26 Mart 2014

Kısa kısa... Evil Dead (2013)


Teen slasher alt türünü doğa üstüyle harmanlayan The Exorcist’ta şeytanın bir genç kıza musallat olma durumunu farklı biçimde uygulayan Sam Raimi’nin kült mertebesine erişen 1981 yapımı ilk uzun metrajı The Evil Dead, orijinal filmin yıldızı Bruce Campell’ın yapımcılığında yeniden karşımızda. Bu kült filme güncel bir yorum getirme amacıyla yola çıkan Fede Alvarez, ilk iş olarak Raimi’nin parodi düşüncesini ve orijinal filmin mizahi yapısını çöpe atarak girişmiş filme. En büyük hatayı da burada yapmış Alvarez çünkü The Evil Dead’i kült yapan Raimi’nin kendini ciddiye almayan tavrıydı. Kafasında belli ki 2000’li yılların bol kanlı ve oldukça sert olan korku filmlerinin yeni bir örneğini çekmek var yönetmenimizin. Hikayede yapılan kimi değişiklikler ve yeni karakterler başta bir artı olarak görünse de film ilerledikçe 2013 model Evil Dead’in bir grup genç tatilini geçirmek için ıssız bir bölgeye gider biçiminde hayat bulan klişe korku filmlerinden hiçbir farkı olmadığını anlıyoruz. Alvarez elektrikli testere, ormanın tecavüzü gibi ilk filmin unutulmaz detaylarını kullanarak Raimi’nin filmine saygı duruşunda bulunuyor. Kan gölüne çevirdiği finali ve filmin genel olarak atmosferi iyi olsa da vasatın üzerine çıkarmaya yetecek detaylar değil Evil Dead’i. Son olarak Alvarez’in yenilik getirme adınaı kötü ruhu Fallen’da olduğu gibi bedenden bedene transfer etmesi ve olay akışını bunun üzerine kurması Evil Dead’in kimyasını bozan (mizahın sıfırlanmasıyla beraber) en önemli detay diye düşünüyorum. 5\10

19 Mart 2014

Sinema uyarlamasını bekleyen romanlar - #3 Dante Kulübü


Harward Üniversitesi İngiliz ve Amerikan Edebiyatı Bölümü'nden mezun olan Matthew Pearl'ün ilk romanı Dante Kulübü, soluksuz okuyacağınız bir polisiye eser. Sinema uyarlamasını dört gözle beklediğim romanın öncelikle bilmeyenler için konusuna bir değinelim.

Yıl 1865... Boston'da yaşayan Dante Kulübü üyeleri, İlahi Komedya'nın çevirisini tamamlayıp, Dante'yi yeni dünyaya tanıtma hazırlığındadırlar. Ancak bazı çevreler Dante gibi bir sapkının Amerikalıları zehirleyeceğini düşünmekte ve eserin yayınlanmasını engellemeye çalışmaktadır. Kulüp üyeleri, karşı karşıya oldukları bu engellerle savaşırken, Boston ve Cambridge civarında işlenen seri cinayetlerle planları alt üst olur. Çünkü sadece bu küçük grup cinayetlerin Dante'nin Cehennem'inden esinlenerek işlendiğinin farkındadır. Boston'un ileri gelenleri İlahi Komedya'da anlatılan cehennem cezalarıyla öldüren katili sırları ortaya çıkmadan yakalamaları gerekmektedir.

Neden uyarlanmalı?

Öncelikle polisiye türünü sevenlerin açlığını dindirebilecek çapta bir hikaye olduğu için diyebiliriz.  From Hell ve The Raven gibi dönem filmi atmosferinde canlanan polisiye ve dedektiflik filmlerinin yeterli sayıda ürün verememesi de 19. yüzyılın Amerika'sında geçen Dante Kulübü'nün uyarlanmasını daha bir gerekli kılıyor. Dönem filmi fonunda hayat bulan polisiyeler çoğunlukla edebiyat uyarlamalarına dayanıyor zaten. Öte yandan Dante Kulübü'nün edebi yönü ve hikayenin Dante'nin eseriyle bağlantılı olarak ilerlemesi ve neticelenmesi sinema uyarlamasının önemini arttırıyor. Dante Kulübü, Dan Brown uyarlamaları gibi harcanmamalı. Brown'un romanlarındaki yüksek gerilim ve tarihsel detayların çokluğu yanlış yönetmen seçimiyle birleşince beklenen filmler gelmemişti. Dante Kulübü'nün uyarlaması gündeme geldiğinde -elbet gelecektir- edebi altyapısı da hesaba katılarak bir yönetmen arayışına girilmelidir.

Dante Kulübü beklenen sinema uyarlamasına kavuştuğunda yazarın ikinci romanı Poe Gölgesi de dikkatleri üzerine çekecektir eminim.

Sinema Uyarlamasını Bekleyen Başyapıtlar 1: "Dante Denklemi"
Sinema Uyarlamasını Bekleyen Başyapıtlar 2: "Kara Ev"


17 Mart 2014

Aronofsky'nin Rüya Projesi: "Noah"

 
Darren Aronofsky, şu sıralar 'Noah' adını verdiği Nuh Tufanı projesiyle meşgul. Russell Crowe'u Hz. Nuh rolünde izleyeceğimiz filmde; Anthony Hopkins, Jennifer Connelly ve Emma Watson  öne çıkan oyuncular. Senaryoyu Ari Adel'le birlikte kaleme alan Aranofosky'nin arkasında Paramount gibi büyük bir yapım şirketi bulunuyor. Kariyerine bağımsız bir filmle (Pi) başlayan genç usta Aranofosky, adım adım Hollywood'a yelken açtı. Ancak ilk Hollywood prodüksiyonu olan The Fountain gösterdi ki, Aronofosky'nin bağımsız ruhundan ve sinema anlayışından vazgeçmeye, taviz vermeye niyeti yok. Şüphesiz ki, Noah çok daha büyük bir proje, bir Hollywood Blockbuster'ı. Bu da demek oluyor ki; Noah, yönetmenin geniş kitlelere en kolay ulaşacağı ve anlatı olarak da kolay hazmedilebilir bir film olacak.

"Benim Tanrım yok" diyen Aronofsky'nin, Adem ve Havva mitine sırtını dayadığı The Fountain'in ardından yine tüm kutsal metinlerde yer alan Nuh Tufanı'na sarılması düşündürücü. Derine inmek gerekirse, 13 yaşından beri bu hikayenin hayalini kuran, bugün "Benim Tanrım yok" diyebilen ve Pi'de sayılarla hayatı anlamlandırma çabası, The Fountain'de ise ölümsüzlük ve ölümden sonra başka bir formda yaşamı sürdürme fikri, Aronofsky'nin uzun zamandır din-bilim ekseninde bir iç çatışma yaşadığının göstergesi. Bunu da sinemasına açıkça yansıtıyor. Bunları anlatmamın sebebi Aronofsky'nin Nuh Tufanı'na nasıl yaklaşacağının dair veriler içermesi. 'Büyük' hikayeler anlatmayı seven yönetmenin Nuh Tufanı tutkusu esasen hikayenin kutsallığından değil, 1966 yapımı The Bible ın the Begining (bakınız) dışında tufanın beyazperdede hakkıyla ele alınmamış olması ve tufanın görsel karşılığını bulma isteği... Kısacası Aronofsky sineması için biçilmiş kaftan olması diyebiliriz.

Noah, 50'li ve 60'lı yıllarda altın dönemini yaşayan Epik Sinemanın kollarından biri olan dini-epiklerin modern bir versiyonu olacak. Ancak yönetmenin dinlere bakışı, Nuh Tufanı'na kutsal bir hikaye olarak değil de bir mit olarak yaklaşmasına dolayısıyla da yine The Fountain'de olduğu gibi fantastik bir dokunuşla dini epiğin yanında fantastik sinemaya da göz kırpan bir film çıkmasına neden olabilir. Bu yorumu yaparken yönetmenin The Fountain'de Adem ve Havva'yı kutsal metinlerden bağımsız olarak bir aşk hikayesinin omurgası yapmasını temel alıyorum. Tabii bu kez birebir Nuh Tufanı'nı anlattığından bir 'sapma' çok da olası değil. Bu noktada Aronofsky'nin Nuh'un iç dünyasına da bakmak isteyeceğini ve görselliğinin altında ezilmeyen derinlikli bir film çıkarmak isteyeceğini öngörebiliriz.

Noah 3 Nisan'da vizyona giriyor.




14 Mart 2014

I, Frankenstein


Mary Shelley'nin bilimkurgu edebiyatının öncü örneklerinden biri olan ve bugün klasik olarak kabul ettiğimiz eseri Frankenstein, 100 yıldan uzun bir süredir sinemayı beslemeye devam ediyor. İlk uzun metraj Frankenstein uyarlaması, o dönem sinemada bilimkurgu algısı ve geleneği oluşmadığından ve ayrıca eserin içerdiği gotik unsurlarla birlikte Frankenstein'ın korku filmi olarak etiketlendi. Hikayenin özü itibariyle saf bir bilimkurguya açıldığını söylememiz gerekiyor. Film uyarlamalarında insanın kendisini tanrı yerine koyma durumu pek öne çıkartılmadı. Dolayısıyla da derinlikli uyarlamalar göremedik. 

Frankenstein, uzun sinema serüveninde ticari kaygılarla Kurt Adam (Frankenstein Meets the Wolf Man), Dracula (Dracula vs. Frankenstein) ve Godzilla (Godzilla vs. Frankenstein) gibi korku figürleriyle aynı filmde buluşturulmuş, ilginç türlere yelken almıştır. Bu yıl karşımıza çıkan I, Frankenstein da bir nevi o filmlerin izinden gidiyor. Filmde Frankenstein'ın canavarı Adam (bu isim veriliyor), kendisini  iki ölümsüz kılan arasında yüzyıllardır süren bir savaşın ortasında buluyor ve insanlığın kaderi açısından kritik bir rol üstleniyor.

I, Frankenstein pek çok açıdan aceleye getirilmiş hissiyatı bırakan, özetle tam olmamış bir deneme diyebiliriz. Sebeplerini hemen açalım: yönetmenimiz Stuart Beattie, deyim yerindeyse hikayeye bodoslama dalmış. Elbette detaylı bir karakter gelişimi beklemesek de, en azından Frankestein'ın canavarını yaratım aşamalarını görmeyi umuyorduk. Hızlı kurgulanan ve aynı hızda geçiştirilen giriş kısmından bir anda 200 yıl sonrasına sıçrama yapılıyor ve kendimizi bir savaşın ortasında buluveriyoruz. Beattie, Frankenstein'e yeni bir yorum getirmek için yola çıkmış. Klasik hikayenin geçiştirilmesi de biraz bundan diye düşünüyorum. Evet, Mary Shelley'nin Frankenstein'ına yeni bir yorum getirilmiş getirilmesine ancak filmin sorunları başka... Frankenstein'ın canavarının bir aksiyon kahramanına dönüştürülmesi bir noktaya kadar kabul edilebilir. Underworld (Karanlıklar Ülkesi) gibi bir yola girilmek ve yeni bir seri yaratılmak istenmiş sonuçta. Orada kurt adamlarla vampirleri savaştırıp, farklı türlerin savaşından, korku sinemasının kültleşmiş figürlerinden aksiyona açılarak belli ölçüde başarılı olunmuştu. I, Frankenstein da benzer bir çaba içerisinde ama özellikle Gargoyle adı verilen kanatlı yaratıklar için "şeytanlarla savaşmak için baş melek Mikail tarafından yaratıldık" gibi yüzeysel bir açıklamanın yeterli görülmesi, mitolojik bir altyapı ihtiyaç duyan Gargoyle ordusunun aksiyon dışında başka bir şeye hizmet etmemesine sebep olmuş. Bu yeni yorumla birlikte Frankenstein, bilimkurgudan iyice arındırılmış. Korku, fantezi ve aksiyon kırması bir türsel çeşitlilikle bugüne kadar yapılan uyarlamalar içinde ayrıksı bir konuma yerleşmiş. 

Filmdeki şeytan temsili de bir hayli enteresan. İnsan bedenini ele geçiren şeytan düşüncesi farklı bir uygulama alanı bulmuş. Burada kazık saplanarak yok edilen ve ateş saçarak yok olan vampirlerden esintiler taşıyan şeytanlar görüyoruz.

Son söz: I, Frankenstein'ı gotik mimariyi kullanmadaki başarısı ve klasik Frankenstein hikayesindeki insan yaratma amacıyla yola çıkıp canavar yaratma durumunu ters çevirmesi yani yaratılan canavarın (not ıt, him denilerek) insanlaştırma yoluna gitmesiyle takdir etsek de genel olarak tatmin edici olmaktan uzak bir uyarlama olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. 5.5\10

10 Mart 2014

Moon


David Bowie'nin oğlu Duncan Jones ilk uzun metraj filmi Ay (Moon) ile Sinema Dünyasına hızlı bir giriş yaptı. 2000'li yılların en özgün bilimkurgu hikayelerinden biri olan film, ana akım sinemaya ve hızlı kurguya alışkın seyircilere pek hitap etmeyebilir belki ama ne olursa olsun bir şansı hak ediyor diyorum ve Moon'un hikayesine geçiyorum.

Çok da uzak olmayan bir gelecekte enerji kaynaklarımız azalmıştır. Lunar adlı bir şirket çare olarak Ay'da üs kurar. Burada ihtiyacımız olan temiz enerji sağlanıp gezegenimize aktarılmaktadır. Sam Bell ise Üs'teki görevi üstlenen bir astronottur. Sam'in Üs'teki tek arkadaşı ve yardımcısı Gerty adlı yapay bir zekadır. Ay yüzeyinde kaza geçirdiği günün ertesinde bazı gariplikler sezen Sam, olay yerine gider ve kendisini yaralı bir şekilde orada bulur. Artık elimizde iki Sam vardır.

Düşünsel altyapısı ve matematiği iyi kurulmuş bir bilimkurgu filmi Moon. Duncan Jones'in 5 milyon dolar gibi çok mütevazi bir bütçeyle böylesine bir filmin altından kalkmayı başarması en baştan takdirle karşılanması gereken bir durum. Bir de filmin görsel olarak muadillerinin altında kalmaması şaşkınlığımızı daha da artırıyor. Moon, 1960 ve 70'li yılların bilimkurgu filmlerini anımsatıyor gerek görselliği gerekse de dingin anlatımıyla. Dramatik yapısı ise o dönem filmlerini düşündüğümüzde Moon'un artısı diyebiliriz. Jones, ilk filminde distopik bir dünya tablosundan uzaya açılıyor. Çözümün Ay'da bulunduğu ilginç bir hikaye ele alıyor. Daha da ilginci klonlama mevzusuna girip, buradan da insanoğlunun varoluşsal sorunlarını klonlara adapte ederek derinlikli bilimkurgu tanımının hakkını veriyor.

Filmin esin kaynaklarına bakacak olursak üzerinde durmamız gereken ilk film elbette 2001: A Space Odyssey olacaktır. İki filmin pek çok açıdan benzeştiği ve ayrıştığı hususlar var. Benzeştikleri ilk detay filmdeki yapay zeka Gerty'nin 2001'deki yapay zeka Hal9000'den pek de farklı olmaması. Ama tabi yönetmen Jones, yapay zeka ile insanın mücadelesini, klon mevzusuyla farklı bir yaklaşımla ele alıyor. Bu mücadele yerini klonlarla, onları istedikleri gibi kullanan Lunar adlı şirket'in bir tür kandırmaca üzerine kurduğu düzenle değiştiriliyor. Ayrıca Moon, Kubrick'in bilimkurgu destanı gibi evrensel bir hikaye anlatmıyor. Bu noktada ayrılıyorlar. Moon'da karakterlerimizin varoluşsal bir sorgulama içine çekilmesi de yine 2001: A Space Odyssey'in mirası. Moon'un 2001'dekine çok benzeyen set tasarımları ve görsel tercihleri yine benzeştikleri hususlara örnek gösterilebilir. Yönetmen Jones'tan duyduğumuz kadarıyla esinlendiği diğer film ise Alien. Moon'daki şirket mevzusu Alien'la doğrudan ilişkilendirilebilir.

Filmde gerilimi sağlayan şey zaman zaman klonların giriştiği münakaşa onun dışında neredeyse başladığı tonda biten bir hikaye bu. Moon, tek oyuncusu Sam Rockwell olan aksiyonsuz, sade bir bilimkurgu filmi. Yapaz Zekayı seslendiren Kevin Spacey ve müziklere imza atan Clint Mansell filmin başarısında önemli bir paya sahip kuşkusuz.

Son söz: Farklı bir bilimkurgu arıyorsanız Moon tam size göre 8.5\10

6 Mart 2014

Dallas Buyers Club


Ron Woodroof adlı bir Teksas rodeocusunun HIV virüsüne yakalanmasının ardından tıp dünyasına karşı gelişinin hikayesini anlatıyor. 1985’de gerçekten yaşanmış bir hikayeden uyarlanan Dallas Buyers Club, Ron’ın illegal bir şekilde kanser tedavisinin satışını anlatıyor. Ron Woodroof’a eşlik eden partneri transseksüel Rayon’ın illegal ilaç satışına dahil olmasıyla işler karışıyor. Bu kanser tedavisi, Amerika’yı baştan aşağı sallarken kapitalizm, devlet ve insanların deney hayvanı olarak kullanılması gibi konuları harmanlayarak insan hayatının değerini sorgulatmaya çalışıyor. Matthew’in değişimini ve Leto’nun ustalığını ve karakter yaratmadaki başarısını da gösteren film, büyük ihtimal ikisine de Oscar olarak geri dönecektir.
Burç Karabulut yazdı

Kendi devrimini gerçekleştirmek…

Ron Woodroff kendi keyfine yaşayan, gününü gün eden bir rodoecudur. HIV teşhisi konulmasıyla birlikte işler yavaş yavaş değişmeye başlar. Zamanla hastanedeki doktorlar, ilaçlar ve prosedürler arasında kendi hayatının yani insan hayatının bir yeri olmadığını öğrenir. Kendi ilk önce kansere meydan okur. Sonra da keyfine keder yaşayıştan aktivistliğe geçer. Amerikan devletindeki ilaç hatta insana dair hiçbir yasanın onu korumadığını yani deney hayvanı yapıldığını öğrendiğinde kendi kaderini yazmaya başlayacaktır ama nasıl herkese cephe alacaktır?. Çıktığı bu yolun sonunda hem hayatını, hem işini hem de birçok hayatı kurtarabilecek midir?


Kanun kaçağı mı yoksa iyilik meleği mi?

Ron zorla yanına aldığı yol arkadaşı transseksüel Rayon ile birlikte kansere, FDA ve büyük ilaç şirketlerine savaş açmaya karar verir. Amerika’daki yasalara FDA etiketi almamış hiçbir ilacı satamaz o da indirekt olmayan yollara başvurmaya karar vermiştir. Kendi kurduğu düzeni belki de bir anarşist gibi devlete karşı insanların hayatta kalmasını sağlamaya çalışır. Buradan da para kazanmayı ihmal etmez. Bu davranışlarıyla Ron kimine göre kanun kaçağı kimine göre iyilik meleğidir.

Amerikan stereotip kanun kaçağı karakterine birebir uyan bir tiptir Ron. Adaleti bir western karakteri edasıyla kendi eliyle, kendi zevkine göre dayatmayı zorunlu olarak gören Ron, aynı anda da devletin varlığını sorgulatmayı da başarır. Eğer Ron kanun kaçağıysa yakalanmalı ve adalet mekanizması tarafından cezalandırılmadır. Eğer Ron bir iyilik meleği, cankurtaransa o zaman devlet iyilik yapma gayretinde olan birinin peşinden gitmektedir ama bu adil olan mıdır? Belki de can alıcı soru; devlet neyin peşindedir olmalıdır. Devletin koyduğu kanunlar gerçekten insan hayatını koruyor mu? Koruyorsa niye bazı insanları kurban etmesi gerekiyor. Eğer korumuyorsa kimin için çalışıyor? FBI sahneleri ile özellikle bu sorular daha da yüksek sesle gündeme geliyor.


Ötekilerin zaferi…

Filmin en önemli temalarından biri de homofobi eleştirisi oluyor. Rayon karakterine bir parantez açmak gerekiyor. Jared Leto’nun hayat verdiği bu karakter, transseksüel bir karakterdir.  Önyargı, nefret ve korkunun karışımıyla ortaya çıkan transseksüel düşmanlığını da mükemmel ele alıyor. HIV hastası olan Ron, aynı dertten müzdarip Rayon ile ilk karşılaşmasında kimsenin beklemediği bir şekilde nefret duyduğu bu kanserli kadını(trans) insanlık dışı bir bakışla hor görüyor. Aslında kendi gerçekliğini de bir anda görmeye başlıyor.

Aynanın karanlık tarafında kendisi gibi HIV virüsünü kapmış bir ötekisi oturuyor. Erkek desen erkek değil, maço desen maço değil bir öteki, yani Rayon. Kanser olması bir yana aynı kaderi paylaştığına lanet ediyor. İkisinin de öteki olduğunu anlıyoruz. Öteki olmaları bir yana hastandeki doktorlar tarafından kobay olarak kullanılabilir statüsündeler. 

Ötekilerin Zaferi birlik olmalarıyla sağlanıyor. Kanseri iyileştirdiğine emin olduğumuz ilaçları veriyor ve insanların hayatlarını kurtarıyorlar. Aynı zamanda bir arkadaşlık bağı kurarak karakterlerin kendi kaderlerini değiştirmelerini, kendi devrimlerini gerçekleştirmelerine tanık oluyoruz. Devlet mekanizmasını dışarda bırakacak kadar devrimsel bir hareket yapıyorlar. Öyle bir dışlanma ki Amerikan devleti, hegemonisini güçlendirmek için bu sözde anarşist durumu engelleme durumunda kalıyor. 

5 Mart 2014

Tiyatrodan sinemaya uyarlanmış en iyi 15 film


Sanatlar birbirleriyle hep ciddi bir etkileşim içerisindedir. Sinema, bu etkileşimde 'veren' değil 'alan' konumundadır. Edebiyattan müziğe, resimden tiyatroya ve plastik sanatlara kadar sinema isterse tüm sanat dallarını tek bir filmin çatısı altında bir araya getirebilir.

Özellikle son dönemde yaratıcılık ve üretim sancıları çeken Hollywood; edebiyata sarılıyor, dönem dönem tiyatro uyarlamalarını da ihmal etmiyor. Genellikle bir veya bir kaç sahne ile derdini anlatabilen tiyatro bu yapısıyla sinemanın vazgeçilmez kaynaklarından değil fakat ortaya yönetmenler için deneysel bir çalışma alanı sunması, diyalog ve karakter odaklı filmleri seven izleyici için de benzer bir deneyim yaşatmasıyla önemi asla yadsınamaz. Tiyatro uyarlamalarını ikiye ayırmak bir zorunluluk. İlki tek mekanlı yapıyı ve tiyatro estetiğini koruyanlar (Rope, 12 Angry Men, The Sunset Limited, Carnage) ikincisi ise metni alıp klasik film biçimiyle karşımıza getirenler (Casablanca, Amadeus, Doubt). Bunun dışında Lars Von Trier, tiyatroyla sinema arasındaki çizgileri silikleştirdiği Dogville ve ardından gelen Manderlay ile tarif etmesi zor bir film modeli sunarak tüm sinema seyircisinin algılarıyla oynadı. Dogville, bir tiyatro uyarlaması olmasa da ilginç birleşimiyle bu değerlendirmede adını anmamı zorunlu kıldı. Casablanca ise sahnelenmemiş de olsa teatral bir metinden aktarıldığı için bu listede olmayı hak ediyor.

1- Amadeus (1984)
2- Ran (1985)
3- Who's Afraid of Virginia Woolf (1966)
4- Equus (1977)
5- 12 Angry Man (1957)
6- Quills (2000)
7- Iphigenia (1977)
8- Casablanca (1942)
9- Sunset Limited (2011)
10- A Few Good Men (1992)
11- Stalag 17 (1953)
12- Rope (1948)
13- Closer (2004)
14- August: Osage County (2013)
15- Streetcar Named Desire (1951)

3 Mart 2014

The Wind Rises 14 Mart'ta vizyona giriyor


Hayao Miyazaki'nin sinemaya veda filmi The Wind Rises (Rüzgâr Yükseliyor) !f İstanbul'un ardından 14 Mart'ta Başka Sinema salonlarında gösterime giriyor.

II. Dünya Savaşı'nda kullanılan Mitsubishi A6M Zero avcı uçaklarının tasarımcısı Jiro Horikoshi'nin hayatını anlatan film, savaş karşıtı tavrıyla dikkat çekiyor. Miyazaki'nin "Silahlarla işi yoktu. Tek arzusu nadir güzellikte uçaklar yapmaktı" diye tanımladığı kahramanı Horikoshi'yi uçma tutkusu olan ve ordu tarafından kullanılmış bir mucit olarak yorumladığı film, bu yorumu nedeniyle Japonya'da milliyetçi kesim tarafından ağır eleştirilerle karşılanmıştı.

Jiro uçmayı ve güzel uçaklar tasarlamayı hayal ediyordur. Erken yaşlardan itibaren miyop olan ve pilotluk yapması mümkün olmayan Jiro, 1927 yılında Japonya’nın önde gelen havacılık şirketlerinden birinde kendine iş bulur. Dehası kısa bir sürede fark edilir ve Jiro dünyanın sayılı uçak tasarımcılarından biri olur.

The Wind Rises, Jiro’nun yaşamını ve onu etkileyen 1923 Büyük Kanto Depremi’ni, Büyük Buhran’ı, verem salgınını ve Japonya’nın II. Dünya Savaşı’na girişini konu ediniyor. Nakoho ile tanışp ona aşık olan Jiro, Honjo ile de dostluğunu ilerletip pekiştirir. Olağanüstü icatlara imza atarak geleceğin havacılık dünyasını şekillendirir.