonunda iddialı olabilecek In the Heart of the Sea’ye girişti. Ne var ki, film iki alanda da umduğunu bulamadı. Ancak bu detaylar, Howard’ın filmin hakkını vermediği anlamına gelmiyor.

Howard’ın filmi, “Moby Dick nasıl doğdu?” sorusuna tatmin edici bir cevap niteliğinde olmakla birlikte bu hikâyede çok daha fazlasının olduğunu söylememiz gerekiyor. Film, yaratım sancısı çeken Melville’in duyduğu bir efsanenin peşinden koşmasıyla açılıyor. 1820 kışında, New England balina gemisi Essex kimsenin inanamayacağı bir şeyin saldırısına uğrar: Dev bir balinanın… Gerçek bir deniz felaketi olarak kayıtlara geçen olay, denizlere ve balinalara meraklı Melville’i bir yazar olarak harekete geçiriyor. Bu felaketten sağ kurtulan birkaç kişiden biri olan Tom Nickerson yaşadıklarını Melville’e anlatıyor. Büyük kısmı bir flashback olarak tasarlanan In the Heart of the Sea, klasik bir macera filmi gibi ilerliyor ve hikâye iskeleti ve anlatısıyla seyircisini şaşırtmıyor. Avla avcının yer değiştirdiği filmde insanoğlunun doğaya hükmetme arzusunun, doğanın dengesini bozma girişiminin nelere yol açabileceğinin mütevazı bir örneğini görüyoruz. Doğada hayatta kalma savaşı ve ıssız ada motifinin kullanılarak filme olay akışı bakımından zenginlik katılmış. Sonuçta hikâyenin bu kısımları atlanabilirdi ama isabetli bir tercihle Essex gemisinde yaşanan felaket çok uzun tutulmamış. Filmin bu şekilde pazarlanması ise eleştirilebilir. Yönetmen Howard, sırtını hikâyesinin gerçekliğine yaslıyor. Moby Dick gibi bir klasik yaratamayacağının farkında olmanın rahatlığıyla sinsi hesaplar yapmadan yönetiyor filmini. Bu hikaye nasıl Moby Dick’e esin kaynağı olduysa, Moby Dick de anlatısıyla Howard’a esin kaynağı olmuş. Romanda olduğu gibi hikayenin gemide çalışan görece daha önemsiz bir karakterin ağzından anlatılması bunun bir göstergesi bana kalırsa. Moby Dick'teki Ahab gibi intikam hırsıyla hareket eden güçlü bir karakterimiz olmaması filmin elini zayıflatıyor. Ancak Howard'ın yapmak istediği film karakter merkezli değil, hikaye merkezli olduğundan seyircisinin beklentisini belli ölçüde karşılamayı başarıyor.

Deneyimli bir sinemacı olan Howard, filmin omurgasını dik tutabilmek için karakter çatışmasına ihtiyaç duymuş. Bu bağlamda birinci kaptan George Pollard ile ikinci kaptan Owen Chase arasında hiyerarşiye, tecrübeye ve deniz kanunlarına yönelik bir çatışma yerleştirmiş. Çatışmanın ne yöne gideceği, nasıl sonuçlanacağı belli olsa da filmin seyir keyfini arttırdığı bir gerçek. Howard, geminin kibirli kaptanı üzerinden insanoğlunu eleştiriyor. Geminin kaptanı Pollard’ın kapitalizmin acımasız yüzünü yansıttığını, ikinci kaptan Chase’in ise her şeye rağmen umudu simgelediğini söyleyebiliriz. İnsanın doğayla giriştiği savaşta her zaman kaybeden taraf olmasının kaçınılmazlığını vurgulayan In the Heart of the Sea, iyi noktalara temas eden, iyi anlatılmış bir gerçek hikâye uyarlaması. Akılda kalıcı kimi sahneleri, görselliği ve dev balinaları bir canavar olarak değil, doğanın ayrılmaz bir parçası olarak sunması da filmin artılarından biri. 7\10

13 Mart 2017

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #60 The Devil Rides Out


50’li ve 60’lı yıllarda İngiliz Hammer stüdyosu için birçok korku filmi çeken Terence Fisher’ın kariyerindeki en başarılı işlerden biri olan The Devil Rides Out, düşük bütçesine rağmen görselliğiyle göz dolduruyor ve okült imgeleriyle merak uyandırıyor. Dennis Wheatley’nin aynı ismi taşıyan romanından uyarlanan filmde Richeleau Dükünün yeğeninin ve bir arkadaşının bir grup satanist tarafından ayinlerinde kullanılmak üzere alıkonulması, dük ve arkadaşlarının da onları kurtarma çabaları işleniyor. Çoğunlukla yer aldığı filmlerin baş kötüsü olarak karşımıza çıkan Christopher Lee, burada şeytani kötülükle savaşan ana karakterimiz Richeleau Dükü Nicholas rolünde yine döktürüyor. Cast'ın tamamı için aynı şeyi söyleyemesek de performanslar genel olarak vasatın üstünde olduğu için filme zarar vermiyor. The Devil Rides Out, canlı renkleri ve gündüz çekimlerinin fazlalığıyla içeriğini de düşünürsek haddinden fazla renkli ve ışıltılı bir korku filmi diyebiliriz. Görselliğinin başarısını dile getirsek de atmosfer kurmada aynı şeyleri söyleyemiyoruz ve bu da filmin eksilerinden biri. Fisher, şeytani vaftiz töreni, kara büyü ve satanistik imgeleri görselleştirmede son derece iyi bir iş ortaya koyuyor. Özellikle de Mendes Keçisinin göründüğü anlar belki de filmin zirvesi… Eski çağlardan bu yana Baphomet ismiyle adlandırılan boynuzlu ve cinsiyetsiz keçi, şeytanın vücut bulmuş hali denilebilir. Filmde çok kısa bir süre görünmesine karşın en çok akılda kalan figür de Baphomet oluyor. Hatta keşke senaryo Baphomet’in hikâyede daha çok rol çalabileceği bir şekilde yazılsaymış demeden edemiyorsunuz. Adı pek bilinmese de korku üstadlarından biri olan Terence Fisher, The Devil Rides Out’ta göz ve hipnozu bir gerilim öğesi olarak ustaca kullanıyor. Karakterlerimizin kendilerini şeytani güçlerden korumak için çizdikleri çember içinde kısılıp kaldıkları anların da korku severleri tatmin edeceğini düşünüyorum. Pek bilinmeyen The Devil Rides Out, türü sevenler için iyi bir keşif olacaktır.

7 Mart 2017

En İyi 10 Mahkeme Filmi


Temeli İngiliz hukuk sistemine dayanan Amerikan hukuk sistemi, bildiğiniz gibi jürilidir ve avukat müvekkilini savunurken jüriyi etkilemeye çalışır. İşin bir bakıma şova çevrilebildiği bu sistem, tam da bu sebepten Amerikan sinemasında bir alt türün doğmasında etkili olmuştur. Adalet arayışını, adaletin tecelli etmesini temel alan mahkeme filmleri, seyircisine Katharsis yaşattığı için bu alt türün iyi örnekleri kalbimizde özel bir yer edinmekte zorlanmaz. Türün en iyi filmleri 50’li ve 60’lı yıllarda çekildi dersek yanılmış olmayız. 80’lerde The Verdict ve The Accused, 90’lı yıllarda A Few Good Men, A Time to Kill ve Primal Fear gibi yıldız isimlerden oluşan kadrolarıyla geniş kitlelere ulaşan yapımlar izledik. 2000’li yıllara geldiğimizde ise tanrıya dava açan bir adamın komik hikâyesinin anlatıldığı The Man Who Sued God ve Abraham Lincoln suikastı sonrasındaki davaya bakış atan The Conspirator dışında dikkat çekici bir mahkeme filmi izlemedik diyebiliriz. Çoğunlukla mahkeme sahnelerinin filme hâkim olduğu örnekleri tercih ettim. 90’lı yılların klasiklerinden The Devil’s Advocate (Şeytanın Avukatı) tam da bu sebepten listeye giremedi.

10 - Adam’s Rib

Biri bölge savcısı, diğer avukat olan çiftimiz, halkın yakından takip ettiği bir davada karşı karşıya gelir. Çiftimiz kazanmak için ellerinden geleni yaparlar ve dava ilerledikçe evlilikleri sarsılır. Spencer Tracy ile Katherine Hepburn’ün karşılıklı döktürdükleri Adam’s Rib, komedi-dram dengesini iyi kuran şık bir mahkeme filmi.

9- Proces de Jeanne d’Arc

Robert Bresson’dan bir Jeanne d’Arc uyarlaması… Carl Dreyer’in sessiz film klasiğinde olduğu gibi Jeanne d’Arc’ın yargılanmasını işleyen Bresson, kısa ama etkili bir uyarlamaya imza atmış. Jeanne d’Arc’ın inancından sapmaması, umudunu koruması, yargıçların oyunlarına gelmeden doğruları anlatma çabası ve tüm bu çabaya rağmen kilisenin nihai kararının değişmemesi… Sonunu bildiğimiz ancak o noktaya nasıl varıldığını görmek için izlediğimiz ilginç bir mahkeme filmi. Yargıçların din adamı olmasıyla alt tür içinde özel bir yere sahip Proces de Jeanne d’arc.

8- La Verite

Brigitte Bardot’nun başrolünü üstlendiği, Fransız sinemasının ustalarından Henri-Georges Clouzot’nun yönettiği La Verite, sevgilisini öldürmekle suçlanan bir kadının mahkemesini baştan sona geri dönüşlerle ele alıyor. Bir ilişkinin filizlenmesini, yeşermesini ve solmasını adım adım izliyor ve gerçekle yüzleşiyoruz.

7- Anatomy of a Murder

Karısına tecavüz eden bar sahibini öldüren genç bir teğmenin savunmasını üstlenen bir avukatın olayı aydınlatma çabalarını anlatıldığı Anatomy of a Murder, bir cinayeti analiz ediyor. Vizyona girdiği yıl ödül törenlerinde adından sıkça söz ettiren üç saatlik bir mahkeme filmi.

6- A Few Good Man

Senaryosunu Aaron Sorkin’in yazdığı, Rob Reiner’ın yönettiği A Few Good Man, gerilimin tırmandığı ve Jack Nicholson’ın unutulmaz performansıyla göz doldurduğu mahkeme sahneleriyle hatırlanıyor daha çok. Küba sınırında bir askeri öldürmekle suçlanan iki askerin davasını konu edinen ışıltılı bir askeri mahkeme filmi…

5- Judgment at Nuremberg

Nazi döneminde adaletsiz kararlarının hesabını vermek için mahkemeye çıkan dört hâkimin, gerçek olaylara dayanan hikâyesinin anlatıldığı Judgment at Nuremberg, usta isimlerden oluşan kadrosuyla göz kamaştırırken, duruşma sahnelerindeki vurucu anlarıyla türünün unutulmaz örneklerinden biri olmayı başarıyor.

4- To Kill a Mockingbird

Hurper Lee’nin Pulitzer ödüllü romanı To Kill a Mockingbird’ün sinema uyarlaması Robert Mulligan’ın ellerinden bir klasiğe dönüşmekte zorlanmamıştı. 30’lu yılların Amerika’sında beyaz bir kadının ırzına geçmekle suçlanan siyahî bir adamın davasının konu edildiği film, ırkçılık karşıtı duruşuyla hatırlanıyor.

3- Witness for the Prosecution

Agatha Christie’nin bir kısa hikâyesinden uyarlanan Witness for the Prosecution, bir cinayet vakasını bu davayı üstlenen deneyimli bir avukatın keskin gözlemleriyle sonuca ulaştırmasını anlatıyor. Billy Wilder’dan mizah soslu son derece eğlenceli ve finaldeki sürpriziyle akıllarda yer eden merak uyandırıcı bir mahkeme filmi klasiği…

2- 12 Angry Man

Reginald Rose’un aynı adlı oyunundan Sidney Lumet’in uyarladığı 12 Angry Man, gerçek bir 50’ler klasiği. Adı her zaman en iyi tek mekân filmleri ve en iyi mahkeme filmleri listelerinde üst sıralara yazılan film, cinayetle suçlanan şüphelinin suçsuz olduğuna inanan bir jüri üyesinin, aksi görüşteki diğer jüri üyelerinin fikrini değiştirme çabasını ele alıyor. Film, jürili sistemi sorgulatırken, olaylara ve insanlara önyargıyla yaklaşmamamız gerektiğinin altını çiziyor. 

1- Inherit the Wind

Inherit te Wind, 1920’li yılların Amerika’sına, müfredatın ve kanunların dışına çıkarak derste Evrim Teorisini anlatan bir öğretmenin tutuklanması ve ardından mahkeme sürecini odağına alıyor. Mesele kanunların çiğnenmesi ve dini değerlerin hiçe sayılması değildir, mesele düşünme hakkının yargılanmasıdır. Hararetli Evrim Teorisi-Yaratılış tartışmaları, esprileri, kelime oyunları, söz düelloları ve devleşen performanslarıyla en iyi mahkeme filmi olmakta zorlanmıyor Inherit the Wind.