Kariyerine 70'li yılların ilk yarısında Dark Star adlı bir bilim kurgu filmiyle başlayan John Carpenter, bugüne kadar korku ve bilim kurgu türleri arasında git gelli bir kariyer inşa etti. Kendisine korkunun efendisi denmesi bu türdeki benzersiz yeteneğinden kaynaklanıyor. Tarif etmesi zor bir hayranlık beslediğim Carpenter en parlak dönemini 80'li yıllarda yaşadı. Art arda çektiği; The Fog, Escape From New York, The Thing gibi hepsi birer külte dönüşmüş filmlerin ardından 1987 yılında imza attığı Prince of Darkness (Karanlıklar Prensi), üstadın en başarılı korku çalışmalarından biri.
Los Angeles'ta eski bir kilisede garip olaylar gerçekleşmektedir. Kilisenin rahibi, yakın arkadaşı Profesör Birack'tan ve ekibinden yardım ister. Profesör ve rahip, kilisenin bodrumunda tuhaf bir şey bulurlar. Antik bir silindir içinde saklanan ve kendi etrafında dönmekte olan yeşil bir sıvı. Silindirdeki sıvı giderek insan formuna dönüşmektedir. Şeytan, dünyaya insan formunda dönmektedir. Grubun tek amacı Karanlığın efendisini durdurmaktır artık!
Rosemary's Baby ile başlayan Şeytan filmleri furyası The Exorcist ile zirveye ulaşmıştı. Bu furya 80'li yıllarda da devam etti ve 1987'de Angel Heart ve Prince of Darkness gibi türsel anlamda ve hikaye açısından yenilikçi iki film çıkageldi. John Carpenter, Prince of Darkness'ta dinsel kaynaklı ama dinleri karşısına alan bir fenomeni bilimin ışığında irdeliyor. Filmin merkezine, korku sinemasının klasik temalarından bilim-din çatışması alınarak bilim ve dinin el ele verip dünyayı kötülükten kurtarma girişimine dönüştürülüyor. Ana karakterlerimizin biri din adamı geri kalanları bilimin farklı alanlarında hizmet veren bilim insanları. Olayın geçtiği yerin bir kilise olması ve Şeytanın da bu kilisede dünyaya dönme çabası ironik diyebiliriz. Çünkü Şeytan filmlerinde Şeytan, çoğunlukla kendisine inançsız, zayıf ve masum (örneğin bir bakire) kurban seçer ve kendisine bu tip insanların vücuduna hapseder. Dolayısıyla ayna vasıtasıyla da olsa cehenneme açılan kapı için bir kilisenin seçilmesi olaya farklı bir boyut kazandırıyor. Şeytan dünyaya hükmetmek için başlangıç noktası olarak Tanrının evini seçiyor ve insan formuna bürünürken planını bilime endeksliyor. Kağıt üzerinde tuhaf duran bu tercihlerin sebepleri üzerine gidilmiyor, seyirciye düşünmesi için zaman tanınmıyor. Karanlıklar Prensi; hedefine kilitlenmiş bir füze gibi ilerliyor diyebiliriz. Hikaye doruk noktası olan Şeytanın dönüşü sahnesine kadar seyircisini korkutmak ve germekten başka bir şey düşünmüyor. İnceden inceye verilmeye başlanan gerilim, sona yaklaştıkça artıyor ve unutulmaz bir finale yelken açıyor.
Karanlıklar Prensi'nin tür açısından başka özellikleri de var. Bilim kurguya göz kırpan yapısının yanında uzaktan da olsa Zombi alt türüne akraba diyebiliriz. Kilisenin dışında cisimlenmekte olan Şeytanın etkisine girmiş bir grup insan boş gözlerle ve donuk bir ifadeyle kilisedeki gruba düşmanca bir tavır takınmakta ve birer yaşayan ölü izlenimi vermekte. Kilisede ise yeşil sıvının gruptakilerden birine bulaşmasıyla Şeytanın uşağına dönüşmesi, diğerlerini de ağzından sıvı püskürterek dönüştürmeye başlaması (bilhassa bu dönüşüm kısmı) ve dışarıdakilerle aynı eğilimi göstermeleri Zombilerden esinlenildiğini açıkça belli ediyor. Silindirdeki sıvı neden yeşil diye sorduğumuzda cevabını da sanırım The Exorcist'ta aramak gerek. The Exorcist'in hafızalarımıza kazınan yeşil kusmuğu referans alınmış.
Karanlıklar Prensi'nin zayıf karnı oyuncu ve oyunculukları. Çok düşük bütçelerle çalışan Carpenter, B tipi filmlerde görebileceğimiz oyunculara yer vermek durumunda kalmış. Film; mütevazi ama başarılı makyajı, bizzat Carpenter'ın bestelediği müzikleri ve tüm hünerlerini sergilediği yönetmenlik çalışmasıyla efekt bombardımanına alışmış seyirci için sıradan gelebilecek ancak kült korku filmlerini sevenler ve yönetmenin hayranları için bir korku ziyafetine dönüşecektir.