13 Kasım 2016

Üçüncü Türden ‘Zamansız’ Yakınlaşma: Arrival


Uzaylı istilası filmlerinin çaptan düştüğü, dost uzaylı kavramı üzerine ise söylenecek yeni pek bir şeyin kalmadığı bir dönemde çıkagelen Arrival, ait olduğu alt türün bugünkü handikaplarına ve ilk kez bir bilimkurgu film için kamera arkasına geçen Denis Villeneuve’un bu alandaki tecrübesizliğine rağmen hayli şaşırtıcı bir sinema deneyimi vadediyor. Şüphesiz ki bu başarıda Eric Heisserer’in senaryosunun ve Villeneuve’un günümüzün bilimkurgu kodlarını okumadaki yetisinin payı çok büyük.

Arrival, uzaylı istilası görünümlü bir ilk temas filmi. Film, uzaylılarla kurulacak ilk teması ana eksenine yerleştiriyor. Villeneuve, ana karakterimiz Dr. Louise Banks’ı kısaca tanıtıp, hızlıca meselesine dalıyor. Independence Day’de uzaylıların upuzun giriş sekansı ve oradaki ağdalı anlatım, Arrival’da yerini göstermekten kaçınıp merak uyandırmayı hedefleyen, tedirgin edici bir sakinliğe bırakıyor. Filmin afişlerine de yazılan “Neden buradalar?” sorusu, uzaylıların dost mu, düşman mı olduğu sorusunu beraberinde getiriyor ve gerilime hizmet ediyor. Villeneuve, giriş kısmını hızlı geçip, gelişme kısmını olabildiğince ağırdan alıyor. Hem hikâye yapısının bu şekilde kurulmasının hem de filmin dramatik çatısının bu anlatıyı zorunlu kıldığını söyleyebiliriz. Alt türü yenilemenin sanıldığı gibi hiç de kolay olmadığının farkında olan Villeneuve, ilk temas filmi çekip, ilk teması seyirciye göstermemek gibi ilginç tercihlerde bulunuyor. İlk temasın büyüsünü elinin tersiyle itiyor çünkü elinde çok daha fazlası olduğunu biliyor. Dikkat edilmesi gereken diğer bir husus ise “Neden buradalar?” sorusunun cevaplanmasıyla birlikte önemini kaybetmesi. Çünkü cevabı aldığımızda Arrival’ın şok etkisi yaratan büyük numarası açığa çıkıyor. Asıl soru cevaplansa da havada kalıyor, havada bırakılıyor. Bu noktadan itibaren hikâye ustalıkla genelden özele kaydırılıyor. Son derece doğru bir tercihle olayın toplumsal ayağı ikinci plana atılıyor. Dilbilimci Louise Banks’in kanserden kaybettiği kızıyla ilişkisini açılış sekansında özetleyen Villeneuve, film boyunca bu ilişkiye kısa kısa geri dönerek seyircisini odaklanması gereken yöne çekiyor. Bu ilişkinin dramatik yapıya hizmet etmenin yanında başka bir işlevi olduğunu seziyoruz.

Arrival, dünyamızda vuku bulacak bir uzaylı ziyaretiyle beraber yaşanacağını öngörebileceğimiz toplumsal olayları ve ülkelerin böyle bir durumda alacakları tavrı, insani boyutu ön plana çıkararak irdeliyor. Birbiriyle geçinemeyen, dünyada barış içinde yaşamayı beceremeyen milletlerin, birlik olup olamayacağı meselesi filmin kafa yorduğu konulardan biri. Arrival, suçu kendimizde aramamız gerektiğini söyleyerek çok doğru bir noktaya parmak basıyor. Villeneuve, asıl tehlikenin kendimiz olduğunu üstüne basa basa söylerken iletişimsizliğe vurgu yapıyor. Birbirimizle sağlıklı bir iletişim kuramıyorken, dünya dışı bir ırkla nasıl anlaşabiliriz? Cevap ise oldukça basit… Uzay gemileri dünyanın 12 farklı noktasına inse de, biz Amerikan cephesinden bakıyoruz ancak rahatsız edici Amerikancı bir bakış açısıyla değil. Diğer ülkelerin yaklaşımını göz önünde tutarak, Amerika’nın “bizim suçumuz değil, biz başlatmadık” demeye getirdiğini, sorumluluğu diğer ülkelerin üzerine atıp, kendisini masum gösterme çabası içinde olduğunu düşünmemiz de olası. Yine de bir Amerikan bayrağının dalgalanmaması ve Amerikan milliyetçiliği yapılmaması filmin artılarından.

Steven Spielberg’ün dost uzaylı algısıyla tür kapsamında çığır açan bilimkurgusu Close Encounters of the Third Kind (Üçüncü Türden Yakınlaşmalar)’ın Arrival üzerinde ciddi bir etkisi var. İlk teması filmin sonlarına saklayan ve uzun bir sekansla gerçekleştiren Spielberg, üçüncü türle iletişim sorununu müziğin evresel diliyle çözüyordu. Arrival’da bu sorun görsellikle bertaraf ediliyor. İlk temasın kurulması ve yöntemi dışında tamamen farklı kollardan besleniyorlar. Villeneuve’un filmi Close Encounters of the Third Kind’a Interstellar ayarı çekiyor deyim yerindeyse. 70’li yıllardan bugüne köprünün altından çok sular aktığını, söylenecek yeni pek bir şeyin kalmadığını düşünürsek, çehresi değişen bilimkurgu sinemasının aynı temalar etrafında dönerken gerekli modifikasyonu gerçekleştirmesi şart. Arrival’ın yaptığı da tam olarak bu. Senarist Eric Heisserer, Interstellar’ın uzay yolculuğu filmine yepyeni bir boyut katmasını, Christopher Nolan’ın denkleme yeni değişkenler ekleme düşüncesini harfiyen Arrival’a uygulamış. (Filmin tadını kaçırmamak için buradaki değişkeni yazmıyoruz) Böylece ilk temas filmi yepyeni bir hüviyet kazanabilmiş ve modernize edilebilmiş diyebiliriz. İşin en ilginç yanı ise burada bir “Olmasaydın… Olmazdık.” durumunun yaşanması. Interstellar olmasaydı Arrival -en azından bu haliyle- olmayacaktı. Interstellar etkisi o kadar bariz ki, film son düzlüğe girdiğinde kurgu anlayışından duygusal boyutuna kadar pek çok benzerlik görüyoruz. Taklit yok, etkileşim var diyelim. Toparlarsak; Interstellar gibi sırtını büyük numarasına yaslayıp, seyircinin aklını başından almayı beceren Arrival, kurduğu atmosfer, müthiş sinematografisi ve naif yaklaşımıyla günümüzün bilimkurgu klasiklerinden birine dönüşmekte hiç zorlanmayacak.

Son söz: Villeneuve, kabuğunu kırıyor ve anlatısını belki bir daha ulaşamayacağı bir seviyeye çıkartarak, son yılların en iyi bilimkurgu filmine imza atıyor. 10\10