22 Mart 2016

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #43 Aguirre, Tanrının Gazabı


Werner Herzog’un kültleşmiş filmlerinden biri olan Aguirre, Tanrının Gazabı, El Dorado efsanesinin peşine düşen bir grup İspanyol kâşifin öyküsünü, 16 yüzyılda yaşanmış gerçek olaylardan bağımsız olarak ama elbette onlardan da etkilenerek beyazperdeye taşıyan sıra dışı bir yapım.

İmparatorları adına efsanelerin odağındaki altın şehri bulmak için yola çıkan kaşiflerle, misyonerlik amacıyla gruba katılan bir rahibin büyük hayallerle atıldıkları macera trajik bir hal alacaktır. Karakterlerimiz arasındaki iktidar sorunu, ekibin parçalanmasına sebep olurken, yerlilerin bitmek tükenmek bilmeyen saldırıları karşısında çaresizce umuda yolculuklarını sürdüren grup içinde bir adam sivrilir: Aguirre… Hırsı ve davasına olan adanmışlığıyla gözünü karartan Aguirre, birçok kez tanrının gazabı olduğunu dile getirir. Askerlerini emrinde tutabilmek için inançlarını kullanarak korkutur onları. Ama bir noktadan sonra tanrının gazabı olduğuna kendi de inanır sanki. Kendisi rütbeli bir asker olmasına karşın, işlerin yolunda gitmesi için bir şekilde her istediğini yaptırır. Tutkusu onu deliliğin sınırına kadar götürür. Aguirre’in deliliği verilen kayıplara rağmen yolculuğun devam etmesini sağlar. Film de zaten bir efsanenin peşine takılan bir grup kâşifin, tehlikelerle dolu yolculuklarının ve bu yolculukta yitip gidişlerinin hikâyesidir.

Herzog’un filmi için epik sinemaya da göz kırpan tarihsel bir macera denilebilir. Ancak yönetmenin anlatısına aşina değilseniz, Hollywood filmlerindeki akıcılığı bulamayacak ve filmin içine girmekte bir hayli zorlanacaksınız. Aguirre, Tanrının Gazabı, sonu meçhul bir yolculuk filmi. Avrupa’nın sömürgeci anlayışının bir dışavurumu olarak da okunabilecek olan film, gerçek mekân kullanımının yarattığı gerçeklik hissiyle seyircisini büyülemekte pek zorlanmıyor. Herzog, inançlarımızın da bizi sömürüye açık hale getirdiğini söylüyor sanki. Bu ister bir din olsun, isterse inandığınız başka bir kavram. Yönetmenin bazı sahnelerde dini açıkça eleştirdiğini de görüyoruz zaten.

17 Mart 2016

The Mill and the Cross - Değirmen ve Haç


Opera, tiyatro ve film yönetmeni olmasının yanı sıra ressam, şair, senarist gibi vasıflarıyla sanatın pek çok alanında ürün veren, çok yönlü bir sanatçı olan Polonyalı Lech Majewski, 80’li yıllardan bu yana sinema sektöründe, senarist\yönetmen\yapımcı sıfatlarıyla emek vermiş önemli bir sinemacı. Yönetmenin 12. uzun metraj çalışması The Mill and the Cross (Değirmen ve Haç), daha önce sinemada benzerine rastlamadığımız bir ressam portresi çizen şaşırtıcı bir sinemasal deneyim vadediyor.

Resimlerinde çoğunlukla günlük yaşamdan kesitler sunan, kendine has doğa manzaraları ve tasvirleriyle tanınan, mitolojiden beslenen ve ikonografik resimleriyle Rönesans döneminin büyük ustalarından biri olarak kabul edilen Pieter Bruegel’in bizde “Calvary Alayı” ya da “Çarmıha Gidiş” olarak bilinen “The Procession to Calvary” adlı eserinin yaratım sürecini resim ve sinema sanatını iç içe geçirerek ele alan The Mill and the Cross’un, daha çok Bruegel ve resim sanatıyla ilgili sinemaseverlerin beğenebilecekleri ayrıksı bir film olduğunu söyleyelim. 

Filme gelirsek; Joe Wright’ın Anna Karenina’da beyazperdeyi tiyatro sahnesine dönüştürerek ulaştığı estetik doygunluk ve yeni bir deneyimin kapısını aralamasının bir benzerini Majewski’nin resim sanatıyla canlandırdığını ve daha başarılı bir iş çıkarttığını söyleyebiliriz. Bruegel’in İsa’nın Çarmıh’a gidişi ve gerilişini önemsizleştirerek ve resmin odak noktası yapmadan tasvir ettiği tablosunun eskiz çalışmaları eşliğinde son halini alışına tanık olmak başlı başına heyecan vericiyken, büyük bir sanat eserinin nasıl yaratıldığını göstermesi ve en önemlisi de filmin gerçek anlamıyla Bruegel’in eşsiz tablosunu beyazperdede canlandırması övgüye değer. Majewski bizi Bruegel’in resmi içinde gezintiye çıkarıyor. Esasında çizdiği karakterler arasında dolanan, bir el hareketiyle onları dondurup, hareketlendirebilen bir tanrı konumundaki ressamın zihninde bir yolculuğa çıkıyoruz. The Mill and the Cross'u izleyince aklımıza Derek Jarman'ın Caravaggio'sunun gelmesi olası. Jarman'ın ressamın iç dünyasını yansıtırken, resimlerini de Majewski'nin filmindeki gibi canlandırdığını görüyoruz. 

Kısaca bir resmin hikayesini-yaratım sürecini izlediğimizi söyleyebileceğimiz The Mill and the Cross, aynı zamanda kurgulanmış bir gerçeklik sunuyor. Filmde İsa’nın Çarmıh’a gerilmesi Flaman topraklarına taşınıyor. İsa’yı Çarmıh’a gerenler de Roma askerleri değil, İspanyol lejyonerler. Hikaye farklı bir coğrafya ve farklı bir zaman diliminde ressamın zihninde yeniden kurgulanıyor. Burada ressamın hayal gücü devreye giriyor ve film de ressam biyografileri içinde ayrıksı bir noktaya ulaşırken, bir yandan da Çarmıh hikayesinin sinemadaki en sanatsal dışavurumuna dönüşüyor. 

Resimde olduğu gibi İsa ve çarmıh arka planda kalıyor ama ikonografiye dikkat edildiğini görüyoruz. Bununla beraber Majewski’nin diyalogları minimumda tutması, derdini mizansenler ve görsellikle anlatmayı seçmesi bilinçli ve çok da doğru bir tercih. Bir ressamı ve eserini anlatmak için sözlere çok da ihtiyacınız yok diye düşünüyorum. İsa’nın Çarmıh süreci ikinci planda kalınca resimdeki önemsiz karakterlerin, sıradan halleri, günlük yaşamlarından kesitler ve ölüme terkedilmekle cezalandırılan insanlar birer yan hikaye olarak yerlerini alıyor ve filme zenginlik katıyor denilebilir.

Son söz: Bruegel’in tekniği, çalışma yöntemleri ve eserlerinin genel karakteristiğini vermede oldukça başarılı bir iş çıkaran yönetmen Majeswki’nin The Mill and the Cross’u önemsenmesi gereken bir sanatsal çabanın ürünü. 7.3\10

Bahsi geçen "Calvary Alayı" adlı eser

13 Mart 2016

Sinema uyarlamasını bekleyen romanlar - #11 Şah Mat


İtalyan yazar Mario Mazzanti’nin ülkemizde 2011’de yayımlanan ilk eseri Şah-Mat, son yılların best-seller olmuş dikkate değer polisiye romanlarından biri. Sürükleyici yapısı, öngörülemeyen sürprizleri ve okuyucu esir alan olay örgüsüyle bir çırpıda okunan romanın, yaratıcı polisiye filmlerin pek çıkmadığı şu dönemde, olası bir uyarlamasının türü sevenlerin fazlasıyla memnun edeceği düşüncesindeyim.

Hikâye

Suç psikiyatristi olarak polise destek vermekte olan Claps'in suçluların davranış profilini inceleyerek olası şüphelileri tespit etmek gibi çetin bir görevi vardır. Ancak bu sefer ortadaki cinayet hiç de basit değildir. Karşısında acımasız, kararlı, unutulmak istemeyen ve şehrin korkulu rüyası olmayı amaçlayan bir seri katil vardır. Çözüm hep avuç içinde gibidir ama bir türlü ulaşılamamaktadır, aşılan her bir basamak katilin ininin derinliklerine dalmaktan başka bir işe yaramaz.

Nedir?

Sinemayla da ilgilenen yazar Mazzanti, uyarlaması zor olmamakla birlikte oldukça sinemasal duran bir polisiye roman çıkarmış. Gördüklerinizin tamamen aldatıcı olduğu bir seri katil hikâyesi düşünün. Ve bu aldatıcı hikâyenin içinde başka aldatmacalar ve sürprizler… Olay derinleştikçe siz de daha derine batıyor, sona ulaşmak için daha fazla çaba sarf ediyorsunuz. Sizi kendisine bağlayan ana karakterler ise çoğu polisiye de olduğu gibi bir dedektif veya komiser değil. Suç psikiyatristi Claps ve olaya dâhil olan bir sunucu\haberci… Sürprizlerini bozmamaya özen göstermemiz gereken Şah-Mat’ta adından da anlaşılacağı üzere satranç oyununun önemli bir rolü var. Kitabın kapağına “Ölümle yapılan bir satranç maçı… Her hamle bir cinayet ve her cinayet karmaşık bir planın parçası…” cümlesi taşınmış. Evet, bir noktada katilin cinayetleri satrançla ilişkilendirmesi ve bunu polisle paylaşmasıyla polisiye türü için bir hayli ilginç duran bir vaka ile karşı karşıya olduğumuzu düşünüyoruz. Seri katil profilleriyle hınzırca oynayan, polisiye klişelerini kusursuz bir biçimde kullanan, Hannibal’a atıf yapan ve Kuzuların Sessizliği’nin paralel kurgusundan etkilendiğini açık eden Mazzanti, bir ilk roman için şaşılacak derecede başarılı bir iş işe imza atmış.

Nasıl uyarlanmalı?

Gerilimin had safhada olduğu ve okuyucunun neler olduğunu tam manasıyla ancak sonunda anlayabileceği bir polisiye hikâye var karşımızda. Dolayısıyla işiniz hiç kolay değil. Karakterlerin İtalyan olması ve hikâyenin İtalya’da geçiyor oluşu, Hollywood’un yapacağı bir uyarlamada sorun yaratabilir. O sebeple ikisinin de değiştirilmesi yerinde olabilir. İsim ve yer değişikliklerinin bir sakıncası yok diye düşünüyorum. Şah-Mat sinemaya uyarlandığında satranç ile ilgili kısımların filmde kitaba göre daha etkili sunulma şansı var. Oyunda yapılan hamleler, bu hamlelerin anlamının anlaşıldığı anlar gerçekten sinemadaki karşılığı düşünülerek yazılmış gibi duruyor. Mazzanti’nin sinemayla yakın ilişkisi olası uyarlamanın da başarılı olma olasılığını kuvvetlendiriyor. Karakterlerin fazlalığı bir handikap olmasına karşın aşılamayacak bir sorun değil. Bazı detaylar senaryo aşamasında kaybolacak. Ancak önemli olan eseri sinema için baştan yaratmaya çalışmamak. Bununla birlikte final kurgusunun değiştirilmesi seyirci memnuniyetini arttıracaktır. İşin arkasında kim olduğunun anlaşılması ve gerilim safhasının bitmesi sonrasında, olayın gerçek yüzünü öğrendiğimiz uzun açıklamalar kısaltılmalı ve olayla birlikte verilmeli. Romandakine oranla daha karanlık bir atmosfer yaratılabilirse bu da filmin hanesine bir artı şeklinde yansıyacaktır. Karakterlerin kartondan kalmaması da elzem. Haberci Greta Alfieri’nin hikayenin ilk bölümlerinde itici bir karakter olması ve okuyucunun zamanla sevdiği bir karaktere dönüşmesi gibi detaylara dikkat edilmesi de önemli bana kalırsa.

9 Mart 2016

İlk izlenim: Batman v Superman: Dawn of Justice


Sinemaseverler, kendi evreninin kültleşmiş film karakterlerinin karşılaştırılarak veya aynı tarafa yerleştirilerek bir güç birliği oluşturmak suretiyle bir araya getirilmemesi gerektiğini düşünenler ile bu karşılaşmalardan büyük zevk alanlar olmak üzere keskin bir biçimde ikiye ayrılmış durumda. Çizgi romanlar ve ondan uyarlanan animasyonlarda karşı karşıya getirilen Batman ve Superman’in aynı mantıkla sinemaya transferi uzun zamandır hayali kurulan bir şeydi. Bu hayali gerçeğe dönüştüren Batman v Superman: Dawn of Justice, oyuncu seçimleri (Ben Affleck tercihi) ve Batman ile Superman arasındaki güç eşitsizliği gibi sebeplerle kafalarda pek çok soru işareti bıraktı ve çeşitli tartışmalara sebep oldu. Ülkemizde 25 Aralık’ta vizyona girecek olan filmle ilgili ilk izlenimlerimi paylaşmak istedim.

Dawn of Justice’a Man of Steel’in devam filmi olarak bakabiliriz aslında. Dünyayı General Zod ve arkadaşlarının istilasından kurtaran Superman’in ilahlaştırıldığı bir zamandayız. Bir yandan ilahlaştırılan, diğer yandan varlığı ve gerekliliği tartışılan bir Superman var. Dünya üzerindeki en büyük gücün bir ihtilaf figürüne dönüşmesinin sürpriz olmayacağından, insanlık tarihinden örnekler verilerek güçlü insanları takip edenlerin sonunun trajik olduğundan ve gücün yozlaşma getireceğinden bahsediliyor. “Evine dön” tezahüratlarını da hesaba katarsak dünyanın bir kaos ortamında olduğunu anlıyoruz. Elbette bunda Lex Luthor’un da büyük bir payı var. Elindeki gücü ve imkânları kullanarak insanları kışkırttığını “Şeytanlar aramızda, cehennemden değil, gökyüzünden gelecekler” sözlerinden çıkarıyoruz. Bu noktada Dawn of Justice’ın dünyasını daha iyi anlayabilmek için Batman ile Superman’in karşılaştıkları çizgi romanlara bakılması gerekiyor. Yönetmen Zack Snyder, filmin Dark Knight Returns’ün doğrudan bir uyarlaması olmayacağını söylüyor. Muhtemelen devletle iş birliği yapan bir Superman izleyeceğiz. Evet, Dawn of Justice, Man of Steel’in devamı gibi düşünülebilir demiştik. Filmin ikinci fragmanında Superman’in General Zod ile Man of Steel’deki final kapışmasının yer alması ve bu sahneyi bir de Batman’in bakış açısından izlememiz iyi düşünülmüş bir ayrıntı. İki süper kahramanın dünyası birleştirilirken, hikâyenin omurgasının Superman’inkinin üzerine kurulduğunu düşünüyorum.

Fragmanın ilk yarısı Superman’i gösterirken, ikinci yarıda Batman’e geçiliyor. Alfred’in öfkenin, telaşın ve gücünün yetmeyeceği duygusunun\korkusunun iyi bir insanı bile bir zalime çevirebileceğinden söz ettiğini görüyoruz. Alfred burada Batman’i kastediyor olmalı. Zaten o konuşurken kadrajda Bruce Wayne var. Alfred, Batman’in akıl hocası olduğundan yanlış bir şey yapmaması için onu uyarıyor. Uyarıyla birlikte cesaret aşıladığını da söyleyebiliriz. Şimdi filmin adının Dawn of Justice yani Adaletin Şafağı olduğunu ve hikâyenin Dark Knight Returns’ün serbest bir uyarlaması olacağını bildiğimizden birtakım öngörülerde bulunabiliriz. Superman’in gücün karanlık tarafına meyletmesi veya devletle yaptığı anlaşma gereği diğer süper kahramanların tasviye edilmesine destek vermesi neticesinde adaletin savunucusu Batman’le karşı karşıya geleceğini düşünebiliriz. Her ne kadar, Dawn of Justice bir “versus” yani bir karşı karşıya filmi olsa da bir noktada Batman ve Superman birlik olacaklar ve Adalet Birliği (Justice League)’nin temelleri atılacaktır. Wonder Woman da kritik bir noktada onlara katılacak. Bu birlik de asıl düşmanın Lex Luther olduğunun anlaşılmasıyla gerçekleşecek.

Filmle ilgili kafalardaki ilk soru işareti girişte de bahsettiğimiz gibi Ben Affleck’in Batman rolünü kaldırıp kaldıramayacağıydı. Eldeki görüntüler Affleck’in Christian Bale’i aratacağını ama çok da sırıtmayacağını düşündürdü. Oyuncunun ciddi bir duruşu var. Eleştiriler de zaten Affleck’ten kostümüne kaymış durumda. Şu an için fragmanlardaki en rahatsız edici şey Batsuit denilebilir. Asıl soru ise Batman ve Superman arasındaki güç dengesizliğiydi. (Çizgi roman veya animasyonlardaki karşılaşmayı bilenler için soru işareti yoktu tabii) fragmanlar bu sorunun üstesinden gelindiğini söylüyor. İlk fragmanın sonundaki karşılaşmada kendine güvenen bir Batman var. Batman’in “Söyle bakalım kanın akıyor mu?”, “Akacak!” gibi sözler sarf etmesi güvendiği bir şey olduğunu açıkça gösteriyor. Superman’in zayıf noktası kriptonit taşı olduğuna göre Batman’in bunu kullanma olasılığı yüksek görünüyor. Dawn of Justice’ın görsel açıdan nasıl olacağı sorusu da kafamızı kurcalıyordu. Ancak Man of Steel’in görsel stilinden uzaklaşılmaması sebebiyle endişelerimiz son buldu. Sonuç olarak yayınlanan fragmanlar filmle ilgili haddinden fazla ipucu verdiği için tadını da kaçırdığını söyleyebiliriz. Süper kahraman filmlerinin usta ismi Zack Snyder’ın ne derece başarılı bir iş çıkarttığını bilemiyor ve heyecanlı bekleyişimizi sürdürüyoruz.

7 Mart 2016

Les Revenants - Geri Döndüler


Sinema tarihinin ilk zombi filmi olarak kabul edilen White Zombie’den bu yana, seyircinin her daim ilgisini cezbeden bu korku figürleri, türü besleyen bir alt tür olmakla kalmadı; komediden drama kadar farklı türlerle de melezleşerek yeni temsiller vermeyi sürdürdü. 2000’li yıllarla zombi figürü ve dolayısıyla zombi filmlerinin geçirdiği değişim, hem yeni neslin sinemaya bakışıyla hem de sinemanın kendi içindeki değişimle ilgiliydi. Romero’nun ağır aksak zombilerinden koşan zombilerine geçiş yaptığımız tam da bu dönemde Fransa’dan çıkan düşük bütçeli zombi filmi Les Revenants (Geri Döndüler), heyecan yaratan kimi fikirleriyle daha önce izlediklerimizden bir çırpıda ayrılmayı başaran bir denemeydi.

Açılış sekansında caddeleri kaplamış çoğu yaşlı yüzlerce insan görürüz. Bu görüntünün ardından yapılan açıklamalar dünya genelinde son 10 yıl içinde ölmüş 70 milyon insanın bir şekilde dünyaya geri döndüğünü öğreniriz. Hikâyenin geçtiği Fransa’da 13 bin vaka vardır. Biz bu vakalar içinden üçünün hikâyesini birbirine paralel olarak izleriz. Evet, dünya çapında yaşanan ve herhangi bir açıklama getirilemeyen bir fenomen yaşanmaktadır. Geri dönenleri, yaşayanlardan ayırt etmek pek de kolay bir iş değildir. Ülkenin ana meselesi haline gelen bu olay karşısında devlet nasıl bir reaksiyon gösterecektir? Geri dönenlere yaşarken sahip oldukları haklar geri verilmeli midir? Kontrol altında mı tutulmalıdırlar yoksa topluma kazandırılabilirler mi? gibi sayısız soru soran ve soruların cevaplarını irdelemeye çalışan Robin Campillo, ilk yönetmenlik çalışmasında zor bir işe soyunuyor. Kâğıt üzerinde durduğu gibi durmayan hikâye Campillo’yu epey zorluyor ve tökezlemesine sebep oluyor. 

Dâhiyane fikirlerle dolu filmin, korku yerine dramayı tercih etmesi çok yerinden bir tercih bunu belirtmemiz gerekiyor. Campillo, geri dönenlerin ve geri dönenlerin yakınlarının psikolojisiyle ilgileniyor. İkisini de masaya yatırıyor ama otopsinin kesin bir başarıyla sonuçlandığını söylememiz güç. Bunun başlıca sebebi doğru soruları soramaması, sorduklarından da tatmin edici cevaplar alamaması diyebiliriz. Örneklemek gerekirse neden ve nasıl geri döndüler soruları elinizde böyle bir hikâye varsa makul bir cevap vermeniz beklenen ilk sorulardır. Çünkü seyirci dünya çapında gerçekleşen bu fenomeni anlamlandırmaya çalışacaktır. Zombi filmlerinde ölülerin nasıl geri dönebildikleri filmin kendi dünyası içinde bir mantığa oturtulmuştur. Les Revenants, ürkütücü olduğu kadar merak uyandırıcı olayı sosyolojik ve psikolojik açıdan inceleme derdinde. Yani fantastik bir oluş gerçekçi bir zemine çekiliyor. Böyle olduğundan tertemiz kıyafetleriyle çıkagelen insanların, bunu nasıl başardıklarına mantıklı bir cevap beklememiz en doğal hakkımız. Sonuca kendimiz ulaşmayı denediğimizde geri dönenlerin zombiler gibi mezarlarından çıkmadıklarını, mistik bir oluşun parçası olduklarını söyleyebiliriz.

Bir tür uyanış safhasında oldukları söylenen geri dönenlerin, klasik zombilerle uzak bir akrabalığı var. Yavaş hareket etmeleri, boş bakışları ve ölmüş olmaları… Biyolojik olarak yaşıyorlar. Gerçek hayattan koptukları için tekrar senkronu tutturamıyorlar. Yönetmenin geri dönenlerden üçünü mercek altına aldığını görüyoruz. Bir çocuk, genç bir koca ve yaşlı bir kadın… İnsan hayatının üç farklı evresinin seçilmesi akılcı bir tercih. Tıpkı bu fenomenin minimize edilerek beyazperdeye taşınması gibi. Çünkü sevdikleri geri dönen akrabalarla özdeşlik kurmamız gerekiyor. Bunun için de bu karakterlere zaman verilmesi. Dolayısıyla olayın toplumsal boyutunun ikinci planda bırakılması Campillo’nun doğrular hanesine yazılmalı diye düşünüyorum. Filmin sonuna kadar ilgiyle izlenmesinde doğru tercihlerin payı büyük. Geri dönenler ve yakınlarının uyum sorunu ve hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının belirginliği dramatik açıdan etkileyici anlara sahne oluyor. Ancak filmin kozu dramatik derinlik yakalamak olsa da son düzlüğe girerken yolundan sapması ve vaat ettiği o derinliği yakalayamaması, hikâyenin yönetmene birkaç gömlek büyük gelmesinin bir sonucu.

İlk yarım saatte malzemenin hızlı tüketilmesi, filmin ortalarında seyircinin boşluğa düşmesine ve dikkatinin dağılmasına sebep oluyor. Finalde mevcut sorulara yenilerinin eklenmesiyle Les Revenants, yaratıcı ama pek de parlak olmayan bir zombi filmi denemesi olmaktan öteye gidemiyor. 6\10

4 Mart 2016

Bir Zamanlar Sinema öneriyor #42 All the Little Animals


Walter Hamilton’un romanından uyarlanan All the Little Animals (Tüm Küçük Hayvanlar), yönetmen Jeremy Thomas’ın ellerinde mütevazı bir başyapıta dönüşüyor. Küçükken geçirdiği bir trafik kazası sonucunda zekâ geriliğinden muzdarip olarak hayatını sürdüren Bobby adlı bir ergenin kibirli ve sevgisiz üvey babasından kaçarak bilinmeze-yeni bir hayata yelken açmasını ve yolunun ihtiyar bir adamla kesişerek hayata bakışının değişmesinin hikâyesi, yönetmenin gösterişten uzak ve sakin anlatısıyla seyircinin yüreğine işliyor.

“Tüm hayvanlar içinde en zalimi insandır.” düşüncesini benimseyen film, John Hurt’ün canlandırdığı Summers karakterinin hayata bakışı aracılığıyla insanoğlunun kaybettiği değerlerin altını çiziyor. Yollarda araçların çarparak öldürdüğü hayvanları gömmeyi kendisine amaç edinen ve doğanın kalbinde yaşamını sürdüren Summers, her canlıyı eşit değerde görüyor. Film, insanoğlunun da bir tür hayvan olduğu fikrini savunup, kendisini insanoğlundan soyutlayarak yaşamayı seçen Summers üzerinden medeniyetin ve modernizmin, ayrılmaz bir bütün olarak görmemiz gereken doğa-insan-hayvan üçgenini yapıbozuma uğrattığını söylüyor. Üçgeni bozan insanoğlu eleştiriliyor. Sadece iyi insanlara yardım edilir diyen Summers karakteriyle insanoğlundan umudu kesmememiz gerektiği sonucuna da varabiliriz pek tabii.

İnsanlarla iletişim kurmakta zorlanan ve saflığını kaybetmemiş bir genç olan Bobby’nin yolu Summers’la kesiştiğinde film de bir dostluk hikâyesine dönüşüyor. Aralarındaki bağ çok geçmeden bir baba-oğul ilişkisine dönüşüyor. Birbirlerini tamamlıyorlar. Yönetmen Jeremy Thomas, önemli noktalara temas ederken, seyircisini de düşünüyor. Minimal anlatısıyla hikâyesini usul usul örüyor ve sonlara doğru gerilimi tırmandırarak etkili bir finalle noktayı koyuyor. All the Little Animals, 90'lı yılların az bilinen ve de mutlaka görülmesi gerektiğini düşündüğün filmlerinden biri.

1 Mart 2016

Çakma Sin City: The Spirit


Frank Miller çizgi roman dünyasının başyapıtlarından biri kabul ettiğimiz eseri Sin City’i Robert Rodriguez’le birlikte sinemaya uyarladığında belki muadilleri gibi hatırı sayılır bir gişeye ulaşamadı ancak seyirci ve eleştirmenler cephesinden aldığı övgü azımsanacak gibi değildi. Esasında çizgi romanın birebir sinemaya aktarımı kendi alanında devrimci bir girişimdi ve kesinlikle cesaret isteyen bir işti. Şu bir gerçek ki; Sin City’nin mütevazı başarısı, vizyondan sonra filmin kültleşmesiyle farklı bir boyuta ulaştı. İşte bu başarı Sin City’nin devam filminden önce her anında Sin City’i anımsatan başka bir filmin doğuşuna kaynaklık etti. Bu film yine bizzat Frank Miller’ın kamera arkasına geçtiği The Spirit’ti. Çizer Will Eisner’in 1940’lı yıllarda yarattığı çizgi romanından vakti geldiği düşünülerek başka bir usta isme emanet edilen döneminin ayrıksı eseri, gösterime girdiği yıl (2009) büyük bir hayal kırıklığına sebep oldu. Şimdi Eisner’in sinema için ciddi bir potansiyel barındıran devrimci çizgi romanından, neden ve nasıl kimsenin hatırlamak istemediği bir film çıktı ortaya bir bakalım.

Frank Miller, The Spirit’i sinema için yeniden yaratırken başyapıtı Sin City’nin etkisinde kalmış. Bu öyle bir etki ki Miller, işi The Spirit’ten yeni bir Sin City çıkarmaya kadar ileri götürmüş. Filmin görselliği, stili ve anlatısı Sin City’den devşirilmiş. Çizgi romanın beyazperdede canlandırılması anlayışı Sin City’de kusursuz bir aktarımla hayat bulurken ve özgün bir çabanın ürünüyken, burada kopya çekmekten öteye gidilemediğini görüyoruz. Görsellik açısından Sin City’e oranla biraz daha renkli bir dünya sunulsa da siyah-beyaz sahnede kırmızı kullanmak gibi tercihler artık eskisi kadar göz alıcı ve etkileyici durmuyor. Anlatısı da benziyor demiştik. Miller’ın Sin City’de olduğu gibi ana karakterini iç sesiyle konuşturarak aynı etkiyi yakalama amacında olduğu açık. Yapımın üzerine sinen kara film havası, daima karanlık bir şekilde gördüğümüz Central şehrin tasviri gibi detaylar da yönetmenin esere sadık bir uyarlamadan kaçınayım, kendi karakterim filme damga vursun düşüncesiyle işe koyulmasının bir sonucu. Toparlarsak, The Spirit, Sin City’den önce çekilmiş olsaydı görselliği ve stili hususunda farklı şeyler söyleyebileceğimiz bir özgün çizgi roman uyarlaması olabilirdi. Ancak şu durumda amiyane tabirle “Çakma Sin City” demekten kendimizi alamıyoruz.

The Spirit’in hikayesine ve karakterlerine bakarak karşımızda ilgiye değer bir film olduğunu söyleyebiliriz. Birçok çizgi roman uyarlaması gibi hikayenin bilimkurgusal bir ayağı var. Kötü karakterimiz Octopus ölümsüzlük peşinde koşan çılgın bir bilim adamı. Bilimkurgu sinemasında çokça karşılaştığımız mad scientist karakterlerinin adeta karikatürize edilmiş bir kopyası. Onun ölümsüzlük arayışı ana karakterimiz Spirit’in de doğuşunu sağlıyor. Öldüğü sanılan bir dedektifin (Denny Colt), Octopus’un deneyi sonrasında ölümsüz bir insana dönüşmesi ve kendisine Spirit (Ruh) adını takarak Central şehrinin suçla savaşında polise ve halka yardımı kendisine amaç edinen bir süper kahramanın hikayesi denilebilir The Spirit için. Sin City’nin dünyasında dedektiften bozma bir süper kahraman olsa nasıl olurdu sorusunun cevabı niteliğindeki karakterimiz oldukça eksantrik ama ona hayat veren Gabriel Macht için aynı şeyleri söylememiz mümkün değil. Filmin zengin oyuncu kadrosu arasında ana karakterimizin en zayıf halka olması The Spririt’in başarısızlığında önemli bir etken. Kara film tadında bir süper kahraman filmi diyerek tanımlayabileceğimiz The Spirit, olay örgüsüyle heyecan yaratmayı ve merak uyandırmayı hiçbir anında başaramıyor. Açılış kısmıyla umut verse de karakterler arasındaki ilişkinin tek boyutluluğu, grafik şiddet ve aksiyon sahnelerinin zayıflığı da filmin diğer eksikleri diyebiliriz. Yönetmenlik tecrübesi fazla olmayan Frank Miller’ın bu kez kamera arkasına da tek başına geçmesi hezimetin sinyalini vermiş aslında. Yine deneyimli bir yönetmenle el ele verseydi eminim daha iyi bir sonuç elde edilecekti.