Geçen hafta Matthieu Kossavitz ile yapılan bir röportajı
okuduğumda ilgimi en çok çeken cümlesi şu olmuştu: Artık eskisi gibi filmler
yapılmıyor demişti ancak sözünü burada bitirmedi. Rebellion ile bir kez daha
Sezar ödüllerinden (Fransa’nın Oscarı) eli boş dönen Kossavitz, bana göre daha
önceleri hayli geniş olan vizyonunu daha genişleterek belki de hayatının en
zor kararını verdi. “Fransız olmaktan gurur duymuyorum” dedi. Bu yorumu niye
yaptığını anlamak güç değil. Peki Rebellion filmiyle ne alakası var bu giriş
yazısının? Neden şimdi?
Burç Karabulut yazdı
Bu sorularının bana kalırsa cevabı Rebellion’da saklı. Tabii ki politik pozisyonunu yüzünden uzun zamandır büyük bir zorluğun altına girmiş olan Kossavitz, Rebellion ile yeni bir film vizyona sokmuş olmuyor ayrıca auteur köklerine de dönüş yapıyor. Rebellion, Fransa’nın bir kolonisi olan (aynı zamanda doğa cenneti) Yeni Kalendoya’da otuz Fransız polisin öldürülmesi üzerine Fransa bölgeye, Legarjus önderliğinde uzlaşma ekibi gönderiyor. Fransa’da cumhurbaşkanlığı yarışının sürmesi ise Kalendoya olaylarının politik bir güç haline gelmesi ile Legarjus’u ikilemde kalıyor: Fransa’ya rağmen Fransa için…
Fransa’dan geriye kalan acı dolu bir Fransız öpücüğü
Uzun zamandır kendi üslubuyla (auteur) sinemaya ara vermiş
olan Kossavitz için La Haine (Nefret)’den beri aradığı şeyi buluyor. Başka
birinin sinemasında devlet yüceltilecekken, Kossavitz bizleri devlet şiddetiyle
başbaşa bırakmayı tercih ediyor. Nefret (La Haine) ile yarattığı havanın aynısını yaratarak çok
başarılı bir filme imza atıyor. Adeta seyirciye de her sahnede ayrı bir tokat
atmaktan geri durmuyor. Kassovitz’e göre Fransa’dan geriye kalan acı dolu bir
Fransız öpücüğü.
Kassovitz’in kabul ettiği bir tarz onu olduğundan farklı bir
auteur yapıyor. Nefret bu tokatı, çok iyi attığının kanıtı olmuştu. Polis
şiddetini, getto hayatını ve ıssız Paris sokaklarını harmanladığı birbirini
ardına puzzle tamamlarcasına oturan kareler - bence en ünlüsü Paris’in herkesçe
bilinen Eyfel Kulesi’ne arkasını dönen üç Afrikalı sahnesi-arkasından gelen
şiddetin otoriterinin keyfi sularına çekmesi (nefreti bile), güçlülere ait bir
silah olduğunu anlattığı o şiirsel nefret ve şok tablosu yerini alenen pek de
şiirsel ve estetize olmayan devlet terörüne bırakıyor.
Apocalyse Now!
Rebellion’da, Battle of Algiersle (Cezayir Savaşı) filmiyle
özdeşleşen kolonici bakış açısını ve onun yerel halk tarafından geri
püskürtülmesi, La Haine ile şoke eden polis şiddeti, İsyan ile travmatik olarak
devletin kendi şiddet tarihine eklemlenip yeni bir cehennem yaşatmayı başarıyor.
Flashback ile açılan film, günümüze yavaşça gelip bizi bir dedektif hikayesine
bağlıyor. Her sahnenin açılışı öncesinden gelen ve arkasından gelecek olana
öyle bir eklemlenmiş ki Kalendonya sorunun ortaya çıkışı ve ardından gelen
politik tansiyon sürekli bir çaresizliği ve nefreti, en sonunda şiddeti ve politikadan
doğan keyfi şiddeti tetikliyor.
Hikayenin en can alıcı kısmı ise, cennet gibi bir ada olan
Kalendoya’nın işgalinin tamamen görselliği ile Apocalypse Now filmini
çağrıştırıyor. Kalendoya’yı düşünürken Fransa’nın Vietnamı olarak düşünmek
mümkün. Kanak yerlilerin (Kalendoya sakinleri) silahları ellerine alıp kendi
adalarını Fransızlara karşı korumaları imgesel olarak bir Vietnam estetiğini
içinde barındırırken, hikayenin klasik Vietnam’dan farklı olarak Fransız CIA
görevlisi Lagarjus’un rehineleri kurtarmak için her geçen an yaşadığı baskı, stres hem de politik hesapların içinde oyuncak olmasının
verdiği durum ve belirsizlik ile Kanaklılarla uzlaşma çabası yılan hikayesine
dönüyor.