29 Kasım 2016

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #55 Danton


Fransız İhtilali sonrasında yaşananları, halkın sevdiği, güvendiği bir figür, bir idol olan George Tacaues Danton’u merkezine yerleştirerek ele alan Danton, 80’li yılların tarihi dramaları arasında özel bir yere sahip filmlerden. Usta yönetmen Andrzej Wajda’nın kamera arkasındaki işçiliği ve diğer bir usta Gerard Depardieu’nun unutulmaz Danton yorumuyla akıllarda yer eden film, sırtını tarihsel gerçeklere yaslayıp belgeselci bir nitelik kazanmasına karşın, iyi kurgusu ve Wajda’ın bakışıyla sinema duygusunu yaşatmayı biliyor.

Fransız Devrimi’nin halk üzerinde belki de en derin izi bırakmış figürü olan Danton’un hikâyesini, Devrim’den beş yıl sonrasında yaşananlar ekseninde beyazperdeye aktaran film, bu yönüyle kapsamlı bir biyografi değil. Ancak, Danton’u sona götüren gerçekleri tüm çıplaklığıyla göstermesi, filmi sıradan olmaktan çıkarıyor. Sinemanın doğal olarak sıklıkla Fransız Devrimi’ni işlemesi Danton gibi filmlerin kıymetini artırıyor. Wajda’nın filmi Devrim sonrasında ne oldu sorusuna iyi bir cevap niteliğinde.

Devrim’e hizmet eden Danton, devrimin korunabilmesi için barışa ihtiyaç duyulduğunu ve devrimci radikallerin rollerinin bittiğini düşünüyordu. Teröre karşı duruşunun yanı sıra mevcut hükümetin de karşısında durması ve onları kıyasıya eleştirmesi, Danton’un hükümet için bir tehdit unsuruna dönüşmesine neden oldu. Barış çığlıkları atan bir adam, neden Cumhuriyet’in önünde bir engel olarak görülüyordu? Sonuçta “Giyotinci olmaktansa, giyotinde ölmeyi yeğlerim.” diyen bir karakterden söz ediyoruz. Film, burada Hükümet ve Komite üzerinden insanların kendi çıkarları için doğruları görmezden geldiğini, gücü elinde tutanın, kendisini adaletin üzerinde gördüğünü hatta bizzat kendisini adalet olarak gördüğünü söylüyor. Bunun anlamı ise devrimin amacından saparak, yanlış bir yola girdiğidir.

Filmde Danton’un savunması en dikkat çekici bölüm diyebiliriz. Sonunu bilen ama yine de çaresizce kendisini savunan bir adamın son çırpınışlarını izliyoruz. Halkı bilinçlendirmek için gerçekleri tokat gibi yüzlerine vurması, Danton’un “Devrim, Satürn gibidir, sürekli kendi evlatlarını yer” ve “Hayatta kalmak istiyorsanız sevilmeyeceksiniz.” gibi etkili cümleleriyle veriliyor. Danton ile ilgili soru işaretleriyle alakadar olmayan Wajda, tek taraflı bir bakış açısıyla yaklaşsa da hikâyenin hakkını veriyor. Döneme ilgi duyan, özgürlüğün, adaletin ve gerçeklerin savunulduğu filmlerden hoşlananlar için son derece yerinde bir tercih olacaktır Danton. Wajda’nın dönemin Fransa’sını yansıtmadaki hüneri de görülmeye değer.

24 Kasım 2016

İlk İzlenim: Silence


Martin Scorsese, finans krizi başta olmak üzere çeşitli sebeplerle ertelenen projesi Silence’ı sonunda tamamladı ve bu yıl 89. kez dağıtılacak Akademi Ödülleri’ne yetiştirmeyi başardı. Shūsaku Endō’nun aynı adlı kitabının ikinci uyarlaması olan Silence’ın uzun zamandır beklediğimiz ilk fragmanının paylaşılmasıyla ben de filmle ilgili ilk izlenimlerimi paylaşmak istedim.

Film, Katolik Hıristiyanlığın, İsa Cemiyeti de denilen ikinci tarikatı olan Cizvitlerin 17. yüzyılda Japonya'da ünlü öğretmenleri Rahip Ferreira’yı bulmak ve orada misyonerlik faaliyetlerinde bulunmaları amacıyla genç iki rahibi Japonya’ya göndermesini, bu iki karakterin orada gördükleri zulmün ve vahşetin gerçeklere dayanan hikâyesini konu ediyor.

Martin Scorsese, filmin senaryosunu Jay Cocks ile birlikte kaleme almış. Scorsese’in Gangs of New York gibi rüya projesi olduğu ve yaklaşık 20 yıldır bu hikayeyi beyazperdeye taşımayı arzuladığı söyleniyor. Scorsese’in rüya projesi olması son derece önemli. Bu durum film için ne kadar heyecanlı olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla Gangs of New York gibi yeni bir başyapıt beklemememiz için hiçbir sebep yok diyebiliriz. Scorsese’in Shūsaku Endō’nun romanına ve anlatısına ne kadar sadık kaldığını bilmiyoruz. Ancak romanın yapısına fazla müdahale etmediğini düşünüyorum. Hikâye, kitapta olduğu gibi Andrew Garfield’ın canlandırdığı Rahip Rodrigues’in bakış açısından anlatılıyor gibi görünmekte.

Filmin merkezinde inanç meselesi var. Rahip Rodrigues’in ve Rahip Garrpe’nin Japonya’ya gönderilme amacı, ünlü öğretmenleri Rahip Ferreira’nın oradaki baskıya dayanamayıp inancından sapması, daha doğrusu bu iddianın gerçekliğini araştırmak. O dönemin Japonya’sında rahipler ve Hıristiyanlar çeşitli işkencelere maruz bırakılarak inançlarından vazgeçirilmeye çalışılmış. Onlara yardım etmeyi de amaç edinen ana karakterlerimizin aynı işkenceyi göreceğini de hesaba katarsak filmin inanç üzerine söyleyecekleri oldukça kıymetli. Scorsese’in The Last Temptation of Christ’ten ve Kundun’dan sonra bir kez daha inanç merkezli bir hikâyeye giriştiği bir tarihi drama olan film, adını Tanrının sessizliğinden alıyor. Buradaki sessizlik Tanrı’nın sessizliği, inananlar zulüm görüp büyük acılar çekerken, Tanrı’nın nasıl kayıtsız kalabildiği sorusu filmde kendine nasıl bir yer bulacak merak ediyoruz.

İlk fragmanın ardından Silence’ın 89. Oscar Ödülleri’nde En İyi Film ve En İyi Yönetmen dâhil birçok dalda adaylık elde edeceğine ikna oldum. Elbette söz konusu bir Scorsese filmi ise fragmanı görmeye gerek de yok bu sonuca varabilmek için. Silence, Oscar için düşünülmüş bir film değil, yönetmenin tutkulu projesi. Bu özelliği Akademi’nin gözünde bir değer taşır mı bilemiyoruz ama biz sinemaseverlerin heyecanının artmasını sağladığı kesin. Çarpıcı hikâyesi, enfes görselliği ve sinematografisiyle yılın en iyi filmlerinden birinin bizi beklediğini düşünüyorum. Filmin ülkemizde ne zaman gösterime gireceği şu an için belli değil. Şubat'ı beklemek gerekecek sanırım.


19 Kasım 2016

Son 15 yılın en iyi 15 bilimkurgu filmi


Bilimkurgu sinemasının 2000’li yıllarına The Matrix’in etkisiyle girildi. Sözünü ettiğimiz etki öyle kapsamlıydı ki, sanal gerçeklik veya başka bir âleme bağlanma durumdan beslenerek ait oldukları dönemde türe yön veren Avatar ve Inception da Matrix’in etki alanındaydı. Avatar, bilimkurgu sinemasını epik fanteziyle buluşturarak yeni bir alan açarken, Inception blockbuster bilimkuguların IQ seviyesini yukarı çekerek de gişede başarılı olunabileceğini kanıtladı. Bir yıl arayla vizyona giren Gravity ve Interstellar ise yeni bir dönemin habercisi oldu. Gravity, gişe zaferini kazandığı ödüllerle perçinleyerek, Interstellar ise birbirine uzak duran temaları harmanlayarak ve denklemdeki değişken sayısını artırarak türe duyulan ilgiyi arttırdı. Gravity, The Martian ve önümüzdeki yıl göreceğimiz Life gibi filmlerin doğuşuna önayak olurken, Interstellar, Arrival’ın müjdecisi oldu diyebiliriz. Bilimkurgu sinemasının klasik serilerini prequel veya sequeller ile canlandırma girişiminin sürdüğü ve bağımsız bilimkurguların parladığı son 15 yıllık dilimin en iyi 15 filmini, Arrival’ın gelişiyle listelemek istedim.

15- District 9


Neill Blomkamp’ın ilk uzun metraj denemesi District 9, istilacı uzaylı algısının çoktan yıkıldığı ve üzerine yeni bir eklemenin de yapılamadığı bir dönemde taptaze fikirleriyle takdirimizi kazanmıştı. Blomkamp’ın düşman uzaylı algısının yerine dost uzaylı koymadan bu işin altından kalkabilmesi azımsanacak bir başarı değil. Uzaylıları mülteci konumuna düşürülmesi, insanoğlunun tutsağı olmaları ve filmin de onların yanında yer alması önemliydi. Alt metinleriyle dikkat çeken District 9, zengin içeriğini biçimsel açıdan giriştiği stil denemesiyle servis ederek, yenilikçi bir bilimkurgu olduğunu kanıtladı. Filmin ilk yarısında bir mockumentary örneği sunması, görsel açıdan kendine has olabilmesi ve kimi bilimkurgu klasiklerine yaptığı referanslar, 2000’li yılların en kayda değer bilimkurguları arasında yer almasını sağladı.

14- Vanishing Waves


Litvanya sinemasından kopup gelen Kristina Buozyte imzalı bağımsız yapım Vanishing Waves, bilinçaltını mesken tutmasıyla Inception’dan etkilendiğini söyleyebileceğimiz film, bilimsel bir deneyi konu ediyor. Yapay ağ transferi aracılığıyla komadaki bir hastanın bilincine giren Lukas, çok geçmeden Aurora ile bağlantı kuruyor. Deney sürdükçe kadına bağlanan Lukas, kendisini gerçekliğini sorguladığı bir aşkın içinde buluyor. Aurora’nın bilinçaltında filmin genel izleğinden oldukça farklı bir atmosfer yaratan yönetmen, cesur ve oldukça kışkırtıcı sahnelerle seyircisini etkilemeyi başarıyor. Lukas, daha önce deneyimlemediği bir tecrübeye yaşadığından bilinçaltından ayrılmak istemiyor. Bu yoğun istek kendi gerçekliğinde birtakım sorunlar yaşamasına sebep oluyor. Onun durumu uyanmak istemeyeceğimiz, uyandığımızda da geri dönmek için yanıp tutuştuğumuz rüyaları anımsatıyor. Sıradışı bir deneyi ele alan Vanishing Waves, etkisi kolay kolay silinmeyecek bir bilimkurgu.

13- Avatar


Bilimkurgu sinemasının en yetkin yönetmenlerinden James Jameron’ın uzun bir bekleyişin ardından türe de görkemli bir dönüş yaptığı filmi Avatar, epik bilimkurguya yeni bir tanım getirdi. İyi formülize edilmiş, doğru noktalara temas eden bu film, bilimkurgunun 2000’li yıllardaki lokomotif filmlerinden olmakta hiç zorlanmadı. 3D kullanımı ve görselliğiyle çok konuşulsa da bunlardan ibaret olmadığını biliyoruz. Aksine bu özellikleri filmi küçümsemek için söylenir oldu tuhaf bir şekilde. Avatar; destansı anlatısıyla seyircisini galeyana getiren, görselliğiyle insanın aklını başından alan, özeleştirisi ve doğru mesajlarıyla takdir toplayan, fikir bazında olmasa da dünyasıyla oldukça yaratıcı bir sinema deneyimiydi. 

12- Interstellar


İnsanoğlunun kendi dünyasını artık yaşanmaz bir yere dönüştürmesi veya yok oluşa doğru sürüklemesi durumunun, özellikle 2000 sonrasında küresel ısınmanın da etkisiyle bilimkurgu sinemasında oldukça gerçekçi temsillerle tezahür ettiği bir dönemde, Christopher Nolan da bu temaya kayıtsız kalamadı. İnsanlığın sonu temasından, uzaya açılarak bir uzay yolculuğu filmine evrilen, uzay yolculuğu filminden de zaman kavramını işin içine katarak tür içinde yeni bir alan açmayı başaran son derece özgün ve de zengin bir bilimkurgu filmiydi Interstellar. Karakterlerinin motivasyonundan duygusal damarına, kurgusundan görselliğine kadar neresinden bakarsak bakalım birinci sınıf bir bilimkurgu Interstellar.


11- Gravity


Mekikleri parçalanınca uzayda asılı kalan deneyimli astronot Matt Kowalski ile ilk kez uzaya açılan tıp mühendisi Ryan Stone’un hayatta kalma savaşını zamana da endeksleyerek ele alan Alfonso Cuaron, uzayın enginliğini ve derin sessizliğini gerilim yaratmak için kullandığı Gravity ile ilk başyapıtını verdi. Uzayın gerçekliği, seyircinin kendisini adeta orada hissetmesini sağlarken, filmin görselliği de gözlerimizi perdeden almamıza imkân vermedi. Ana karakterimizin bireysel hayatta kalma savaşı belki klişeydi ama filmin de özgünlük iddiası yoktu. 


10- Eternal Sunshine of the Spotless Mind


Oğlan kıza rastlar ama bu sıradan bir rastlayış değildir. Tıpkı filmin sıradan bir aşk hikâyesi anlatmaması gibi… Büyük oranda Jim Carrey ile Kate Winslet’ın müthiş kimyasından güç alan ve yaratıcı romantik film açığını orijinal senaryosuyla kapatan Eternal Sunshine of the Spotless Mind, son dönemin mütevazı sinema dehaları Charlie Kaufman – Michael Gondry ikilisinin elinde çıkma bir başyapıt. Odak noktasına aşkı yerleştiren, romantik bilimkurgular içerisinde dahi ayrıksı bir noktada duran film, bugün günümüzün klasiklerinden biri olarak anılıyor.

9- Arrival


Denis Villeneuve, Close Encounters of the Third Kind’a Interstellar ayarı çekiyor deyim yerindeyse. Uzaylılarla kurulan ilk temas filmlerinde 70’li yıllardan bugüne söylenecek yeni bir şeyin kalmadığını düşünürsek Arrival’ın seyircisini şaşırtırken, doğru noktalara temas edebilmesi ve ufak da olsa yenilikler yapabilmesi çok kıymetli. Senarist Eric Heisserer, Interstellar’ın uzay yolculuğu filmine yepyeni bir boyut katmasını, Christopher Nolan’ın denkleme yeni değişkenler ekleme düşüncesini harfiyen Arrival’a uyguluyor. Interstellar gibi sırtını büyük numarasına yaslayıp, seyircinin aklını başından almayı beceren Arrival, kurduğu atmosfer, müthiş sinematografisi ve naif yaklaşımıyla tam bir başyapıt.

8- Paprika


Rüyalarımızı birer fantezi alanı olarak kullanan Satoshi Kon, hem çizgilerin hem de rüyaların verdiği özgürlüğe güvenerek benzeri olmayan bir âlem inşa ediyor Paprika’da. Karnavalı kâbusa dönüştürüyor ve akıllara kazınacak imgeleriyle parmak ısırtan bir işe imza atıyor. Rüyaların iç içe geçerek birleşmesi ve rüya âleminin gerçekliğe nüfuz etmesi gibi şaşırtıcı fikirleriyle son derece özgün ve hayranlık uyandırıcı bir anime olan Paprika, Satoshi Kon’un cesur anlatısı, seyircinin zekâsını hafife almaması, tekrarlanan sahnelerin büyüsü ve doyumsuz görselliğiyle unutulmayacak bir sinemasal deneyime dönüşüyor.

7- Star Wars III: Revenge of the Sith


Klasik Star Wars üçlemesinin prequel’i olan ikinci üçleme daha mekanik ve GGI efektlerine göbekten bağlı olduğu için çokça eleştirildi haklı gerekçelerle. Ancak ikinci üçlemenin final bölümü Revenge of the Sith, üçlemeleri bağlaması, hikâyenin en can alıcı kısmını ihtiva etmesi ve dramatik açıdan çok güçlü olması gibi sebeplerle listemizin ön sıralarında kendisine yer bulmakta zorluk çekmedi. Anakin’in Darth Vader’a dönüşümünü, gücün karanlık tarafına nasıl meylettiğini belki de olabilecek en mantıklı gerekçelerle anlatırken, bir Star Wars filminden bekleyebileceğimiz hemen hemen her şeyi veriyor George Lukas.

6- Wall-e


Yüzyıllar sonra bir çöp yığınına dönüşen gezegenimizi terk etiğimiz bir gelecek hayal eden ve başıboş bırakılmış dünyada tek başına kalmasına rağmen görevini sabırla sürdürerek temizliğe devam eden Wall-e adlı robotun hikâyesini anlatan animasyon film, sinema dili ve duygusal tonuyla seyircisini sarsmayı başardı. Pixar’ın kendini aştığı yapım olarak anılacak olan Wall-e, iki robotun aşkını inanılır kılabilmesinden çevreci yaklaşımına, bilimkurgu klasiklerine yaptığı göndermelerden görsel kusursuzluğuna kadar pek çok açıdan hedefini 12'den vurmuş bir yapım.

5- The Man from Earth


Jerome Bixby’nin 40 yılda tamamladığı söylenen senaryosundan, Richard Schenkman’ın yönetmenliğinde beyazperdeye aktarılan The Man from Earth, tek mekânda geçen bağımsız bir bilimkurgu filmi. 14 bin yıldır yaşadığını ve dünyaya bir cro mangon yani bir mağara adamı olarak geldiğini, yaşlanmadığını ve ölemediğini iddia eden John Oldman’ın hikâyesi öyle bir noktaya doğru gidiyor ki, resmen dudak uçuklatıyor. Bixby, Yaratılışı Evrimle açıklayıp dinler tarihini ters yüz ederken, seyircisini de nefessiz bırakan bir tartışmanın içine çekmeyi başarıyor. Bixby’nin hikâyesi, sadece sinema kapsamında değil, insanlık tarihi boyunca anlatılagelmiş en iyi kurgusal hikâyelerden biri. Bu da filmi listemde 5. sıraya taşımama yetiyor.

4- Melancholia


İzlerken zaman zaman yaşattığı "o kadar iyi film değil" hissiyatını, bittikten sonra "o kadar iyi film ki"ye çeviren; içeriği, anlatımı ve alt metinleriyle hazmetmesi zor bir film olan Melancholia, Lars von Trier’in kıyameti olabilecek en estetik, en sanatsal biçimde anlatmak istemesiyle ortaya çıkan benzersiz bir bilimkurgu denemesi. Trier, açılış sekansıyla ruhumuzu ve gözümüzü okşarken, kapanış sekansıyla da midemize sert bir yumruk indiriyor. Ufukta görünen sonun iki kız kardeşin bünyesinde yarattığı etkiyle ilgilenen Melancholia, resim, müzik gibi diğer sanatları da kullanarak bizi güzel bir sona hazırlarken, görselliğiyle de büyülüyor.


3- Her


Her’de bugünün sanal arkadaşlıklarını ve ilişkilerini yapay zekâ ile değiştirerek, yeni bir ilişki formunu resmeden yönetmen Spike Jonze, başyapıtı Being John Malkovich’deki anlatısın da aşarak modern bir klasik yarattı. Bir karakter üzerinden gidip hayatın her alanında mükemmeli arayan insanoğluna, olası bir yakın geleceğe ve o geleceğin ilişkilerine ayna tutarken, bugün imkânsız görünen bir aşkı olabildiğince inandırıcı ve samimi bir şekilde anlatmayı başardı. Günümüzün ayağa düşen, sıradanlaşan ve seyircinin kalbine dokunamayan aşklarının aksine izleyeni var olabileceğine inanmak istediği gerçek aşkı, romantik film kalıplarının dışına çıkabilen güçlü bir anlatı eşliğinde sunabilen Her, kâğıt üzerinde gülünç durabilecek bir aşkı soluyabileceğimiz bir dünyada yaşatıyor.

2- Inception


Bir anlamda kendi Matrix’ini yaratmak için yola çıkan genç deha Christopher Nolan, Matrix gibi devrimci olmasa da ondan daha katmanlı bir bilimkurgu klasiği yaratmayı başardı. Nolan’ın senaryosunu 10 yılda tamamlayarak hayata geçirdiği film, görsel ve zihinsel bir şov, bir meydan okuma… Sanal gerçeklik bilimkurgularına kendi yorumunu getiren Nolan, bilinçaltının sonsuzluğunda yepyeni bir dünya yarattı. Seyircisinin algılarıyla oynayan bu zekâ dolu film, her izleyişte yeni bir ayrıntısını keşfedebileceğimiz bir zenginlik sunarken, her seferinde kafanızda yeni sorular belirmesine de neden olabilecek bir tasarım harikası diyebiliriz. Dolayısıyla da bu yapısı, üzerinden ne kadar zaman geçerse kıymetinin o kadar artmasını sağlıyor.

1- The Fountain


1000 yıllık bir zaman diliminde merkezlerine aşkı yerleştirdiği üç hikâye anlatmaya soyunan ve bu üç hikâyeyi iç içe geçirerek anlatmayı seçen Darren Aronofsky, The Matrix’ten sonra daha ne kadar ileri gidilebilir sorusuna 2001: A Space Odyssey’i referans alarak cevap arıyor The Fountain’de. Aronofsky’nin arayışı o kadar tatmin edici bir sonuç verdi ki, nefret edenlerinin yanında dünyanın dört bir yanında sinemaseverlerin aklını başından alan bir bilimkurgu çıktı ortaya. Tıpkı 2001: A Space Odyssey gibi… Anlaşılmaz bulunmasında farklı okumalara son derece açık olmasının yanı sıra kurgusunun ve katmanlı yapısının da etkisi büyüktü. Bahsettiğimiz niteliklerinin ise The Fountain’in sinemasal başarısında önemli bir rolü var. Romantik bilimkurgu tanımını baştan yazan The Fountain; görselliğiyle ayrı, duygusallığıyla ayrı, kurgusuyla ayrı, tematik zenginliğiyle ayrı, felsefesiyle ayrı övgüyü hak eden bir şaheser. Kısacası neresinden bakarsak bakalım eline su dökülmesi zor bir film.

13 Kasım 2016

Üçüncü Türden ‘Zamansız’ Yakınlaşma: Arrival


Uzaylı istilası filmlerinin çaptan düştüğü, dost uzaylı kavramı üzerine ise söylenecek yeni pek bir şeyin kalmadığı bir dönemde çıkagelen Arrival, ait olduğu alt türün bugünkü handikaplarına ve ilk kez bir bilimkurgu film için kamera arkasına geçen Denis Villeneuve’un bu alandaki tecrübesizliğine rağmen hayli şaşırtıcı bir sinema deneyimi vadediyor. Şüphesiz ki bu başarıda Eric Heisserer’in senaryosunun ve Villeneuve’un günümüzün bilimkurgu kodlarını okumadaki yetisinin payı çok büyük.

Arrival, uzaylı istilası görünümlü bir ilk temas filmi. Film, uzaylılarla kurulacak ilk teması ana eksenine yerleştiriyor. Villeneuve, ana karakterimiz Dr. Louise Banks’ı kısaca tanıtıp, hızlıca meselesine dalıyor. Independence Day’de uzaylıların upuzun giriş sekansı ve oradaki ağdalı anlatım, Arrival’da yerini göstermekten kaçınıp merak uyandırmayı hedefleyen, tedirgin edici bir sakinliğe bırakıyor. Filmin afişlerine de yazılan “Neden buradalar?” sorusu, uzaylıların dost mu, düşman mı olduğu sorusunu beraberinde getiriyor ve gerilime hizmet ediyor. Villeneuve, giriş kısmını hızlı geçip, gelişme kısmını olabildiğince ağırdan alıyor. Hem hikâye yapısının bu şekilde kurulmasının hem de filmin dramatik çatısının bu anlatıyı zorunlu kıldığını söyleyebiliriz. Alt türü yenilemenin sanıldığı gibi hiç de kolay olmadığının farkında olan Villeneuve, ilk temas filmi çekip, ilk teması seyirciye göstermemek gibi ilginç tercihlerde bulunuyor. İlk temasın büyüsünü elinin tersiyle itiyor çünkü elinde çok daha fazlası olduğunu biliyor. Dikkat edilmesi gereken diğer bir husus ise “Neden buradalar?” sorusunun cevaplanmasıyla birlikte önemini kaybetmesi. Çünkü cevabı aldığımızda Arrival’ın şok etkisi yaratan büyük numarası açığa çıkıyor. Asıl soru cevaplansa da havada kalıyor, havada bırakılıyor. Bu noktadan itibaren hikâye ustalıkla genelden özele kaydırılıyor. Son derece doğru bir tercihle olayın toplumsal ayağı ikinci plana atılıyor. Dilbilimci Louise Banks’in kanserden kaybettiği kızıyla ilişkisini açılış sekansında özetleyen Villeneuve, film boyunca bu ilişkiye kısa kısa geri dönerek seyircisini odaklanması gereken yöne çekiyor. Bu ilişkinin dramatik yapıya hizmet etmenin yanında başka bir işlevi olduğunu seziyoruz.

Arrival, dünyamızda vuku bulacak bir uzaylı ziyaretiyle beraber yaşanacağını öngörebileceğimiz toplumsal olayları ve ülkelerin böyle bir durumda alacakları tavrı, insani boyutu ön plana çıkararak irdeliyor. Birbiriyle geçinemeyen, dünyada barış içinde yaşamayı beceremeyen milletlerin, birlik olup olamayacağı meselesi filmin kafa yorduğu konulardan biri. Arrival, suçu kendimizde aramamız gerektiğini söyleyerek çok doğru bir noktaya parmak basıyor. Villeneuve, asıl tehlikenin kendimiz olduğunu üstüne basa basa söylerken iletişimsizliğe vurgu yapıyor. Birbirimizle sağlıklı bir iletişim kuramıyorken, dünya dışı bir ırkla nasıl anlaşabiliriz? Cevap ise oldukça basit… Uzay gemileri dünyanın 12 farklı noktasına inse de, biz Amerikan cephesinden bakıyoruz ancak rahatsız edici Amerikancı bir bakış açısıyla değil. Diğer ülkelerin yaklaşımını göz önünde tutarak, Amerika’nın “bizim suçumuz değil, biz başlatmadık” demeye getirdiğini, sorumluluğu diğer ülkelerin üzerine atıp, kendisini masum gösterme çabası içinde olduğunu düşünmemiz de olası. Yine de bir Amerikan bayrağının dalgalanmaması ve Amerikan milliyetçiliği yapılmaması filmin artılarından.

Steven Spielberg’ün dost uzaylı algısıyla tür kapsamında çığır açan bilimkurgusu Close Encounters of the Third Kind (Üçüncü Türden Yakınlaşmalar)’ın Arrival üzerinde ciddi bir etkisi var. İlk teması filmin sonlarına saklayan ve uzun bir sekansla gerçekleştiren Spielberg, üçüncü türle iletişim sorununu müziğin evresel diliyle çözüyordu. Arrival’da bu sorun görsellikle bertaraf ediliyor. İlk temasın kurulması ve yöntemi dışında tamamen farklı kollardan besleniyorlar. Villeneuve’un filmi Close Encounters of the Third Kind’a Interstellar ayarı çekiyor deyim yerindeyse. 70’li yıllardan bugüne köprünün altından çok sular aktığını, söylenecek yeni pek bir şeyin kalmadığını düşünürsek, çehresi değişen bilimkurgu sinemasının aynı temalar etrafında dönerken gerekli modifikasyonu gerçekleştirmesi şart. Arrival’ın yaptığı da tam olarak bu. Senarist Eric Heisserer, Interstellar’ın uzay yolculuğu filmine yepyeni bir boyut katmasını, Christopher Nolan’ın denkleme yeni değişkenler ekleme düşüncesini harfiyen Arrival’a uygulamış. (Filmin tadını kaçırmamak için buradaki değişkeni yazmıyoruz) Böylece ilk temas filmi yepyeni bir hüviyet kazanabilmiş ve modernize edilebilmiş diyebiliriz. İşin en ilginç yanı ise burada bir “Olmasaydın… Olmazdık.” durumunun yaşanması. Interstellar olmasaydı Arrival -en azından bu haliyle- olmayacaktı. Interstellar etkisi o kadar bariz ki, film son düzlüğe girdiğinde kurgu anlayışından duygusal boyutuna kadar pek çok benzerlik görüyoruz. Taklit yok, etkileşim var diyelim. Toparlarsak; Interstellar gibi sırtını büyük numarasına yaslayıp, seyircinin aklını başından almayı beceren Arrival, kurduğu atmosfer, müthiş sinematografisi ve naif yaklaşımıyla günümüzün bilimkurgu klasiklerinden birine dönüşmekte hiç zorlanmayacak.

Son söz: Villeneuve, kabuğunu kırıyor ve anlatısını belki bir daha ulaşamayacağı bir seviyeye çıkartarak, son yılların en iyi bilimkurgu filmine imza atıyor. 10\10

9 Kasım 2016

Bir Zamanlar Sinema öneriyor #54 Across the Universe


Across the Universe efsanevi müzik gruplarından The Beatles'ın 33 şarkısının arz-ı endam ettiği 2007 yapımı bir Julie Taymor filmi. Liverpool'dan yola çıkıp kayıp babasını aramak üzere New York'a giden Jude'un orda Lucy ile tanıştıktan sonra kendisini savaş karşıtı protestoların içerisinde bulmasını ve çiftin inişli çıkışlı ilişkisini ele alan film, 60'ların Amerika'sının da bir portresini çiziyor. Across the Universe'deki ana tema aşk ancak bu Vietnam Savaşı'nın gölgesinde yaşanan bir aşk...

Yönetmen Julie Taymor, 1999 yılında Titus ile teatral bir işe imza atmıştı. 2002 yılında Frida Kahlo'nun sanat ve hayat hikayesini anlattığı filmiyle de resim sanatını mercek altına aldı. Across the Universe'de ise müziği filminin ana karakteri yapıyor. İlk olarak The Beatles hayranlarına seslenen Across the Universe, hikayesi biraz zayıf olsa da nefis The Beatles şarkıları ve görselliğiyle bu açığını kapatıyor. Filmde The Beatles yok ama unutulmaz Beatles şarkıları; Hey Jude, Lucy in the sky with diamods (ana karakterlerimiz Jude ve Lucy'e ismini de veren şarkılar) Let ıt be, Something in the way, All you nedd is love, I'am the walrus filme de adını veren Across the universe ve daha fazlası hikaye örgüsü içindeki yerleri itibariyle sırayla çıkıyor karşımıza. Ve Strawberry field forever eşliğinde çileklerin Vietnam'a bomba olarak yağdığı sahne filmin en etkileyici anları şüphesiz. The Beatles şarkılarını filmin genç ve yetenekli isimleri Jim Sturgess ve Evan Rachel Wood başta olmak üzere bütün oyuncular başarıyla seslendiriyor.

Across the Universe, başta animasyon sahnesi olmak üzere yer yer şarkılara eşlik eden koreografileriyle ve sanat yönetimiyle atası Pink Floyd: The Wall'ı, savaşa ve militarizme karşı olan tavrıyla da Milos Forman'ın 1979 tarihli müzikali Hair'ı hatırlatıyor hemen. Elbette bu iki klasikten etkilenirken ve onları referans alırken kendi kimliğini de ortaya koymayı başarıyor. Abba şarkılarından oluşan Mamma Mia gibi şarkıların neye hizmet ettiği belirsiz, dağınık bir iş değil karşımızdaki film. Aksine şarkılar bir bütünün parçaları gibi hikayeye ustaca yedirilmiş. Zaman zaman kopukluklar olsa da seyir zevkini etkilemediğini belirteyim. Ayrıca video klip estetiği de filme çok yakışmış. Filmi izlerken The Beatles 'best of'una uzun bir klip çekilmiş hissiyatına da kapılmanız olası ancak bu olumsuz bir eleştiri değil. Eleştirmenlerden ve seyirciden geçer not alan bu müzikal film, 60'lar ruhunu yansıtan sanat yönetimi, üslubu, sevgi ve barış mesajlarıyla ilgiyi hak ediyor. Filmi sevmek için Beatles hayranı olmaya gerek yok, ama müzikalleri sevmek şart.

1 Kasım 2016

Doctor Strange Yapım Notları


Çizgi romanlarındaki ilk çıkışını 1963’te yapan Mistik Sanatlar Efendisi Doktor Stephen Strange’in hikayesi olan Doctor Strange, beyazperdedeki ilk yolculuğuna çıkıyor. Bizde 4 Kasım'da seyircisiyle buluşacak olan film, vizyona girdiği yerlerde genel olarak olumlu tepkiler aldı.

Hikaye: Dünyaca ünlü nörocerrah Doctor Stephen Strange, geçirdiği korkunç bir araba kazasından sonra ellerini kullanamamaya başlıyor ve hayatı sonsuza dek değişiyor. Alışılmış tıp onu yarı yolda bırakınca iyileşme ve ümit için alışılmadık bir yere – Kamar-Taj olarak bilinen gizemli bir yerleşim bölgesine bakmak zorunda kalıyor. Çabucak burasının sadece bir iyileşme merkezi değil, aynı zamanda gerçekliğimizi yok etmek üzerine kurulu görülmemiş karanlık güçlere karşı bir savaş cephesi olduğunu öğreniyor. Strange kısa sürede yeni sihirli güçlerle kuşanıyor – ve şöhret ile statü dolu yaşamına geri dönmekle her şeyi geride bırakarak var olan en güçlü sihirbaz olarak dünyayı korumak arasında seçim yapmak zorunda kalıyor.

Yapımcı Kevin Feige, “Marvel Evreninde pek çok filmde gördüğümüz bazı sokak seviyesi anlatımları mevcut. Bunlar da ‘Thor’, ‘Galaksinin Koruyucuları’ ve ‘Yenilmezler’ filmlerinin bizi götürdükleri kozmik seviyeler. Ama Marvel çizgi romanlarının her zaman süper önemli bir doğaüstü yanı da var ve biz henüz ona pek dokunmadık. Ve ‘Doctor Strange’ filmi bu diyara girmemiz için kusursuz bir giriş noktası oldu.”

Filmi yönetmek üzere katılan Scott Derrickson, “Lanet” ve “Şeytan Çarpması” gibi pek çok filmiyle tanınıyor. Derrickson bu filme, seyirciyi Marvel Sinema Evreninin en yeni Süper Kahramanını tanımlayan sihir dünyasına ve alternatif boyutlara taşıyacak doğaüstü ve paranormal görüşü katıyor. 

Yapımcı Kevin Feige, “Scott Derrickson’ın muazzam bir başarı listesi var ve eğer en eski günlerden en yakın filmlerine kadar yaptığı işlere bakarsanız sürekli janrlarla oynadığını; sürekli janr yıktığını görebilirsiniz.” şeklinde yorumluyor ve sözlerine şöyle devam ediyor; “Bazen dosdoğru içine dalıyor, bazen biraz çeviriyor. Biz de Marvel’de tam olarak bunu yapmayı seviyoruz. Yaptığımız birkaç harika toplantıda bizi Doctor Strange yolculuğuna çıkartacak adamın bu adam olduğunu anlamıştık.”

Derrickson için “Doctor Strange” filmine yönetmenlik yapma fırsatı sadece hayalinin gerçekleşmesini sağlamamış, aynı zamanda çok da iyi uymuş. Derrickson, “Doctor Strange her zaman en sevdiğim çizgi roman karakteri olmuştur. Sadece Marvel Evreninde değil, bütün çizgi romanlar içinde. Bu çizgi romana yakınlık hissetmemin sebebi mistisizm düşüncesini ve tamamen gizemli bir evren kavramını çok ciddiye alıyor olmam. Etrafımızın bilim araçlarıyla ölçebildiğimizden fazla şeyle çevrili olduğuna inanıyorum ben. ” diyor.

Derrickson, bu filmin görsel olarak canlandırılmasına yaklaşımı, alternatif boyut bilimini ciddiye almak ve boyut teorisinin son derece inanılır ve mantıklı olabileceğine fikrine saygı göstermek ve bunu Marvel Sinema Evreninin şu ana kadar yarattığı zemine giden bir yol olarak kullanmak oldu. 

Ama bu “Doctor Strange”deki tüm sihrin bilimsel olduğun anlamına gelmiyor. Derrickson bunu şöyle açıklıyor; “’Doctor Strange’ filminde sihir sadece sihir. Ve bu sihri ‘sihir’ yapan şey de bilimsel anlayışın ötesine geçiyor olması. Mistisizmi ‘Mistisizm’ yapan şey bizim bilimsel, olgusal ve kanıtlanabilir saydığımız kategorilerimizin ve bilgimizle anlama becerimizin ötesine geçmesi. Ben mistisizm fikrini gerçekliğin yokluğu olarak değil, algıladığımızdan daha fazla gerçekliğin var oluşuna bağlıyorum.”

Yönetmene göre Doctor Stephen Strange’in kavraması gereken bilimle sihir arasındaki bölünme onu ilginç bir karakter yapıyor ve; “Şüpheci ve materyalist biri olan, sihir ve mistisizme karşı son derece karşıt düşünen Stephen Strange, zihnini bu dünyada düşündüğümüzden fazlası olabileceğine açmak zorunda kalıyor. Dünya görüşünün tamamen genişlediği bu karakterin yolculuğuna hayran kaldım. Gerçek dünyada insanların zihinlerini açmaya cesaret ettiklerini ve dünyanın düşündüklerinden daha fazlasına sahip olabileceğini gördükleri zaman da onlara hayranlık duyuyorum ve Stephen Strange’in yolculuğu da bu.” diyor. 

Marvel Stüdyolarının “Doctor Strange” filmi dünya çapında pek çok mekanda çekildi, buralara Londra, New York, Hong Kong ve Katmandu, Nepal dahil. Bu da filmi gerçekliğe bağlamaya ve karakterlerin gerçekten var olabilecekleri inancını arttırmaya yardımcı olan 21 pratik setin yapımını kapsıyor.

Bir gerçeklikten diğerine, iki, üç, dört boyutlu dünyalara ve ötesine geçişler sırasında hikayenin yön bulması için filmin tasarımına özgün renk, ışık, yansıma ve grafikler kullanılmış. Wood, “Bu tarz hayalimsi dünyaların hepsine ışıltı yaratan renkler, ışıklar ve yansımalar koymayı denedik. Yarattığımız alanların hepsi oldukça grafik oldu. Bu film çizgi romandan uyarlandığı için sürekli güçlü ve grafik, fazla renkli değil ama zengin olan bir hayal gücü için çaba gösterdik ki bu da hiç kesilmeden Doctor Strange’in ziyaret ettiği gizemli yerlerde devam ediyor. Bu çok ilginç bir film çünkü gerçek bir sette bir kapıyı açtığınız zaman tam olarak neyin içine gireceğinizi asla bilmiyorsunuz.” diyor.

Seyirci Doctor Strange'i izlerken ne beklemeli? 

Benedict Cumberbatch şöyle cevaplıyor, “Bu filmde çok fazla gerçek dünya canlı aksiyon bulunuyor. Çokça drama ve komedi var. Ama aynı zamanda Marvel’in her bir filmde giderek daha da iyi olduğu olağanüstü fantastik bir macera ve çılgınlık var. Bu sahnelerdeki ortamların önemi, içerik ve aksiyon daha da zengin. Bu harika bir sinema deneyimi olacak.”

Rachel McAdams ekliyor, “Burada paralel evrenler, zaman yolculuğu, yıkım ve tekrar yapım var. Kendimizle ilgili kabul edebileceklerimiz ve sınırlarımızı ne kadar zorlayabileceğimiz konusunda beyinde yepyeni bir bölümün kilitlerini açıyor. Bence bu çok heyecan verici.”

Yönetmense kusursuz bir şekilde özetliyor. "Doctor Strange’in garip, tutkulu, çılgın ve uç noktalarda bir aksiyon filmi olmasını bekleyebilirsiniz. Bu film daha önce hiç görmediğiniz şeylerle dolu. Her bir set parçası, geçmişte hiç görmediğimiz şekillerde ve seyirciye taze görsel, eğlence ve adrenalin dolu sahneler sunmak üzere kullanılmaya çalışıldı.”