Sinemada cinsellikle ilgili kimi tabuları saçma bulan ve ilk dönemlerinden bugüne dek seksi ve şiddeti filmlerinden eksik etmeyen Hollandalı usta sinemacı Paul Verhoeven’ın, Altın Palmiye için yarıştığı Cannes Film Festivali’nden bu yana tartışmaların odağındaki son filmi Elle, Philippe Djian’ın romanından uyarlama. Ülkemizde 15. Filmekimi’nde gösterilen ve karışık tepkiler alan film, yılın en iyilerinden.
Kadın tecavüze uğrar ve hayatına hiçbir şey olmamış gibi devam eder. Bu davranış bizler için ne kadar olağandışıysa ana karakterimiz Michele için o kadar olağan. Bu olağanlığı hazırlayan etkenlere bakmak gerekiyor. Bunun için de Michele’in geçmişini irdelemeliyiz. Bir psikopatın, bir seri katilin kızı olan ve çocukluğundan beri toplumun hep o caninin kızı diyerek ötekileştirdiği, farklı bir gözle baktığı Michele, çocukluk travmasının izlerini silememiş. Bir anlamda adı çıkmış, babasının kurbanı olmuş, güçsüz olduğu gençlik yıllarında, omzuna yüklenen ağır yükün altında ezilmiş. Bu bakımdan karakterin bugününe -işinde de ilişkilerinde de erkeklere hükmeden güçlü bir kadın imajı çiziyor- baktığımızda kötü geçmişine rağmen ayakta kalabilmesi oldukça anlamlı. Karakterinin şekillendiği çocukluk ve ilk gençlik yıllarının travmayla geçmesi arkadaşlarıyla olan ilişkilerinden, cinsel yönelimlerine kadar hayata bakışını tamamen değiştirmiş. Hayatın sillesini bir kez yemiş ve bir şey olmamış gibi devam etmiş, bir kaybedene dönüşmemiş Michele. İşte tecavüze verdiği olağandışı tepkinin altında böyle bir psikoloji yatıyor. Elbette, geçmişine dönmemek, güçlükleri aşıp yükseldiği işinde tökezlememek, basına tekrar meze olmamak ve polisle uğraşmamak da var işin içinde. Şimdi, ilk şoku atlatıp Michele’in neden bu yolu seçtiğini biraz olsun anlayabiliyoruz diye düşünüyorum.
Filmi kısa ama sert tecavüz sahnesiyle açan Verhoeven, seyircisini bu tecavüzden çok Michele’in tecavüzden sonraki tutumuyla şok ediyor. Michele kırıkları topluyor, temizleniyor, yemek yiyor ve günlük problemleriyle ilgileniyor. Soğukkanlılığı kanımızı donduruyor adeta. Bu noktada Michele’in intikamını kendisinin alacağına yönelik bir inanca kapılıyoruz. Aklımıza başka bir senaryo gelmiyor. Biz bu düşünceye tutunmak istiyoruz ama Verhoeven buna izin vermiyor. Yönetmen, Elle’i bilmediğimiz sularda yüzeceğimiz bir film olarak tasarlamış. Michele’i, yakın ilişki içinde olduğu akrabalarını ve arkadaşlarını tanımamız için epey zaman harcayan Verhoeven, karakterleri tanıtırken ve derinleştirirken, tecavüz olayından ve suçlunun kim olduğu sorusundan kasıtlı olarak uzaklaştırıyor seyircisini. Tam da bu bölümde zihinlerimize dillendirmekte çekindiğimiz, sakıncalı düşüncelerin hücum etmesine sebep olacak sahneler yerleştirmekten geri durmuyor yönetmenimiz. Michele ve annesi kahve içtikleri sekansta cani babası hakkında konuşuyorlar. Annesi, Michele’i bundan sonra dikkatli ol diye uyardıktan sonra toplumun kendilerine gösterdiği tepkinin daha ağır olabileceğini ifade ediyor. Bu sekansın peşi sıra tecavüze geri dönüyoruz. Bu kurgu aklımıza şu soruyu getiriyor: Tecavüzcünün Michele’i seçmesinin sebebi, onun geride bırakmaya çalıştığı geçmişi olabilir mi? Bu bir Paul Verhoeven filmi olduğuna göre gayet mümkün.
Michele’i anlamakta zorluk çekiyoruz. Onu tanımaya başladığımızda durum değişmiyor. Bazı davranışlarının sebebini bilsek de çözülmesi hayli zor bir karakter kendisi. Ne zaman ne yapacağını kestiremiyor oluşumuz, Michele’i sinema tarihinin en eksantrik kadın karakterleri arasına almamızı sağlıyor. Isabelle Huppert’ın devleşen oyunu da şüphesiz, bu karakterin bu denli unutulmaz olmasında payı çok büyük. İlk dönem filmlerinden Dördüncü Adam ve meşhur Temel İçgüdü’sünde olduğu gibi güçlü ve hastalıklı bir kadın karakter yaratan Verhoeven, aykırı fikirlerini çoğunlukla kadınlar üzerinden hayata geçirdiği için kadın seyircilerini pek memnun edemiyor veyahut daha çok onların tepkisiyle karşılaşıyor. Elle’de bu durum çok bariz. Tecavüzü umursamayan kadın imajı, sebebi ne olursa olsun sağlıklı herhangi biri tarafından kabul edilemez bulunacağından, bu aykırı duruş öncelikle kadınların filme bakışını olumsuz yönde etkilediği çok açık. Verhoeven, tecavüze uğrayan kadının kabul edilemez davranışlarını, onun anormal geçmişiyle kabul edilebilir gösteriyor. Bir anlamda tecavüzü tecavüzlükten çıkarıyor. Bu yaklaşımı onaylayamayız ancak Verhoeven’ın kötü niyetli olduğunu da söyleyemeyiz. Dolayısıyla Elle’i öncelikle sinema sanatı çerçevesinde değerlendirmek elzem.
Seyircinin beklentileriyle hınzırca oynayan, hiç umulmadık yollara sapan ve sürprizi hiç eksik olmayan bir film Elle. Özellikle de son 40 dakikalık dilimde dumura uğradığımızı söylersek abartmış olmayız sanırım. Film hastalıklı bir hal alırken, bu hastalıklı hal kafamızdaki sorulara da bir nebze cevap oluyor. Sam Peckinpah’ın tecavüz sahnesiyle akıllarda yer edinen başyapıtı Straw Dogs’u da hatırlatan bir sahneye (filmin son bölümündeki sahneden bahsediyoruz) imza atan Verhoeven’ı hala formunda görmek sevindirici. Kendi sinemasını yaparken farklı olabilmesinden, yeni şeyler deneme arzusundan ve cesaretinden hiçbir şey kaybetmemesinden ötürü takdir edilmesi gerektiği kanısındayım. 8.4\10