“Bana İsmail deyin” Herman Melville’in edebiyat tarihinin en önemli klasiklerinden Moby Dick adlı eseri bu cümleyle başlar. Romanında bir balina gemisinin son yolculuğunu, mürettebatın balinaları nasıl avladıklarını ve geminin sonunda nasıl battığını anlatan Melville’in hayal gücünü harekete geçiren gerçek bir hikâyeydi. İşte bu ilham verici hikâye sonunda Hollywood’un radarına takıldı ve geç de olsa beyazperdede hayat buldu. İnişli çıkışlı bir kariyere sahip olan Ron Howard, Rush ile zirveyi gördükten sonra hem gişede hem de ödül sezonunda iddialı olabilecek In the Heart of the Sea’ye girişti. Ne var ki, film iki alanda da umduğunu bulamadı. Ancak bu detaylar, Howard’ın filmin hakkını vermediği anlamına gelmiyor.
Howard’ın filmi, “Moby Dick nasıl doğdu?” sorusuna tatmin edici bir cevap niteliğinde olmakla birlikte bu hikâyede çok daha fazlasının olduğunu söylememiz gerekiyor. Film, yaratım sancısı çeken Melville’in duyduğu bir efsanenin peşinden koşmasıyla açılıyor. 1820 kışında, New England balina gemisi Essex kimsenin inanamayacağı bir şeyin saldırısına uğrar: Dev bir balinanın… Gerçek bir deniz felaketi olarak kayıtlara geçen olay, denizlere ve balinalara meraklı Melville’i bir yazar olarak harekete geçiriyor. Bu felaketten sağ kurtulan birkaç kişiden biri olan Tom Nickerson yaşadıklarını Melville’e anlatıyor. Büyük kısmı bir flashback olarak tasarlanan In the Heart of the Sea, klasik bir macera filmi gibi ilerliyor ve hikâye iskeleti ve anlatısıyla seyircisini şaşırtmıyor. Avla avcının yer değiştirdiği filmde insanoğlunun doğaya hükmetme arzusunun, doğanın dengesini bozma girişiminin nelere yol açabileceğinin mütevazı bir örneğini görüyoruz. Doğada hayatta kalma savaşı ve ıssız ada motifinin kullanılarak filme olay akışı bakımından zenginlik katılmış. Sonuçta hikâyenin bu kısımları atlanabilirdi ama isabetli bir tercihle Essex gemisinde yaşanan felaket çok uzun tutulmamış. Filmin bu şekilde pazarlanması ise eleştirilebilir. Yönetmen Howard, sırtını hikâyesinin gerçekliğine yaslıyor. Moby Dick gibi bir klasik yaratamayacağının farkında olmanın rahatlığıyla sinsi hesaplar yapmadan yönetiyor filmini. Bu hikaye nasıl Moby Dick’e esin kaynağı olduysa, Moby Dick de anlatısıyla Howard’a esin kaynağı olmuş. Romanda olduğu gibi hikayenin gemide çalışan görece daha önemsiz bir karakterin ağzından anlatılması bunun bir göstergesi bana kalırsa. Moby Dick'teki Ahab gibi intikam hırsıyla hareket eden güçlü bir karakterimiz olmaması filmin elini zayıflatıyor. Ancak Howard'ın yapmak istediği film karakter merkezli değil, hikaye merkezli olduğundan seyircisinin beklentisini belli ölçüde karşılamayı başarıyor.
Deneyimli bir sinemacı olan Howard, filmin omurgasını dik tutabilmek için karakter çatışmasına ihtiyaç duymuş. Bu bağlamda birinci kaptan George Pollard ile ikinci kaptan Owen Chase arasında hiyerarşiye, tecrübeye ve deniz kanunlarına yönelik bir çatışma yerleştirmiş. Çatışmanın ne yöne gideceği, nasıl sonuçlanacağı belli olsa da filmin seyir keyfini arttırdığı bir gerçek. Howard, geminin kibirli kaptanı üzerinden insanoğlunu eleştiriyor. Geminin kaptanı Pollard’ın kapitalizmin acımasız yüzünü yansıttığını, ikinci kaptan Chase’in ise her şeye rağmen umudu simgelediğini söyleyebiliriz. İnsanın doğayla giriştiği savaşta her zaman kaybeden taraf olmasının kaçınılmazlığını vurgulayan In the Heart of the Sea, iyi noktalara temas eden, iyi anlatılmış bir gerçek hikâye uyarlaması. Akılda kalıcı kimi sahneleri, görselliği ve dev balinaları bir canavar olarak değil, doğanın ayrılmaz bir parçası olarak sunması da filmin artılarından biri. 7\10