24 Mart 2017

Özgün bir taklitçilik: Solace


Polisiye türünde heyecan verici yeni fikirlerin çıkmadığı bir dönemdeyiz. Bu bakımdan özgün senaryoya sahip bir filmle karşılaştırdığımızda övgünün dozunu kaçırabiliyor ve abartabiliyoruz. Diğer yandan özgün bir hikâyesi olmadığı gibi türün kalburüstü örneklerini taklit eden yapımları da bir çırpıda silebiliyoruz. Peki, bu yazıda ele alacağımız Solace, hangi tarafta duruyor? Bir çırpıda silebileceğimiz örneklere daha yakın durduğunu söyleyebileceğimiz gibi hiçbiri seçeneğini de işaretleyebiliriz. 

Senaristlerimiz Sean Bailey ve Ted Griffin, daha önce izlemediğimiz bir seri katil hikâyesi yazmak için yola koyulmuşlar. Bunu da doğaüstü seri katil filmi yaparak gerçekleştirebileceklerini düşünmüş olmalılar. Şüphesiz ki, başarabilirlerdi. Seri katile özel bir yetenek vermek iyi bir fikir ancak onu yakalamaya çalışan deneyimli analistin de özel bir yeteneği olması o kadar iyi bir fikir değil. Hatta iki karakterin de özel yeteneği olması Solace’i tam bir formül filmine dönüştürmüş. Özel yeteneği olan karakterlerin kedi-fare oyunu pek çok türde gördüğümüz ve artık heyecan vermeyen bir numara diyebiliriz. Bu noktada seri katilimizin amacı ve felsefesi önem kazanıyor. Dedektiflerimizin ve analistimizin onu nasıl yakalayacağını merak ederken, katilin ne yapmaya çalıştığını da sorguluyoruz. Bu çifte merak filmi ayakta tutmaya yetiyor. Evet, katil ne yapmaya çalışıyor? Uzun zaman gizemini koruyan bu husus açıklığa kavuştuğunda Solace çuvallamaya başlıyor. Çuvallamasının sebebi ise taklitçiliği… Ama taklit ederken özgün kalabilmeyi başarması da filmin en ilginç özelliği diyebiliriz.

Katili uzun bir süre göstermeyerek gizemi artıran yönetmen Afonso Poyart, kamera arkasında fena bir iş çıkartmıyor ama türe ne kadar hâkim olduğu konusunda kafada soru işaretleri de bırakıyor. Solace’in üzerine sinen olmamışlık hissi, tüm film boyunca hissediliyor. Olmamışlığın birkaç temel sebebi var: Senaryo zafiyeti, yönetmenin işinin ehli olmaması, cast seçimindeki yanlışlar ve taklit sorunu… Cast seçimindeki yanlışa değinmişken, Anthony Hopkins’in filmin en büyük kozu gibi sunulmasına rağmen, karakterine oturmadığını düşünüyorum. Hopkins gibi bir isim kâğıt üzerinde kusursuz bir seçim gibi görünebilir ama kâğıtta durduğu gibi durmadığı bir gerçek.

Yazı bu noktadan itibaren spoiler içerir, izlemeden okumayınız!

Charles Ambrose (seri katilimiz), kısa süre içinde acılar içinde öleceğini gördüğü insanları kurban olarak seçiyor ve etkili bir yöntemle onları acı duymamalarını sağlayarak öldürüyor. Kurbanlarına iyilik ettiğini düşünen Ambrose, peşindeki analist Dr. John Clancy’i ve biz seyircileri ahlaki bir sorgulamanın içine çekmeyi başarıyor. Siz olsanız ne yapardınız, acılarınıza son verilmesini istemez miydiniz? Ya da çok sevdiğiniz bir yakınınızın acılarına son verilmesini… Düşündürücü ama filmin bu meseleye çok da kafa yorduğunu söylememiz güç. Daha çok şov yapmakla, seyirciyi etkilemeye çalışmakla uğraşıyor Poyart. Ama birilerinin ona seyircinin artık bu numaraları yemediğini söylemesi gerekiyor. Solace, açıkça türün klasikleşmiş örneklerinden Seven ve son dönemin daha çok korkuya meyleden filmi Saw’dan esinlenmiş. Yalnız esinlenirken taklit etmekten kurtulamamış. Taklitçilikte ise son derece başarılı çünkü kendine has bir yöntemi var. Kanser hastası olan Jigsaw, hayatın değerini anlamış ve insanların da anlaması için onları çeşitli oyunlarla bir tür sınava tabi tutmuştu. Ambrose’a baktığımız zaman, onun da ölmekte olduğunu görüyoruz. Hem ruhsal hem de fiziksel acı çekiyor ve aynı durumda olan insanları bu dertten kurtarmak için harekete geçiyor. Jigsaw’ın gibi onu seri katil olmaya iten şey, ölümün soğuk nefesini hissetmesi. Ama temelde ayrılıyorlar. Ambrose, zaten ölecek insanları öldürüyor. Merhametli bir seri katil olduğunu düşünebiliriz. Burada önemli olan karakterin yaratılırken tamamen Jigsaw üzerinde yoğunlaşılması. Ambrose’un kendisini yakalamaya çalışan polislerle oyun oynaması dahi Jigsaw esintisi taşıyor. Finaldeki Seven-vari hamle ise taklitten öteye gidemediği için ters tepiyor. Ambrose’un geleceği görerek her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlayabilmesi, Philip K. Dick’in kısa öyküsünden uyarlanan Next’i anımsatıyor. Örnekleri çoğaltabiliriz ama Solace’in taklitçiliği net bir şekilde görüldüğü için yeterli olacaktır.

Son söz: Saw hususundaki özgün taklitçiliği, merak ettirmeyi başarması ve önsezi-öngörü sahnelerinin iyi kotarılması gibi artıları, Solace’i görmek için yeterli bir sebep veriyor. 5.5\10