19 Kasım 2016

Son 15 yılın en iyi 15 bilimkurgu filmi


Bilimkurgu sinemasının 2000’li yıllarına The Matrix’in etkisiyle girildi. Sözünü ettiğimiz etki öyle kapsamlıydı ki, sanal gerçeklik veya başka bir âleme bağlanma durumdan beslenerek ait oldukları dönemde türe yön veren Avatar ve Inception da Matrix’in etki alanındaydı. Avatar, bilimkurgu sinemasını epik fanteziyle buluşturarak yeni bir alan açarken, Inception blockbuster bilimkuguların IQ seviyesini yukarı çekerek de gişede başarılı olunabileceğini kanıtladı. Bir yıl arayla vizyona giren Gravity ve Interstellar ise yeni bir dönemin habercisi oldu. Gravity, gişe zaferini kazandığı ödüllerle perçinleyerek, Interstellar ise birbirine uzak duran temaları harmanlayarak ve denklemdeki değişken sayısını artırarak türe duyulan ilgiyi arttırdı. Gravity, The Martian ve önümüzdeki yıl göreceğimiz Life gibi filmlerin doğuşuna önayak olurken, Interstellar, Arrival’ın müjdecisi oldu diyebiliriz. Bilimkurgu sinemasının klasik serilerini prequel veya sequeller ile canlandırma girişiminin sürdüğü ve bağımsız bilimkurguların parladığı son 15 yıllık dilimin en iyi 15 filmini, Arrival’ın gelişiyle listelemek istedim.

15- District 9


Neill Blomkamp’ın ilk uzun metraj denemesi District 9, istilacı uzaylı algısının çoktan yıkıldığı ve üzerine yeni bir eklemenin de yapılamadığı bir dönemde taptaze fikirleriyle takdirimizi kazanmıştı. Blomkamp’ın düşman uzaylı algısının yerine dost uzaylı koymadan bu işin altından kalkabilmesi azımsanacak bir başarı değil. Uzaylıları mülteci konumuna düşürülmesi, insanoğlunun tutsağı olmaları ve filmin de onların yanında yer alması önemliydi. Alt metinleriyle dikkat çeken District 9, zengin içeriğini biçimsel açıdan giriştiği stil denemesiyle servis ederek, yenilikçi bir bilimkurgu olduğunu kanıtladı. Filmin ilk yarısında bir mockumentary örneği sunması, görsel açıdan kendine has olabilmesi ve kimi bilimkurgu klasiklerine yaptığı referanslar, 2000’li yılların en kayda değer bilimkurguları arasında yer almasını sağladı.

14- Vanishing Waves


Litvanya sinemasından kopup gelen Kristina Buozyte imzalı bağımsız yapım Vanishing Waves, bilinçaltını mesken tutmasıyla Inception’dan etkilendiğini söyleyebileceğimiz film, bilimsel bir deneyi konu ediyor. Yapay ağ transferi aracılığıyla komadaki bir hastanın bilincine giren Lukas, çok geçmeden Aurora ile bağlantı kuruyor. Deney sürdükçe kadına bağlanan Lukas, kendisini gerçekliğini sorguladığı bir aşkın içinde buluyor. Aurora’nın bilinçaltında filmin genel izleğinden oldukça farklı bir atmosfer yaratan yönetmen, cesur ve oldukça kışkırtıcı sahnelerle seyircisini etkilemeyi başarıyor. Lukas, daha önce deneyimlemediği bir tecrübeye yaşadığından bilinçaltından ayrılmak istemiyor. Bu yoğun istek kendi gerçekliğinde birtakım sorunlar yaşamasına sebep oluyor. Onun durumu uyanmak istemeyeceğimiz, uyandığımızda da geri dönmek için yanıp tutuştuğumuz rüyaları anımsatıyor. Sıradışı bir deneyi ele alan Vanishing Waves, etkisi kolay kolay silinmeyecek bir bilimkurgu.

13- Avatar


Bilimkurgu sinemasının en yetkin yönetmenlerinden James Jameron’ın uzun bir bekleyişin ardından türe de görkemli bir dönüş yaptığı filmi Avatar, epik bilimkurguya yeni bir tanım getirdi. İyi formülize edilmiş, doğru noktalara temas eden bu film, bilimkurgunun 2000’li yıllardaki lokomotif filmlerinden olmakta hiç zorlanmadı. 3D kullanımı ve görselliğiyle çok konuşulsa da bunlardan ibaret olmadığını biliyoruz. Aksine bu özellikleri filmi küçümsemek için söylenir oldu tuhaf bir şekilde. Avatar; destansı anlatısıyla seyircisini galeyana getiren, görselliğiyle insanın aklını başından alan, özeleştirisi ve doğru mesajlarıyla takdir toplayan, fikir bazında olmasa da dünyasıyla oldukça yaratıcı bir sinema deneyimiydi. 

12- Interstellar


İnsanoğlunun kendi dünyasını artık yaşanmaz bir yere dönüştürmesi veya yok oluşa doğru sürüklemesi durumunun, özellikle 2000 sonrasında küresel ısınmanın da etkisiyle bilimkurgu sinemasında oldukça gerçekçi temsillerle tezahür ettiği bir dönemde, Christopher Nolan da bu temaya kayıtsız kalamadı. İnsanlığın sonu temasından, uzaya açılarak bir uzay yolculuğu filmine evrilen, uzay yolculuğu filminden de zaman kavramını işin içine katarak tür içinde yeni bir alan açmayı başaran son derece özgün ve de zengin bir bilimkurgu filmiydi Interstellar. Karakterlerinin motivasyonundan duygusal damarına, kurgusundan görselliğine kadar neresinden bakarsak bakalım birinci sınıf bir bilimkurgu Interstellar.


11- Gravity


Mekikleri parçalanınca uzayda asılı kalan deneyimli astronot Matt Kowalski ile ilk kez uzaya açılan tıp mühendisi Ryan Stone’un hayatta kalma savaşını zamana da endeksleyerek ele alan Alfonso Cuaron, uzayın enginliğini ve derin sessizliğini gerilim yaratmak için kullandığı Gravity ile ilk başyapıtını verdi. Uzayın gerçekliği, seyircinin kendisini adeta orada hissetmesini sağlarken, filmin görselliği de gözlerimizi perdeden almamıza imkân vermedi. Ana karakterimizin bireysel hayatta kalma savaşı belki klişeydi ama filmin de özgünlük iddiası yoktu. 


10- Eternal Sunshine of the Spotless Mind


Oğlan kıza rastlar ama bu sıradan bir rastlayış değildir. Tıpkı filmin sıradan bir aşk hikâyesi anlatmaması gibi… Büyük oranda Jim Carrey ile Kate Winslet’ın müthiş kimyasından güç alan ve yaratıcı romantik film açığını orijinal senaryosuyla kapatan Eternal Sunshine of the Spotless Mind, son dönemin mütevazı sinema dehaları Charlie Kaufman – Michael Gondry ikilisinin elinde çıkma bir başyapıt. Odak noktasına aşkı yerleştiren, romantik bilimkurgular içerisinde dahi ayrıksı bir noktada duran film, bugün günümüzün klasiklerinden biri olarak anılıyor.

9- Arrival


Denis Villeneuve, Close Encounters of the Third Kind’a Interstellar ayarı çekiyor deyim yerindeyse. Uzaylılarla kurulan ilk temas filmlerinde 70’li yıllardan bugüne söylenecek yeni bir şeyin kalmadığını düşünürsek Arrival’ın seyircisini şaşırtırken, doğru noktalara temas edebilmesi ve ufak da olsa yenilikler yapabilmesi çok kıymetli. Senarist Eric Heisserer, Interstellar’ın uzay yolculuğu filmine yepyeni bir boyut katmasını, Christopher Nolan’ın denkleme yeni değişkenler ekleme düşüncesini harfiyen Arrival’a uyguluyor. Interstellar gibi sırtını büyük numarasına yaslayıp, seyircinin aklını başından almayı beceren Arrival, kurduğu atmosfer, müthiş sinematografisi ve naif yaklaşımıyla tam bir başyapıt.

8- Paprika


Rüyalarımızı birer fantezi alanı olarak kullanan Satoshi Kon, hem çizgilerin hem de rüyaların verdiği özgürlüğe güvenerek benzeri olmayan bir âlem inşa ediyor Paprika’da. Karnavalı kâbusa dönüştürüyor ve akıllara kazınacak imgeleriyle parmak ısırtan bir işe imza atıyor. Rüyaların iç içe geçerek birleşmesi ve rüya âleminin gerçekliğe nüfuz etmesi gibi şaşırtıcı fikirleriyle son derece özgün ve hayranlık uyandırıcı bir anime olan Paprika, Satoshi Kon’un cesur anlatısı, seyircinin zekâsını hafife almaması, tekrarlanan sahnelerin büyüsü ve doyumsuz görselliğiyle unutulmayacak bir sinemasal deneyime dönüşüyor.

7- Star Wars III: Revenge of the Sith


Klasik Star Wars üçlemesinin prequel’i olan ikinci üçleme daha mekanik ve GGI efektlerine göbekten bağlı olduğu için çokça eleştirildi haklı gerekçelerle. Ancak ikinci üçlemenin final bölümü Revenge of the Sith, üçlemeleri bağlaması, hikâyenin en can alıcı kısmını ihtiva etmesi ve dramatik açıdan çok güçlü olması gibi sebeplerle listemizin ön sıralarında kendisine yer bulmakta zorluk çekmedi. Anakin’in Darth Vader’a dönüşümünü, gücün karanlık tarafına nasıl meylettiğini belki de olabilecek en mantıklı gerekçelerle anlatırken, bir Star Wars filminden bekleyebileceğimiz hemen hemen her şeyi veriyor George Lukas.

6- Wall-e


Yüzyıllar sonra bir çöp yığınına dönüşen gezegenimizi terk etiğimiz bir gelecek hayal eden ve başıboş bırakılmış dünyada tek başına kalmasına rağmen görevini sabırla sürdürerek temizliğe devam eden Wall-e adlı robotun hikâyesini anlatan animasyon film, sinema dili ve duygusal tonuyla seyircisini sarsmayı başardı. Pixar’ın kendini aştığı yapım olarak anılacak olan Wall-e, iki robotun aşkını inanılır kılabilmesinden çevreci yaklaşımına, bilimkurgu klasiklerine yaptığı göndermelerden görsel kusursuzluğuna kadar pek çok açıdan hedefini 12'den vurmuş bir yapım.

5- The Man from Earth


Jerome Bixby’nin 40 yılda tamamladığı söylenen senaryosundan, Richard Schenkman’ın yönetmenliğinde beyazperdeye aktarılan The Man from Earth, tek mekânda geçen bağımsız bir bilimkurgu filmi. 14 bin yıldır yaşadığını ve dünyaya bir cro mangon yani bir mağara adamı olarak geldiğini, yaşlanmadığını ve ölemediğini iddia eden John Oldman’ın hikâyesi öyle bir noktaya doğru gidiyor ki, resmen dudak uçuklatıyor. Bixby, Yaratılışı Evrimle açıklayıp dinler tarihini ters yüz ederken, seyircisini de nefessiz bırakan bir tartışmanın içine çekmeyi başarıyor. Bixby’nin hikâyesi, sadece sinema kapsamında değil, insanlık tarihi boyunca anlatılagelmiş en iyi kurgusal hikâyelerden biri. Bu da filmi listemde 5. sıraya taşımama yetiyor.

4- Melancholia


İzlerken zaman zaman yaşattığı "o kadar iyi film değil" hissiyatını, bittikten sonra "o kadar iyi film ki"ye çeviren; içeriği, anlatımı ve alt metinleriyle hazmetmesi zor bir film olan Melancholia, Lars von Trier’in kıyameti olabilecek en estetik, en sanatsal biçimde anlatmak istemesiyle ortaya çıkan benzersiz bir bilimkurgu denemesi. Trier, açılış sekansıyla ruhumuzu ve gözümüzü okşarken, kapanış sekansıyla da midemize sert bir yumruk indiriyor. Ufukta görünen sonun iki kız kardeşin bünyesinde yarattığı etkiyle ilgilenen Melancholia, resim, müzik gibi diğer sanatları da kullanarak bizi güzel bir sona hazırlarken, görselliğiyle de büyülüyor.


3- Her


Her’de bugünün sanal arkadaşlıklarını ve ilişkilerini yapay zekâ ile değiştirerek, yeni bir ilişki formunu resmeden yönetmen Spike Jonze, başyapıtı Being John Malkovich’deki anlatısın da aşarak modern bir klasik yarattı. Bir karakter üzerinden gidip hayatın her alanında mükemmeli arayan insanoğluna, olası bir yakın geleceğe ve o geleceğin ilişkilerine ayna tutarken, bugün imkânsız görünen bir aşkı olabildiğince inandırıcı ve samimi bir şekilde anlatmayı başardı. Günümüzün ayağa düşen, sıradanlaşan ve seyircinin kalbine dokunamayan aşklarının aksine izleyeni var olabileceğine inanmak istediği gerçek aşkı, romantik film kalıplarının dışına çıkabilen güçlü bir anlatı eşliğinde sunabilen Her, kâğıt üzerinde gülünç durabilecek bir aşkı soluyabileceğimiz bir dünyada yaşatıyor.

2- Inception


Bir anlamda kendi Matrix’ini yaratmak için yola çıkan genç deha Christopher Nolan, Matrix gibi devrimci olmasa da ondan daha katmanlı bir bilimkurgu klasiği yaratmayı başardı. Nolan’ın senaryosunu 10 yılda tamamlayarak hayata geçirdiği film, görsel ve zihinsel bir şov, bir meydan okuma… Sanal gerçeklik bilimkurgularına kendi yorumunu getiren Nolan, bilinçaltının sonsuzluğunda yepyeni bir dünya yarattı. Seyircisinin algılarıyla oynayan bu zekâ dolu film, her izleyişte yeni bir ayrıntısını keşfedebileceğimiz bir zenginlik sunarken, her seferinde kafanızda yeni sorular belirmesine de neden olabilecek bir tasarım harikası diyebiliriz. Dolayısıyla da bu yapısı, üzerinden ne kadar zaman geçerse kıymetinin o kadar artmasını sağlıyor.

1- The Fountain


1000 yıllık bir zaman diliminde merkezlerine aşkı yerleştirdiği üç hikâye anlatmaya soyunan ve bu üç hikâyeyi iç içe geçirerek anlatmayı seçen Darren Aronofsky, The Matrix’ten sonra daha ne kadar ileri gidilebilir sorusuna 2001: A Space Odyssey’i referans alarak cevap arıyor The Fountain’de. Aronofsky’nin arayışı o kadar tatmin edici bir sonuç verdi ki, nefret edenlerinin yanında dünyanın dört bir yanında sinemaseverlerin aklını başından alan bir bilimkurgu çıktı ortaya. Tıpkı 2001: A Space Odyssey gibi… Anlaşılmaz bulunmasında farklı okumalara son derece açık olmasının yanı sıra kurgusunun ve katmanlı yapısının da etkisi büyüktü. Bahsettiğimiz niteliklerinin ise The Fountain’in sinemasal başarısında önemli bir rolü var. Romantik bilimkurgu tanımını baştan yazan The Fountain; görselliğiyle ayrı, duygusallığıyla ayrı, kurgusuyla ayrı, tematik zenginliğiyle ayrı, felsefesiyle ayrı övgüyü hak eden bir şaheser. Kısacası neresinden bakarsak bakalım eline su dökülmesi zor bir film.