9 Aralık 2012

Oblivion


Tron Legacy’nin yönetmeni Joseph Kosinski’nin ikinci bilimkurgu çalışması Oblivion, ilk bakışta Tom Cruise’un varlığıyla gişeye oynayan bir bilimkurgu izlenimi bırakıyor. Ülkemizde 12 Nisan’da gösterime giren film, dünya genelinde olduğu gibi bizde de pek hoş karşılanmadı. En basit tabirle klişe denip bir kenara atılan film, öyle olmasına ve kusurlarına rağmen zengin temalarıyla öne çıkan ve incelenmesi gereken bir bilimkurgu olarak karşımızda duruyor

İlk bir saat neden ‘bir saat’?

Ana karakterimiz Jack Harper’ın, dünyada ne olup bittiğini, neler yaşandığını vb. detayları kısa bir özet geçtiği açılış sekansıyla sağlam bir giriş yapan Oblivion, Jack ve Victoria’nın rutini ve harap olmuş dünya tasvirleriyle fazla vakit kaybediyor. İlk yarıda inceden inceye bir gizem örerken çok ağır davranması ve asıl meselesine girememesi aleyhine işliyor. Seyirci de doğal olarak neden bu kadar vakit kaybedildiğini ve ilk yarının neden bir saat sürdüğünü sorguluyor. Oblivion’un ikinci yarısında art arda önümüze sürülen sürprizlerle anlıyoruz ki, ilk yarı kısmen bir ‘sahte gerçeklik’ üzerine kurulmuş. Sadece seyirci için değil, ana karakterimizin de vakıf olamadığı gerçekler suyu yüzüne çıkmaya başladığında film de vites değiştirip, merakla beklenen bir sona doğru yürüyor.

Zengin bilimkurgusal temalarıyla şaşırtıcı bir karışım sunuyor

Açılışta uzaylı istilasının sebep olduğu bir dizi felaketle post apokaliptik bir dünya tablosu çıkartan, post apokaliptik’e ulaşan Oblivion, bir önceki paragrafta da bahsettiğim gibi hikayesini bir ‘sahte gerçeklik’ üzerine kuruyor. Dolayısıyla da ikinci yarı asıl meselesine giderken, çözmesi gereken gizemleri bilimkurgunun en çok ürün verdiği temalara bir bir uğrayarak sonuca bağlıyor ve benzerine rastlamadığımız bir tematik çeşitlilik yakalıyor. Oblivion, hikayesini esasen uzaylı istilası üzerine kuruyor. Ancak, burada uzaylı yorumu yapay zeka dolgusuyla farklı bir kimlik kazanıyor. Bu yeni kimlik de ilginç bir ‘alt tür kırması’ doğuruyor. Uzaylı yorumu ayrıca filmi uzaylı istilası şablonundan bilimkurgunun klasik alt türlerinden makine-insan savaşına açıyor. Tüm bu değişkenlerin post apokaliptik bir zeminde işlenmesi de Oblivion’un önemini artırıyor. Bugün uyuyup gelecekte uyanma düşüncesi, klonlama, yaratıcıyla buluşma ve nihayetinde uzaya da açılan film, bu zengin menüyü ne yazık ki özgün bir hikaye ile kurgulayamadığından hedefini vuramıyor. Daha doğrusu hedef tahtasını buluyor ama yüksek bir skor elde edemiyor. Hollywood stüdyo bilimkurgularının klişelerine saplanıyor. Ama yine de ortalamanın üzerine çıkabiliyor.

Yeni ve çığır açıcı mı?

Film, bir Hollywood bilimkurgusu olsa da 2001: A Space Odyssey göndermeleriyle (ana makine Tet’in, Hal 9000 ile benzerliği, kırmızı gözü ve uzay araçlarında ‘Odyssey’ adının kullanılması) saygıda kusur etmiyor. Saygıdan da öte, filmin finali 2001: A Space Odyssey etkisini gözler önüne seriyor. İlk yarıda Wall-e ve After Earth’e benzetme yanılgısının ardından Oblivion’un post apokaliptik bilimkurgulardan ve uzaylı istilası filmlerinden büyük oranda ayrıldığını görüyoruz. İki alt türü birbirine bağlama fikrinin bu değişimi olanaklı kıldığını görüyoruz. Görsel olarak hemen hemen hiçbir post apokaliptik bilimkurguya benzemeyen Oblivion, tanıtımlarda attığı “özgün ve çığır açıcı” sloganının altını dolduramıyor. Yeni ve çığır açıcı olabilmesi için denenmemiş-yapılmamış olanı yapmak gerekir. Oblivion, yeni bir şey söylemiyor, eskimiş fikirlerden bir sentez yapmayı deniyor. Sentez hususunda oldukça başarılı olduğu da bir gerçek.