29 Temmuz 2012

Cloud Atlas geliyor...


2000'ler bilim kurgusunu şekillendiren iki isim The Matrix ile Andy ve Lana (eskiden Larry idi) Watchowski kardeşlerdir. Matrix üçlemesi sonrasında kariyerleri düşüşe geçen kardeşler sonunda aradıkları projeyi bulmuşlar gibi görünüyor. Ve yanlarına Run Lola Run ve Parfume. A Story of a Murderer'ın Alman yönetmeni Tom Tykwer'i de alarak David Mitchell'in Cloud Atlas (Bulut Atlası) adlı bilim kurgu romanını sinemaya uyarladılar.

Cast: Tom Hanks, Hugh Grant, Susan Sarandon, Hugo Weawing, Halle Berry, Jim Brodbent, Jim Sturges vs. Şaşırtıcı ve Zengin bir oyuncu kadrosu var fakat bilim kurgu sinemasında görmeye alışık olmadığımız Tom Hanks, Hugh Grant, Susan Sarandon gibi isimler birer soru işareti.

Hikaye: 1850'de Pasifik'i geçen bir gezgin, Belçika'daki savaşlar sırasında maddi açıdan istikrarsız bir hayat süren suskun bir besteci, Reagan döneminin California'sında asil ruhlu bir gazeteci, alacaklılardan kaçan bir yayınevi sahibi, ölüm sırasını bekleyen genetiği değiştirilmiş bir garson, bilim ve medeniyetin karanlık yüzüne tanık olan Pasifik'te yaşayan bir adalı... Filmde iç içe geçmiş 6 hikaye yer alıyor. Hikayelerden her biri ardından gelen hikayenin ana karakterinin ağzından anlatılıyor ve anlatıcılar birbirlerinin seslerini daha doğrusu seslerin yankısını duyuyor. Hikayelerin bazıları geçmişe, bazıları da geleceğe götürüyor bizi. En can alıcı nokta ise hikayelerin iç içe geçmesi ve birbirleriyle sıkı sıkıya bağlı olmaları. Gelecekte geçen bölümlerde Post Apokaliptik bir dünya ile baş başa kalacağız.


Önyorum: Hikayelerin aralarındaki zamansal fark akla hemen 2001: A Space Odyssey'i ve The Fountain gibi filmleri getiriyor. Bu bir bilim kurgu filmi ancak az önce saydığım iki filmde olduğu gibi tarihin derinliklerine götürecek bizi. Oyuncuların birden fazla karakteri canlandırdığını düşünürsek (Hugh Grant'ın 6 ayrı karaktere hayat verdiği söyleniyor) Cloud Atlas'ın The Fountain ile sıkı bir akrabalık bağı olduğunu bile söyleyebiliriz. Cloud Atlas'ın tam olarak hangi filmlerin izinden gittiğini, hangilerinin atası olacağını veya olup olamayacağını şimdilik kestirmek zor ama 5.5 dakikalık fragman bir çok ipucu veriyor. Paralel evrenler, insanlığın kendi sonunu hazırlayışı, kader, aşk, cesaret gibi temalar göze çarpıyor. Görsel olarak tatmin edici olacağına şüphe yok fakat en büyük soru işareti farklı mekanlar, farklı zamanlar (parçalı anlatım) ve geniş karakter skalasını düşünürsek bunlar arasında gidip gelirken dağınık olmamayı başarabilirse tüm sorunları da aşabileceklerini ve 2000'ler bilim kurgu sinemasına yeni bir başyapıt daha armağan edebileceklerini düşünüyorum. Zor ama imkansız değil. Umutla beklemeye devam edelim.

28 Temmuz 2012

Watchmen

"What happened to the Amerikan Dream?" It came true! You're lookin' at it... -Ed Blake aka Comedian
Bir başka Amerika...
Çizgi romanların belki de en farklısı ve en saygıdeğer bulunanı olan Watchmen, Alan Moore tarafından yaratılmış. Hayranları tarafından çok değerli kabul edilen kısa süreli Watchmen çizgi romanı, zamanının efsanesi. Ama yine de Watchmen'in çizdiği bir başka Amerika var bize. Rammstein'in o dinlenesi  olan şarkının nakaratı " We are all living in Amerika, Amerika. Amerika is Wunderbar" değil her şey. Her yere yayılıp kendi sinemasını pazarlayabilen ve Amerika düşlerin ötesinde bir hayat gerçeğini sunan Amerika'da bir distopya olabilir. Amerikan rüyasına ne olmuş bir bakalım o zaman.

Daha karanlık, daha içe dönük ama asla "Wunderbar" değil. Emperyalizmden, süper güç imajından ve dünyayı kendi menfaatlerine göre tasarımlamasından bir sinema filmiyle vazgeçip kendi derdine düşüyor (belki bir üçüncü dünya ülkesi gibi, iç savaş, derin devlet, katliam) Amerika bir bakıma kendini sorguluyor. Sorgularken de kurgulanan yeni Amerika'yı tam bir mit üstünden anlatıyor. İşin ilginci, süper kahraman miti üstünden 20.yy'daki Amerika'ya eleştirel bir bakış yapıyor. Süper kahramanlar normal insanlar gibi ölebiliyor bile. 1940-87 arası yaşanan tarihsel sürecin ele alındığı Watchmen, bir yandan süper güç olan Amerika'yı tüm vahşiliğiyle, soğuk savaş dönemine, nükleer döneme, dedective genrasına geri dönüyor. Asıl filmin problematiği; Amerika bir süper güç müdür yoksa süper emperyalist midir? Amerikan rüyası mı yoksa hiçbir zaman rüya olamamış bir Amerika, yoksa kabus mu? Amerika bir mit dünyası mı?

Rusya'yla Amerika arasında nükleer bir savaş yaşanacaktır, bunu önlemek için sadece yeni süper kahraman gruplarından Watchmen harekete geçer. Ama Watchmen, birbirinden zamanla kopmuş, hükümet tarafından yasalarla yasaklanmış bir süper kahraman birliği olarak karşımıza çıkıyor. Bir anlamda illegal bir birliktelik olarak değerlendiriliyorlar. Birlikten çok tek yaşayıp, hayatlarını yaşamaya çalışan yasadışı bir süper kahraman birliği var. İkinci Dünya Savaşının kahramanları (gerçekten kostüm giymiş kahramanlar, hatta isimleri Minutemen; Amerikan devrim savaşında silahlı partisan bir grup) eliyle kazanılması, Nixon'ın 3. kere başkan seçilmesi (Watergate etkilememiş olacak), Vietnam Savaşının kazanılması durumları ortaya çıkıyor. Elona Gay gemisinin isminin Miss Jüpiter olması da göze batan ayrıntılardan. Aslında tüm Amerika'nın 1940'lardan 80'lerin sonuna doğru akan tarihsel süreci bir seferde önümüzden akıp gidiyor. Tüm bunlar bizi bu Amerika başka bir Amerika demek için adeta önümüze konmuşlar. Daha karanlık, alternatif bir Amerika portresi çiziyor. Alternatif ama kime neye göre? Amerika her zaman alternatif bir ülke değil miydi zaten. Kahramanlar tam bunun üstüne gidiyorlar. Statusquoyu korumak için el ele veriyorlar.


Film, ilk sahnede kahramanlar grubunun veteran üyesi olan Komedyen'in öldürülmesiyle başlıyor. Watchmen grubunun üyesi olan Rosarch, bu saldırının süper kahramanlar üstüne yapıldığına inanıyor ve araştırmaya karar veriyor. Aslında basit bir tetikçinin girmesi olarak da görülebilir bu olay. Çünkü Komedyen bizim alışageldiğimiz kahraman etiğinden (kendi etiği) bağımsız, hükümet yanlısı bir kahraman. Zaten kahramanlık yapabilmek için tek şansı o. Acımasızlığı ve şiddete olan açlığının bir de Apocalypse Now filmine göndermeyle tamamlanması onu Amerika'nın vahşi kapitalist, emperyalist bir süper güç haline benzetebiliriz. Ölmesi aslında dediğim gibi Amerika'nın kendi kanlı ve karanlık iç hesaplaşmasının başlamasını sembolize ediyor.

Rosarch, Komedyen''in evine bir ziyaret yaptıktan sonra birer birer eski ekibini ziyaret ediyor. İlk ziyaret ettiği kişi, Daniel oluyor. Kendi normal hayatını yaşamaya çalışan bu adam, çoktan kahramanlıklardan vazgeçmiştir. Normal hayat normal iş ve belki kariyer yapma çabasındayken davetsiz bir misafir olarak Rosarch'ı karşısında buluyor. Rosarch, onu Komedyen'in öldürüldüğünden haberdar ediyor ve bu işte ona yardımcı olmasını söylüyor. Kendini normal bir hayata odaklamış olan baykuş adam için kolay bir karar süreci gerçekleşmiyor yine de eski arkadaşının hatırına ekibin kalanını (John, Laurie ve Adrian'ı) görmeye gidiyor. Daniel karakteri Ros'un komplo teorisini hem sorgulaması hem de daha sonra kabul etmesi bakımından önemlidir.


Herkesten önce John'u anlamak önemli olabilir. John, baba mesleği olan saat yapımını babasının istememesi üzerine terk eder. Bir fizikçi, bir nükleer mühendis olarak nükleer reaktör üretmeye gayret eder. Kız arkadaşı Jenny Slaterve fizikçi arkadaşlarıyla birlikte bir proje üstünde çalışırken her şey ters gider ve John belki de bilim kurbanı olarak saf enerji halini alır. Mavi bir enerjinin içinde kas yığını haline gelen John'un hayatı artık aynı olmaz. John, Dr. Manhattan adını alır, tek süper gücü olan süper kahraman olur. John'un hayatı günden güne kötüleşirken ekibe yeni katılan Lauri'yle aşk yaşamaya başlar. Kendini nükleer reaktör işine adar. Nükleer reaktör yapımını da Amerika'nın karanlık sırlarından biri olduğunu belirtmek lazımdır. Demokrasinin neferi olarak tüm ülkelere karışma yetkisini kendinde hak olarak gören bu süper güç Amerika için bile 'dirty secret' (bir kara lekedir) bu nükleer reaktörler. John  istemeden kontrolü elinden kaçıracaktır. John'un hayatı normale dönmesi şöyle bir dursun günden güne kendini toplumdan izole edecektir ve kadar ki kendini Mars'a taşıyacak kadar insanlığa olan güvenini kaybedecektir.

Öte yandan, Adrian filmin kötü adamıdır. Her şeyi baştan planlayan odur. Ama bu kötü adam kötü bir adamlıktan çok bir kötü adamlıktan bir ütopyaya ulaşma derdindedir. Dünyayı kurtarmayı istemektedir. Adrian dünyanın en zeki adamıdır ve Amerika - Rusya arasındaki savaşa son vermek istemektedir. Onun ideali firavun Ramses ve Büyük Alexander gibi liderin yaptığı gibi bir dünya hakimiyeti yaratmak. Bir nevi bir dünya diktatörlüğü düşünülebilir. Son tahlilde Adrian'ın şu cümlesi kendini açıklıyor: " Conquest not of men, but of theevils that beset them. Fossil Fuels. Oil. Nuclear Power. Like a drug, and you, gentlemen, along with foreign interests, are the pushers."


Amerikan kahramanlarının sembolize ettiği bu Amerika, envai çeşit Amerika rüyası sunuyor. Amerika rüyasının distopyaya dönüş sürecinde kahramanlar reddediliyor çünkü kendi idealleri ve kendi güçleriyle Amerika hükümetine bile çalışsalar Amerika'ya bile tehdit oluyorlar. John bir yerden insanlığa bir bilim insanı bakışı koyarken, Adrian insanlığın tek bir yerden yürütülmesi gerekliliğini idealize ederek bugünkü anlamda emperyalist bir ekonomik sömrüyü gösteriyor. Komedyen ise tüm bu olayların başladığı yerde duruyor. Amerikan rüyasına ne oldu diyor. Rüyaydı gerçek oldu ve sen ona bakıyorsun. Watchmen, bir Amerikan rüyasının ancak bir fantezi-distopya arasında gidebileceğini bize anlatıyor. Eninde sonunda bu kadar farklı idealllerin sonunda bir dünya hakimiyeti yaratmak ancak yalanla bir barış sağlamakla mümkün oluyor. Rosarch, son sahnede Adrian'ın yaptklarını dünyanın bilmesi gerekliliğini ortaya koymasına karşın John ve Adrian ona karşı katılmıyor. Rosarch, sonunda yok oluyor. Herhangi bir dünya düzeninde doğrulara ve etik değerlere çok da ihtiyaç olmayacaktır. Yalandan bir barış dünyanın seyrini, dengesini şu anlık yerine oturtacaktır.
                                                                                                           Burç Karabulut

26 Temmuz 2012

En iyi 10 David Cronenberg filmi


Kariyerine 60'lı yılların ortalarında başlayan David Cronenberg'in filmografisini şekillendiren ve fetiş konularını belirleyen şey üniversitede gördüğü biyoloji öğrenimi olmuş. İnsan vücudu ve deformasyonlarını saplantı haline getiren, teknolojiyi de bu saplantıya ortak edip korku\gerilim ve bilim kurgu türlerinde benzersiz filmler üretti Cronenberg ve üretmeyi de sürdürüyor. 70'li yıllarda korku türünden vazgeçmezken 80'lerde bilim kurgu- bilim kurgu\korku örnekleriyle çıktı karşımıza. 90'lardan itibaren de türsel çeşitliliği yakaladı diyebiliriz. 2000'li yıllar itibarıyla daha oturaklı filmler yapmaya başlayan üstat insan bedeninden insan zihnine geçiş yaptı bir bakıma. Spider ve A Dangereous Method bunun bir göstergesi. Cronenberg'in son filmi Cosmopolis'in gösterimi yaklaşırken 3 arkadaş bir araya gelip en iyi 10 David Cronenberg filmini seçtik. Ortaya 3 farklı liste çıktı ve bu 3 listeden ortak bir liste çıkarmaya çalıştık. Bu dosyaya verdikleri yüksek katkıdan dolayı Enes Hadzibegovic ve Cinephile7'ye çok teşekkür ediyorum. Onların katkılarıyla güzel bir iş çıkarttık diye düşünüyorum.

The Fly
1- The Fly (1986)

1958 yapımı derinlikten yoksun bir bilim kurgu filmi olan The Fly, David Cronenberg'in ellerinde 80'li yılların tür adına en iyi filmlerinden biri olup çıkıyor. Seth Brundle adlı bir bilim adamının teleportasyon deneyi esnasında farkında olmadan bir sineğin genleriyle kendi genlerinin birleşmesi sonucunda sineğe dönüşümünü konu ediyor filmimiz. Korku ve bilim kurgusal öğeleri dramatik bir yapı etrafında kurgulayan Cronenberg; ana karakterin geçirdiği mutasyonun evrelerini ustalıkla ve görsel olarak da kusursuzca betimliyor. The Fly'ı listenin tepesine yerleştirmemizin sebebi hangi açıdan bakarsanız bakın dört dörtlük oluşu ve döneminin bilim kurgu türü adına tanımlayıcı filmlerinden biri olmasındandır. Alien (1979) sonrası bilim kurgu\korku geleneğinin kusursuz bir yansıması. Kısacası Cronenberg, kendi sinemasının doruklarında geziniyor.

Crash
2- Crash (1996)

J. G. Ballard'ın uyarlaması imkansız gibi görünen romanına David Cronenberg yorumu... Crash, tartışmasız Cronenberg sinemasının en uç noktası olmakla birlikte tarif etmesi çok zor bir film. Erotizmin sınırlarını zorlayan ve bu sebeple başı pek çok ülkede sansürle belaya giren film; araba kazalarını seksle bütünleştirip 90'lı yıllar sonrasında iyiden iyiye hayatımızın bir parçası haline gelen teknolojiyle insan bedeni arasındaki ilişkiye dair tuhaf ve oldukça cüretkar bir deneme. İmgesel anlatımıyla genel seyirci kitlesi için fazlasıyla zorlayıcı ve rahatsız edici bir sinema yapıtı olmasına karşın sonuç tam bir zafer!


3- Videodrome (1983)

Bir frekanstan görsel yayın aracılığıyla yayılan, beyinde ve bedende çeşitli deformasyonlara yol açan bir sendromun etkilerinin anlatıldığı Videodrome; Cronenberg'in akli yapısını da en iyi anlatan filmdir. Basit bir B filmi çiğliğinde çekilen rahatsız edici sahneleriyle ölümden daha öte bir deneyim olarak tanımlanan sendromun etkileri başarılı bir isyan öyküsüyle bütünleşiyor. Bu temelde ilerleyen senaryo filmdeki garip illetlerin tedrici olarak bedenlere penetre olması misali, seyirciyi adım adım gerçeklikten soyutlayarak halüsinasyonların etkisine sokuyor.ve rahatsız edici bir yolculuk vaat ediyor. Cronenberg'in en güçlü filmlerinden.
                                                                                                        Cinephile7 yazdı

History of Violence
4- History of Violence (2005)

Yönetmenin çılgın gençliğinin hitama erdiği olgunluk dönemi yapımlarının ilki. Bambaşka ve yepyeni bir hayat kurmuş bir kahramanın geçmişte yaşadığı arızalı hayatının bir şekilde onu bulmasının en basit üslupla aksiyona yer vermeden anlatıldığı film, harika senaryosundan önce muhteşem kurgusuyla dikkat çekiyor ve bu sayede kafalarda oldukça temiz resimler bırakıyor. Filmin adının "Bir Şiddet Hikayesi" değil de "Şiddetin Tarihçesi" gibi iddialı bir şekilde sunulması ise Amerika'nın şiddet dolu geçmişini ve çağımız liderlerine yansıması alt metnini çaktırmadan ifade eden zengin, derin ve oldukça güzel bir yakıştırma.
                                                                                                           Cinephile7 


5- Existenz (1999)

90'lı yılların ikinci yarısından itibaren bilim kurgu sinemasında 'sanal gerçeklik' kavramı öne çıktı. David Cronenberg'in de söyleyecek iki çift sözü vardı elbete. Existenz'da tekrar insan bedeniyle teknolojiyi bir bütün olarak düşünen Cronenbeg bir nevi fantezilerinin peşinden gitmiş diyebiliriz. Filmin büyük bir kısmı Existenz adı verilen, gerçekle sahte olanın ayrımının çok zor olduğu bir oyunun içinde geçmekte. Oyunun yaratıcısı Allegra Geller, oyununu bir denek grubuyla test etmektedir. İşler hiç de beklendiği gibi gitmeyecektir. Oyuna anne kordonuna benzer bir kordonla bağlanılması gibi yaratıcı fikirlerle dolu tam bir Cronenberg filmi Existenz. Aradan geçen 13 yıllık dilimde yaşanan teknolojik atılımları düşünürsek Cronenberg'in resmettiği dünyaya yaklaştığımızı göreceksiniz.

Naked Lunch
6- Naked Lunch (1991)

1940'larda 'beat generation' denen, garip ve kafası gerçekten bir dünya akımın bayrak taşıyan temsilcilerinden William Burroughs'un kendi zen yolculuğunu temel alarak yazdığı en önemli eserinden uyarlama. Yazarı pek bir güvenip bilinç ve bilinçaltı arasında, yarı uyur yarı uyanık bir atmosferde geçen bu romanı uyarlasa uyarlasa Cronenberg uyarlar diye ustanın ellerine kitabı teslim etse de roman kadar mükemmel ama bir o kadar da romandan uzak olan film; yazarı yönetmene fena küstürmüştür. Böceklerin makro teşhirleri ve her zamanki gibi insan vücudunun (ve hatta bu sefer bilincinin de) deformasyonuna dair muhteşem bir zihin oyunu olan yapım Cronenberg'in filmlerindeki havanın en derin  soluklanabileceği aykırı bir başyapıt.
                                                                                                          Cinephile7 

The Brood
7- The Brood (1979)

Cronenberg'in ilk dönem filmleri görsel ve estetik açıdan biraz zayıftır ancak korku adına ürettiği mühim filmler de bu dönemin ürünü olan Shivers (1975), Rabid (1977) ve The Brood'dur. Eş düzeyde olduğunu düşündüğümüz bu üç filmden sadece birini dahil edebildik bu seçki içerisine. Bir klinikte aykırı yöntemlerle hastalarını tedavi eden bir doktor, çılgın bir hasta (kadın) ve o hastanın sinirlendiğinde öfkesini kusan ucube cüceler vasıtasıyla yaratılan korkunun hikayesi denilebilir bu film için. Cronenberg'in korku ve gerilimi derinden hissettirdiği ve bu türdeki yetkinliğini ispat ettiği çalışması The Brood. Bugün iyi korku filmi bulmakta zorlananlar için ilaç gibi gelecektir. Cronenberg'in fetiş konularını bu filmde de bulmak mümkün.

Dead Ringer
8- Dead Ringers (1988)

Jeremy Irons'ın kusursuzca hayat erdiği tek yumurta ikizi olan jinekolog kardeşlerin tuhaf öyküsü eleştirel anlamda ciddi bir başarı kazandı. Yine bir edebiyat uyarlaması olan Dead Ringers'ta Beverly ve Elliot kardeşlerin paylaşımcı yaşamı hayatlarına bir kadının girmesiyle tehlikeli bir boyuta taşınır. Cronenberg'in Jinekoloji ve Jinekologlar üzerine ciddi bir araştırma yaptığı, ana karakterlerini ve farklılıklarını özenle dokuduğu film özellikle Jeremy Irons'ın ikiz kardeşler arasındaki nüansları ustalıkla vermesiyle takdir topladı. Türsel açıdan nereye konumlandıracağımızı kestirmenin zor olduğu eksantrik bir film bu.

M. Butterfly
9- M. Butterfly (1993)

Cronenberg, M. Butterfly'da batılı bir diplomat ve Çinli bir opera sanatçısının 1960'ların Çin'inde yaşadıkları dramatik aşk öyküsünü perdeye taşır. O güne kadar yaptığı tüm işlerden farklı bir filme imza atan Cronenberg, karışık tepkiler aldı. Kimisi sıkıcı bir drama olarak nitelendirdi M. Butterfly'ı kimisi de övgü düzmekten geri durmadı. Bize göre de üstadın hakkı teslim edilmemiş çalışmalarından biri M. Butterfly. Özellikle bir batılının gözünden doğuya- doğu insanına bakışı ve şaşırtıcı sonuyla takdiri hak ediyor. Deli dolu Cronenberg filmlerinden hazzetmeyenler için iyi bir başlangıç filmi olabilir pekala.

Spider
10- Spider (2002)

Spider, Cronenberg sinemasındaki değişimin en belirgin göstergesi oldu. Akıl hastanesinden çıktığında adım adım geçmişin acılarıyla yüzleşen şizofren Dennis Clegg'in öyküsü sona gelindiğinde iç burkan bir hal alıyor. Cronenberg'in ağır ama ustalıklı anlatımı, Ralph Fiennes'ın büyük oyunuyla dengesini hiç kaybetmeyen, bunun yanında gizemini de sonuna dek korumayı başaran Spider; temeli sağlam atılmış ve malzemeden çalınmamış bir bina gibi. Kısacası  Dennis Clegg, halisünasyonlarıyla gerçek arasında gidip geliyor ve kendi gerçekliğini bulmaya çalışıyor. Bize de onun peşinden gitmek kalıyor. 

22 Temmuz 2012

Extremely Loud & Incredıbly Close

Billy Elliot, The Hours ve The Reader'ın başarılı yönetmeni Stephen Daldry, her biri Oscar yarışı içinde yer bulan filmlerine bir yenisini daha ekledi. Daldry'nin son filmi bir roman uyarlaması olan Extremely Loud & Incredıbly Close (Çok Gürültülü ve Çok Yakın) bu yıl En iyi film ve En iyi yardımcı erkek oyuncu (Max Von Sydow) dallarında Oscar adayı olmuş ama eli boş dönmüş filmlerden.

9 yaşındaki Oskar özel bir çocuktur. Trajik 11 Eylül saldırısında babasını kaybedince hayatı alt üst olur. Evde babasına ait esrarengiz bir anahtar bulunca uzun soluklu bir yolculuğa çıkar. Oskar, şehri dolaşırken birbirinden farklı insanlarla tanışacak ve hayatına anlam kazandırmaya çalışacaktır.

Extremely Loud & Incredıbly Close, Amerika'nın 11 Eylül travmasının sinemasındaki yansımalarından biri. Film, 11 Eylül olayının ertesinde parçalanan bir ailenin toparlanma sürecini ve 9 yaşındaki bir çocuğun kaybettiği babasına olan özlemini, onu 'yaşatma' çabasını geri dönüşlerle ve duygusal bir tonda -aşırıya kaçmadan- anlatıyor. Daldry, film boyunca önümüze bazı soru işaretleri koyuyor ama bu soruları cevaplandırmak için hiç acele etmiyor. Son bölümde parçalar birleştirilip bir anlam kazandırılıyor. Ağır ilerleyen film -Daldry'nin diğer filmlerinde olduğu gibi- merak unsuru sayesinde seyircisinin ilgisini ayakta tutmayı başarıyor. Dramatik yapısı ustalıkla kurulan öyküde düğüm çözülürken kimi çarpıcı anlarda boğazınızda bir yumru oluştuğunu hissediyorsunuz. Daldry, ustalıklı anlatımını tekrarlıyor tekrarlamasına fakat bir şeyler eksik bu filmde. Olumlu tepkilerin yanında genel tatminsizliğin sebebi sanırım bu. Ne eksik derseniz etkileyici ve umut dolu finaline karşın Extremely Loud & Incredıbly Close'un hikayesini ve duygusunu seyircisine tam olarak geçiremediğini söyleyebilirim. Uyarlama olarak baktığımızda romanın büyüsünü perdeye taşırken birtakım sorunlarla karşılaşıldığını düşünüyorum. Tom Hanks, Sandra Bullock özellikle de Max Von Sydow ve çocuk oyuncu Tomas Horn çok çok iyiler. Sonuç olarak bir çocuk masumiyetiyle 11 Eylül ve sonrasına bakış attığımız bu filmin en önemli yanı, 11 Eylül'ün Amerikan Edebiyatını ve daha çok da Amerikan Sinemasını beslemeye ve halkının da bu olayla yüzleşmeye devam edeceğini gösteriyor oluşu sanırım.

Son söz: Extremely Loud & Incredıbly Close, eksiklerine rağmen çok başarılı bir drama. Stephen Daldry, beklentileri boşa çıkarmadığı gibi filmografisine klas bir film daha ekliyor. 7\10

20 Temmuz 2012

Unutulmaz filmlerden unutulmaz kareler...

Klasikleşmiş bir çok filmde zihnimize kazınan anları vardır. O filmi ilk o karesiyle hatırlarız. Bu kare bazen filmin afişini de süsleyebilir. Filmin parodisi yapıldığında da o sahne veya an ti'ye alınır. Steven Spielberg'in bilim kurgu başyapıtı Close Encounters of the Third Kind'daki karenin büyüsünü hissedebilmek için filmi izlemiş olmak gerekir. Birdy'de ise ışık ve gölge ile çarpıcı bir an yakalanmış. Taxi Driver'da çoğunlukla Travis Bickle karakterinin silahını çekip ayna karşısında kendi kendine konuştuğu sahne ön plana çıkar ancak ben farklı bir anı seçtim. Kısacası 10 film, 10 kare...

Close Encounters of th Third Kind, Steven Spielberg (1977)


Birdy, Alan Parker (1984)



A Clockwork Orange, Stanley Kubrick (1971)



The Seventh Seal, Ingmar Bergman (1957)


Taxi Driver, Martin Scorsese (1976)


The Exorcist, William Friedkin (1973)


Repulsion, Roman Polanski (1965)



The Shining, Stanley Kubrick (1980)


Platoon, Oliver Stone (1986)




Trainspotting, Danny Boyle (1996)


18 Temmuz 2012

Oscar Tarihinde 10 Skandal Karar


1929'da dağıtılmaya başlanan Oscar ödülleri son yıllarda heyecanını yitirdi. İlgiyi artırmak amacıyla en iyi film kategorisinde 5 yerine 9-10 film aday gösterilmeye başlandı. Ödüllerin kime gideceğinin bir kaçı dışında tahmin edilebiliyor oluşu ve akademinin belli kalıpların dışına çıkmayı inatla reddetmesi biz sinemaseverlerin şevkini ve heyecanını kırıyor. Verilen ödüllerin kendi beğenilerimize ve kriterlerimize uymasını istiyor ve öyle de umuyoruz. Sinema Tarihinde vizyona girdiğinde olmasa da zamanla damgasını vurmuş bir çok klasik çağının ilerisini görebildiği halde akademi üyelerince görmezden gelinmiş ve pek çok kez Oscar'ların neye göre verildiği tartışma konusu olmuştur. Sonuç olarak Oscar almamış olması bir filmin değerini düşürmez diyor ve  Oscar tarihindeki en yanlış 10 kararı kendi süzgecimden geçirerek sunuyorum. Daha önce hiçbir yerde duymadığınız Komplo Teorilerim ile baş başa bırakıyorum sizi Not: Filmlerin Oscar'da yarıştıkları yılı değil vizyon tarihlerini not düştüm. Not 2: Bu dosyayı hazırlarken desteğini eksik etmeyen Twitter dostlarımdan @cinephile7'ye (Twitter hesabı) çok teşekkür ediyorum. Hemen hemen aynı filmler üzerinde hemfikir olmamız verdiğim kararların doğruluğu konusunda beni cesaretlendirdi.


1- 1968 - En iyi yönetmen Oscarı
Kim aldı: Oliver ile Carol Redd
Kim almalıydı: 2001: A Space Odyssey ile Stanley Kubrick
Neden?: Kendi penceremden baktığımda gelmiş geçmiş en büyük skandal budur. O günlerde bilim kurgu sinemasındaki vaziyeti düşünürsek akademi üyelerinin filmi fazla ciddiye almadıklarını varsayabiliriz. 2001: A Space Odyssey, anlaşılamamış olabilir bunu da anlarım ancak filmin anlaşılamamış olması yönetmenliğin ıskalanmasını açıklamıyor. Sözün özü Kubrick, yönetmenlik sanatını ulaşılması imkansız bir noktaya taşımış. Bu öyle bir yönetmenlik ki kelimeleri bir araya getirip anlatmakta zorlanıyorum.
Komplo Teorisi 1: Kubrick'in Tanrısal yönetmenliği tüm Olimpos Tanrılarını kıskandırmış, tepkilere sessiz kalamayan Zeus da Akademi üyelerinin gözünü kör etmiş.
Komplo Teorisi 2: Kubrick'in Ateist bakış açısı Tanrıların gazabına sebep olmuş ancak bir Yarı Tanrı olan Kubrick'e zarar veremeyeceklerini bildiklerinden ona gelen oyları değiştirmekle yetinmiş olabilirler.


2- 1979 - En iyi film Oscarı
Hangi film aldı: Kramer vs. Kramer
Hangi film almalıydı: Apocalypse Now
Neden?: Kramer vs. Kramer'e diyeceğim yok. Çok sevdiğim klasiklerden biridir ve akademinin de ağzına layık bir film olduğu aşikar. Coppola'nın Vietnam destanı Apocalypse Now ise her anlamda kusursuz bir film. En iyi film Oscar'ını açılış sekansıyla bile alır. Böyle filmler yapmak yürek ister, böyle filmlere ödül verebilmek de...
Komplo Teorisi: Filmin çekim aşamasında yaşanan aksilikleri, en iyi film Oscar'ını alamamasını ve daha sonra Coppola'nın iflasın eşiğine geldiğini düşünürsek, yönetmenimize kara muska yazıldığı çok açık.


3- 1941 - En iyi film Oscarı
Hangi film aldı: How Green Was Walley
Hangi film almalıydı: Citizen Kane
Neden?: Değil o yılın, tüm sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olduğu için
Komplo Teorisi: Orson Welles, radyoda çalışırken Dünyalar Savaşı öyküsünü radyo tiyatrosunda Amerikalıları inandıracak şekilde anlattığı efsane olmuş bir hikayeciktir artık. Bir uzaylı istilasıyla karşı karşıya kaldıklarını sananlar arasında akademi üyelerinin büyük bir çoğunluğu da yer alıyordu ve vakit intikam vaktiydi.


4- 1971 - En iyi film Oscarı
Hangi film aldı: The French Connection
Hangi film almalıydı: A Clockwork Orange
Neden?: Eğer The French Connection gibi sağlam bir polisiye en iyi film Oscar'ını alabiliyorsa A Clockwork Orange hayli hayli alır. Şiddet olgusunu hiç olmadığı kadar yoğun bir estetik duygusuyla anlatan Kubrick, sanatının doruklarında gezinmeyi sürdürüyor. Sansürle başı derde giren film akademi için fazla cesur geldi deniyor. Peki öyle olsun ama o koltukta oturuyorsan hakkını vereceksin kardeşim demezler mi adama?
Komplo Teorisi: Olay mahallinde bu kez Hades'in parmak izine rastlandı. O yılarda sinemaya merak salan Hades, konusu itibariyle ilgisini çeken Anthony Burgess'in romanını uyarlamak için harekete geçer. Ne var ki Kubrick elini çok çabuk tutmuştur. Olayın dedikodusu Akademi üyelerinin kulağına kadar gelir ve Hades'ten tırsmaları malum sonucu doğurur. Hades de  kendi versiyonunu tamamlayıp yer altı dünyasında vizyona sokar ve yer altı Oscar'larında 13 dalda Oscar kazanır.


5- Martin Scorsese'nin en iyi film veya yönetmen kategorisinde verilmeyen tüm Oscarları
Neden?: Yaşayan en büyük Amerikalı yönetmen olduğunu söyleyip en iyi yönetmen Oscar'ını vermemek iki yüzlülük değil mi? Taxi Driver, Raging Bull, Godfellas, Gans of New York, The Aviator vb.filmleriyle sayısız adaylık alıp eli boş çevrilen üstat kişisel olarak baktığımızda hakkı en çok yenen isim. Taxi Driver'ın yerine Rocky'nin, Raging Bull yerine Ordinary People'ın, Godfellas yerine Dances with Wolves'un ve Gangs of New York yerine de Chicago'nun tercih edilmesi birer skandal değil de nedir? 
Komplo Teorisi: Muhafazakarlık damarı tutan Akademi üyeleri rahip olmak yerine sinemayı seçen Martin Scorsese'ye yanlış yoldasın birader mesajı verip durdu. The Departed ile Scorsese'ye verilen yönetmen Oscarı, akademi üyelerinin bir tür günah çıkarma girişimi olarak adlandırılabilir. E Akademi üyelerinin bir gözünün toprağa baktığını düşünürsek hiç de haksız değiller. Öteki tarafta Scorsese'nin iki eli yakanızda olacak beyler!

6- 1998 - En iyi film
Hangi film aldı: Shakespeare In Love
Hangi film(ler) almalıydı: Saving Private Ryan - The Thin Red Line ikilisinden biri
Neden?: Diğer iki aday Elizabeth ve Life is Beautiful'u da düşündüğümüzde aralarında en zayıf film olan Shakespeare In Love'ın en iyi film seçilmesi kabul edilebilir cinsten bir karar değil. Spielberg ve Malick'in hikaye ve anlatım bakımından farklı kulvarlarda yer alan savaş filmleriyle ellerini ovuşturup beklemeleri haklarıdır. Normal şartlarda iki ustanın kıyasıya bir yarışa tutuşmaları ve hangisi kazanırsa kazansın Shakespeare In Love'ı tarihin derinliklerine gömmesi gerekirdi.
Komplo Teorisi 1: Akademi üyelerinin toptan bir depresyon geçirdikleri ve Shakespeare'den medet umduklarını varsayabiliriz.
Komplo Teorisi 2: Meğer Shakespeare'in torunları akademi içerisinde kök salmış


7- 1994 - En iyi film
Hangi film aldı: Forrest Gump
Hangi film almalıydı: Pulp Fiction
Neden?: Pulp fiction, The Shawshank Redemption ve Forrest Gump gibi 3 başyapıtın kıyasıya bir yarışa giriştiklerini düşünürsek tam bir skandal diyemeyiz belki ama 3 filmin de bıraktığı izi düşünürsek Forrest Gump'ı ancak 3. sıraya koyabiliriz. 90'lar sineması denince aklımıza ilk gelen film Pulp fiction'dır. Tarantino'nun filmin başı ve sonuyla hınzırca oynadığı alışılmadık kurgusu peşi sıra gelecek bir çok filmi etkilemiş ve yeni film modellerinin türemesine ön ayak olmuştur. Anlaşılan o ki Akademinin gözünde bu tip yenilikleri zerre kadar değeri yok. 
Komplo Teorisi: Pulp Fiction'da çantada ne vardı sorusu seyircileri olduğu gibi Akademi üyelerini de fazlasıyla meraklandırmış. Üyeler, Tarantino'ya gizlice gönderdikleri mektupta çantada ne olduğunun kendilerine açıklanmasını talep ediyor karşılığında da en iyi film Oscar'ını altın tepside sunuyordu. Üyelerin blöf yaptığını düşünen Tarantino, çantadaki sırrı açık ederse filmin büyüsünün kaçacağını düşünüyordu. Sonuç olarak taviz vermedi ve kaybetti.


8- 2001 - En iyi yönetmen
Kim aldı: A Beautiful Mind ile Ron Howard
Kim almalıydı: Mulholland Drive ile David Lynch
Neden?: En iyi yönetmen adayları arasında David Lynch varsa ve alamıyorsa bunun adı skandal değil de nedir? Mulholland Drive, David Lynch'in ana başyapıtı olmanın yanında 2000'li yılların da zirve noktası halen. Bu karar, akademinin yönetmenlikten pek de anlamadığının kanıtı.
Komplo Teorisi: Yaşlı akademi üyeleri şizofreni korkusuna yenik düşüp sağlıklı karar verememiş. Oylarını Lynch'ten yana kullanan üyelerden duyduğumuz kadarıyla oylama esnasında bir çok üyenin John Nash benim! John Nash benim! sayıklamaları duyulmuş. Spartaküs benim!, Kara Murat benim! :))


9- 1972 - En iyi yönetmen
Kim aldı: Cabaret ile Bob Fose
Kim almalıydı: The Godfather ile Francis Ford Coppola
Neden?: Coppola eğer 70'lerin babasıysa -ki öyle- bunu en çok The Godfather'a borçlu. The Godfather en iyi film Oscar'ını aldı. Akademinin genel eğilimi en iyi film ödülünü hangi filme verirse yönetmeni ve bazı teknik dalları da o filme vermek şeklinde vuku buluyor. Bob Fose'ın Cabaret'teki sıradan sayılabilecek yönetmenliğinin ödüllendirilmesi fazlasıyla tuhaf. Coppola'nın dengeli ve filmin bazı bölümlerinde efsaneleşen yönetmenliği o yıl o ödülü ondan başkasının alamayacağının kanıtıdır.
Komplo Teorisi: 70 ve 80'li yıllar Hollywood'da sakallılar dönemidir. (Steven Spielberg, Brain De Palma, Martin Scorsese, Francis Ford Coppola, George Lucas vb.) Durumdan rahatsızlık duymaya başlayan Akademi üyeleri, Coppola'ya ödül törenine damat tıraşı olarak gelmesini tembihlemiş. Coppola'nın cevabı unutulacak gibi değil: "Benim sakalım, benim kararım!" Akademinin cevabı da aynı şekilde oldu: " Bizim Oscar'ımız, bizim kararımız!"


10- 2001 - Özgün Senaryo ve Kurgu Oscarları
Hangi film aldı (kurgu): Black Hawn Dawn
Hangi film aldı (özgün senaryo): Gosford Park
Hangi film almalıydı: İki ödül de Memento'ya gitmeliydi.
Neden?: Memento'nun sondan başa doğru kurgulanıp tutarlı olmayı başarması pekala yeterli bir sebep ancak öyle  hafife alınacak veya geçiştirilebilecek bir kurgu değil bu. Christopher Nolan, ne anlattığıma değil nasıl anlattığıma bakın dese de kardeşiyle birlikte kaleme aldıkları senaryo oldukça yaratıcıydı. Hatta o yılın en takdir edilesi senaryosu olduğunu söyleyebiliriz. Memento'nun ödülü alamamasından çok Gosford Park'ın özgün senaryo Oscar'ını kucaklamasıdır asıl skandal.
Komplo Teorisi: Nolan daha çocuk! Cin olmadan adam çarpmaya kalkmasın düşüncesi ve Robert Altman'ın bir ayağının çukurda olması. 

15 Temmuz 2012

Prince of Darkness

Kariyerine 70'li yılların ilk yarısında Dark Star adlı bir bilim kurgu filmiyle başlayan John Carpenter, bugüne kadar korku ve bilim kurgu türleri arasında git gelli bir kariyer inşa etti. Kendisine korkunun efendisi denmesi bu türdeki benzersiz yeteneğinden kaynaklanıyor. Tarif etmesi zor bir hayranlık beslediğim Carpenter en parlak dönemini 80'li yıllarda yaşadı. Art arda çektiği; The Fog, Escape From New York, The Thing gibi hepsi birer külte dönüşmüş filmlerin ardından 1987 yılında imza attığı Prince of Darkness (Karanlıklar Prensi), üstadın en başarılı korku çalışmalarından biri.

Los Angeles'ta eski bir kilisede garip olaylar gerçekleşmektedir. Kilisenin rahibi, yakın arkadaşı Profesör Birack'tan ve ekibinden yardım ister. Profesör ve rahip, kilisenin bodrumunda tuhaf bir şey bulurlar. Antik bir silindir içinde saklanan ve kendi etrafında dönmekte olan yeşil bir sıvı. Silindirdeki sıvı giderek insan formuna dönüşmektedir. Şeytan, dünyaya insan formunda dönmektedir. Grubun tek amacı Karanlığın efendisini durdurmaktır artık!

Rosemary's Baby ile başlayan Şeytan filmleri furyası The Exorcist ile zirveye ulaşmıştı. Bu furya 80'li yıllarda da devam etti ve 1987'de Angel Heart ve Prince of Darkness gibi türsel anlamda ve hikaye açısından yenilikçi iki film çıkageldi. John Carpenter, Prince of Darkness'ta dinsel kaynaklı ama dinleri karşısına alan bir fenomeni bilimin ışığında irdeliyor. Filmin merkezine, korku sinemasının klasik temalarından bilim-din çatışması alınarak bilim ve dinin el ele verip dünyayı kötülükten kurtarma girişimine dönüştürülüyor. Ana karakterlerimizin biri din adamı geri kalanları bilimin farklı alanlarında hizmet veren bilim insanları. Olayın geçtiği yerin bir kilise olması ve Şeytanın da bu kilisede dünyaya dönme çabası ironik diyebiliriz. Çünkü Şeytan filmlerinde Şeytan, çoğunlukla kendisine inançsız, zayıf ve masum (örneğin bir bakire) kurban seçer ve kendisine bu tip insanların vücuduna hapseder. Dolayısıyla ayna vasıtasıyla da olsa cehenneme açılan kapı için bir kilisenin seçilmesi olaya farklı bir boyut kazandırıyor. Şeytan dünyaya hükmetmek için başlangıç noktası olarak Tanrının evini seçiyor ve insan formuna bürünürken planını bilime endeksliyor. Kağıt üzerinde tuhaf duran bu tercihlerin sebepleri üzerine gidilmiyor, seyirciye düşünmesi için zaman tanınmıyor. Karanlıklar Prensi; hedefine kilitlenmiş bir füze gibi ilerliyor diyebiliriz. Hikaye doruk noktası olan Şeytanın dönüşü sahnesine kadar seyircisini korkutmak ve germekten başka bir şey düşünmüyor. İnceden inceye verilmeye başlanan gerilim, sona yaklaştıkça artıyor ve unutulmaz bir finale yelken açıyor.


Karanlıklar Prensi'nin tür açısından başka özellikleri de var. Bilim kurguya göz kırpan yapısının yanında uzaktan da olsa Zombi alt türüne akraba diyebiliriz. Kilisenin dışında cisimlenmekte olan Şeytanın etkisine girmiş bir grup insan boş gözlerle ve donuk bir ifadeyle kilisedeki gruba düşmanca bir tavır takınmakta ve birer yaşayan ölü izlenimi vermekte. Kilisede ise yeşil sıvının gruptakilerden birine bulaşmasıyla Şeytanın uşağına dönüşmesi, diğerlerini de ağzından sıvı püskürterek dönüştürmeye başlaması (bilhassa bu dönüşüm kısmı) ve dışarıdakilerle aynı eğilimi göstermeleri Zombilerden esinlenildiğini açıkça belli ediyor. Silindirdeki sıvı neden yeşil diye sorduğumuzda cevabını da sanırım The Exorcist'ta aramak gerek. The Exorcist'in hafızalarımıza kazınan yeşil kusmuğu referans alınmış.

Karanlıklar Prensi'nin zayıf karnı oyuncu ve oyunculukları. Çok düşük bütçelerle çalışan Carpenter, B tipi filmlerde görebileceğimiz oyunculara yer vermek durumunda kalmış. Film; mütevazi ama başarılı makyajı, bizzat Carpenter'ın bestelediği müzikleri ve tüm hünerlerini sergilediği yönetmenlik çalışmasıyla efekt bombardımanına alışmış seyirci için sıradan gelebilecek ancak kült korku filmlerini sevenler ve yönetmenin hayranları için bir korku ziyafetine dönüşecektir.

11 Temmuz 2012

5 film, 5 hayal kırıklığı


Son 1 yıl içerisinde ülkemizde vizyona giren filmlerden; kimisine konusu itibariyle, kimisini fragmanı veya yönetmeninin varlığı sebebiyle umut bağladığım ancak yüksek beklentimi karşılayamadığından birer hayal kırıklığı olarak nitelendirdiğim 5 filmi belirledim. Bu 5 film dışında Clint Eastwood'un J.Edgar ve Steven Spielberg'in War Horse filmleri neden yok derseniz baştan beri bu iki filmden fazla bir beklentim olmadığını, bu nedenle beni çok da şaşırtmadıkları için ayrıca yazmak istemedim. Not: Tinker Tailor Soldier Spy dışındaki filmlerin daha önce kaleme aldığım eleştirilerini blogda bulabilirsiniz.

Tinker Tailor Soldier Spy
Neden hayal kırıklığı?: Aylar öncesinden filmin bir başyapıt olduğu dillendirilip durdu. Haliyle de yılın en iyilerinden biri olabileceği düşüncesiyle izledim. Bu yüksek beklentileri karşılayamayan Tinker Tailor Soldier Spy; usul usul ilerleyen hikayesi, atmosferi ve oyunculuklarıyla başarılı bir casusluk öyküsü vaat ediyor. Peki neden bu seçkide derseniz, sebebinin muğlak anlatımı olduğunu ve filmin bizi içine çekmek şöyle dursun ittiğini söyleyebilirim. Bu tercih seyir keyfini çok aşağıya çekiyor. Kim kimdir, nerdeyiz ne oluyor gibi sorularla boğuşurken, yaşamamız gereken paranoya ve gerilimi unutup yılın en büyük hüsranını yaşıyoruz. E film her şeyi açıklamak zorunda değil diyeceksiniz, evet elbette değil. Ki zaten karmaşık anlatımlı filmleri genelde severim ancak bir casusluk filminin eski usüllerle anlatılmasının daha yerinde olacağını düşünüyorum. Filmin bu değerlendirmede yer alması tepki çekebilir, çekecektir de ama benim için sorun değil. 6\10


A Dangerous Method
Neden hayal kırıklığı?: Sanırım David Cronenberg'den bir dönem filmi izlemeye hazır değiliz. Freud ve Jung'ı merkeze alan bir filmden çok daha fazlasını beklemek ve Cronenberg'in her yeni filminin bir başyapıt potansiyelinin olması ana etkenler diyebiliriz. A Dangerous Method, yine belli bir düzeyi tutturuyor ve ilgiyle izleniyor ama beklenen patlamayı bir türlü gerçekleştiremediği gibi son bölümde çuvallayarak yönetmenin filmografisinde arka sıralarda yer alıyor. 


The Girl With The Dragon Tattoo
Neden hayal kırıklığı?: İlk sebep İsveç yapımı Ejderha Dövmeli Kız'ın bu kitaptan belki de yapılabilecek en iyi uyarlama olması. İkinci sebep ise David Fincher gibi bir yönetmenin kurgu ve görsellik dışında filme hiçbir şey katamaması ve hikayedeki bazı can alıcı noktaları ıskalaması. Ayrıca ne Daniel Craig'den bir Mikael Blomkvist olmuş ne de Roneey Mara'dan Lisbeth Salander. Kimyaları da hiç tutmamış bu iki ismin. Sonuç olarak The Girl With The Dragon Tattoo, heyecanlandırmak şöyle dursun baştan sona bir can sıkıntısına dönüşmüş Fincher'ın ellerinde.

Immortals
Neden hayal kırıklığı?: The Cell ve The Fall'ın yönetmeni Tarsem Singh'in mitolojik kaynaklı epik bir hikayeden seyir keyfi yüksek bir film çıkarabileceğini bildiğimizden elbette. Ne tarihi argümanları ne de fantastik boyutu tatmin edici. Heyecansız, tatsız tuzsuz, boş ve nahoş bir film bu. Senaryo yerlerde sürünüyor, görsellik ve 3D Immortals'ı kurtarmaya yetmiyor.

The Avengers
Neden hayal kırıklığı?: Büyük Marvel Projesi dedikleri bu muydu? Süper kahramanlar toplanır, gişe rekorları kırılır. IMDB'ye 8.9 ile beklenmedik bir giriş yapan The Avengers beklentileri çok yukarı çekti. Patlamaya hazır bir bomba mı derken kim derdi ki film elimizde patlayacak! Yılın balonu ilan ettiğim The Avengers, zayıf senaryosu ve aksiyonuyla eğlendirme görevini de yerine getiremiyor. Kötü değil ama Dağ fare doğurdu gibi bir durum söz konusu.


9 Temmuz 2012

JFK

Amerika'nın 35. başkanı John Fitzgerald Kennedy, ülkesi için büyük bir şanstı. Başkan seçildiğinde barışçıl söylemleri, savaşa ve ırkçılığa karşı duruşu hep iyi hatırlanmasını ve sevilmesini sağladı. Başkanlığında Küba krizindeki tavrı ve Vietnam'da olası bir savaşta izleyeceği yöntem, 22 Kasım 1963'te hunharca bir suikasta kurban gitmesine sebebiyet verdi. Kennedy Suikasti 20. yüzyılın en büyük komplo teorisini de beraberinde getirdi. John F.Kennedy'i kim öldürdü?

Muhalif tavrıyla dikkat çeken  Oliver Stone; Platoon, Born on the Fourth of July ve Heaven and Earth ile Vietnam Savaşına içerden bakmış, Nixon ile de Watergate skandalına dokundurmuştu. 1991 tarihli JFK'da ise Kennedy suikasti sonrasında yaşananları Jim Garrison ve Jim Marris'in kitaplarından yola çıkarak çözümlenemeyen davayı 3 saatlik bir filme dönüştürüyor. Film; Kevin Costner, Sissy Spacek, Tommy Lee Jones, Gary Oldman ve Joe Pesci gibi çok başarılı bir oyuncu kadrosuyla da dikkat çekiyor.

Başkan Kennedy'nin suikastinin tek suçlusu olarak lanse edilen Lee Harvey Oswald'ın bir maşa olduğunu düşünen, mahkeme ve soruşturma komisyonlarının ulaştığı verileri tatmin edici bulmayan New Orleans Bölge Savcısı Jim Garrison, olayı aydınlatmak için kolları sıvar. Kısa sürede büyük bir komplo ile karşı karşıya olduklarını fark eder.

Oliver Stone, JFK'yı siyasi bir gerilim olarak tasarlamış ve yarı belgeselci bir üslubu yeğlemiş. Film, sık sık renk değiştiriyor. Siyah-beyaz tercihi ve gerçek görüntüler kullanılması bahsettiğimiz belgeselci üslup için biçilmiş kaftan doğrusu. JFK'nın başarısındaki ana etken Oscar ödüllü kurgu çalışması. Stone, 3 saatlik filmini dinamik bir kurgu ve anlatımla, gerilimi elden bırakmadan seyircisini diken üstünde tutarak anlatıyor. Gerçek görüntülerle, kurgusal olanlar kusursuzca birbirine bağlanıyor. Yönetmenin başyapıtı Natural Born Killer'da iyiden iyiye kendini gösterdiği hızlı ve bol kesmeli kurgusunun ilk sinyallerini verdiğini söyleyebileceğimiz JFK, sağlam içeriğini biçimsel özellikleriyle de destekleyerek Oliver Stone filmografisinin parlayan işlerinden olup çıkıyor.


Filmin büyük kısmında suikasti araştıran Jim Garrison ve ekibinin çabalarını ve iz peşinde koşuşturmasını izliyoruz. Son 40-45 dakikalık dilimde -mahkeme sahnesinde- Jim Garrison'ın öne sürülen suikast teorisini çürütüp gerçeğe en yakın olduğunu düşündüğümüz kendi teorisine tanıklık ediyoruz. Filmin en can alıcı kısmı olan mahkeme sahnesinde sıra Kennedy'nin vurulduğu -yüzünün parçalandığı- an'a gelindiğinde içimiz parçalanıyor. (Bu sahneyi her izleyişimde tüylerim diken diken olur) Ki bu sahneleri ilk izliyorsak bıraktığı etki çok daha kuvvetli olacaktır. Mahkemede Amerikan halkının değer yargıları sorgulanırken biz de kendimizi bir tür sorgulama içerisinde buluyoruz. Nasıl bir dünyada yaşıyoruz? Neye kime inanmalıyız?

1964 yılında Warren Komisyonun olaya ilişkin hazırladığı rapor gerçeklerden çok uzaktı. Bölge savcısı Jim Garrison, davanın üzerine gittikçe bir devlet içi darbenin gerçekleştiğini anladı ve olayı mahkemeye taşıdı. Sonuç hiç de beklediği gibi olmadı. Filmin bize sunduğu gerçekleri biraz olsun düşündüğümüzde bir komplonun varlığının su götürmez bir gerçek olduğunu kavrıyoruz. Bu çıkarımı yaparken Kennedy'nin Vietnam'dan çekilme kararını tersine çevirmek isteyen; ordu, hükümet, CIA, FBI gibi tüm birimlerin hatta mafyanın da desteği sağlanarak kurgulanmış bir suikast olduğunu Oliver Stone kendi bakış açısını yansıtacak şekilde önümüze sürüyor. Peki seyirci olarak biz neye inanmalıyız? Film, bize tüm gerçekleri yansıtmamasına karşın açıkçası ben, Oliver Stone ile temelde birebir aynı görüşü paylaşıyorum. Özgürlükler ülkesi olarak adlandırılan Amerika'nın kendi çıkarları için -bu kendi başkanını öldürmek dahi olsa- her şeyi yapabileceğini düşünüyorum.

Son söz: Oliver Stone, filmde kullandığı onlarca dokümanı didaktik olma tuzağına düşmeden, sinemasal bir zaferle sonuçlandırıyor. JFK, 90'lı yılların hakkı teslim edilmemiş filmlerinden. Mutlaka görülmeli.

7 Temmuz 2012

Napoleon


Abel Gance'in Napoleon'u 1927 yılında yapılmış sessiz bir filmdir. Dünyaca ünlü Fransız filmci Abel Gance, sessiz film dönemindeki çalışmalarıyla hatırlanır. 3 saatlik filmi J'accuse ile uluslar alanda tanınan Gance, asıl patlamayı restore edilmiş versiyonuyla 5.5 saate ulaşan Napolyon filmiyle yapmıştır. Fransız filmlerinin dünya çapında monopoli olduğu zamanlar (özellikle Gaumont ve Pathe şirketleri Amerika dahil her yerde bir monopolidir, I. Dünya Savaşıyla bu durum da terse dönecektir. Gaumont batacak, Pathe zar zor idare edecektir) düşünüldüğünde bu başarının Fransa'dan çıkması normal gelebilir ancak sinemada deneysel teknikler kullanan ve bu teknikleri sinemaya kazandıran Gance, özellikle parlamentodaki kaosu fırtına sahneleriyle özdeşleştirmesiyle çığır açmıştır. Uzun bir sonu olan film, Polyvision kamerasının kullanımıyla yine bir öncüdür.
Burç Karabulut yazdı

Filme döndüğümüzde film basitçe Napolyon'un askeri başarılarını ve diktatör olarak Fransa'yı yönettiği bir biyografi çizer. Albert Dieudonne'un Napolyon'u oynadığı filmde, yıkılmaz ve kararlı bir Napolyonla karşı karşıya kalırız. Öyle yıkılmaz ve kararlıdır ki; filmin ilk sahnelerinde çocuk Napolyon olarak bir kartopu savaşını başarıyla yönetir ve rakiplerini alt eder. Napolyon açılış sahnesinde Brienne Koleji'nde yatılı kalmaktadır. Bu okul bir nevi papaz okulu gibidir. Öğrenciler dışarda kartopu oynamaktadırlar. Bir kardan mevzi arkasında bekleyen Napolyon, karşı tarafa bir ayna tutarak onları can evinden vuracak kadar akıllı bir strateji uygular ve durum tam tersine döner. Öğrenciler bir savaş yapıyormuşçasına birbirine girer. Kartopu savaşının bir meydan savaşı olarak verildiği sahnelerde Napolyon'un geleceğin lideri olduğunu çok net görürüz. Yıkılmaz ve kararlıdır. Filmi anlatan iki kelime budur. Napolyon liderdir, yıkılmaz ve kararlıdır.

İlerleyen zamanda Napolyon büyümüş, doğum yeri olan Korsika adasına dönmüştür. İngiliz işgaline uğrayan adada eski dostu tarafından gammazlanıp, hain ilan edilir. Adanın tavernasına girer. İspanya, İtalya ve İngiliz sempatizanlarının yer adada Napolyon, bardaki sempatizanları tek kelimesiyle kendine hipnotize eder. Napolyon'un yüzünün rigid, karizmatik duruşu bir firavun kutsallığındadır, ikna edici konuşması ve ağzından çıkan her sözüyle bardaki insanları etkileyecek kadar güçlü olması onun doğuştan gelen liderliğini pekiştirir. Fransa'yı yönetecek kişi odur. Ancak, İngiliz askerlerinin bara gelişiyle kaçmak zorunda kalacaktır.

Bir sandalla adadan kaçmayı başaran Napolyon, Fransa'ya dönmek için denize açılır. Denizde fırtınaya yakalanır. Fırtına çok güçlüdür. Herhangi bir insanı yıkacak fırtınadan Napolyon canlı çıkacaktır. Filmi anlatan Gance bile ona duyduğu hayranlığı şu cümleyle göstermiş gibidir: O, kaderle mücadele edecek kadar güçlüdür. Fırtına sahnesinde dalgaların vuruşunda kullanılan kamera açıları ve innovatif montage Eisenstein'in Potemkin Zırhlısında kullandığı montajla bir paralellik teşkil eder. Sinema tarihine kazınan Odessa merdivenlerini gözümüzün önüne getirdiğimizde, Çarın askerlerinin ilerleyişi ve halkın art arda atılan kurşunlarla öldürülmesi gösterilir, bu sahnelerle karelerin collisionu (çarpışması) amaçlanır. Napolyon'da ise, parlamentodaki kargaşa ve dalgaların kabarması ile kameraya vurması zamanın öncü montaj tekniklerinden kabul edilir.

Fırtınadan tek parça halinde kurulan Napolyon, Saint-Toulon savaşında karşımıza topçu yüzbaşı olarak çıkar. Filmin linear bir öyküye oturmaması, sadece Napolyon'un yükselmesini konu alması, askeri dehasını anlatmanın yanında Gance'in hayranlığını her defa Napolyon portreleriyle süslemesi daha göze batar. Daha çocukluğundan belli olan üstün askeri dehası, Toulon savaşında fazlasıyla dramatize edilir. Geneal Draghommer'in emirlerini dinlemez ve savaşa kalkar. Normalde rütbece düşük bir komutanın, verilen emirlere uymaması sakıncalı ve korku dolu bir ruh halini çağırır. Ama Napolyon kazanacağından o kadar emindir ki sorumluluğu hemen üstüne alır, korku, tasa hatta hiçbir duygu yüzünde belirmez. Toulon savaşı doğal olarak büyük bir zaferle sonuçlanır. Napolyon'un cesetler arasında filmde ikonlaşan ayakta yıkılmaz durduğu sahne; iradesinin zaferidir. Ancak Fransa'da hiç bitmeyen politik kavgalar Napolyon'un yönetimi ele geçirmesi filmin bizi manipüle ettiği ölçüde zorunlu kılar. Son yarım saatte Napolyon'un yönetimi ele geçirip Fransız Cumhuriyetini yaşatmasını izleriz. Aslında Napolyon bir anlamda Abel'in ikilemidir. Suçluyorum ile pasif bir savaş filmi çeken yönetmen, Napolyon ile bir diktatörün hayatını perdeye taşımıştır.

1920'li yılların epik filmlerinden kabul edilen Napolyon, bir sinema filmi yapımı dersi gibidir.Film estetiğin sonuna kadar hakkını vererek sinemaya farklı, yeni kamera açıları, innovatif montajı kazandırmıştır. Dönemin ünlü New York Times eleştirmeni Vincent Canby; " Napolyon izlendiğinde, eleştirmenlerin bir film için genelde kullandığı tüm iyi sıfatları kabul ediyor. Napolyon kısaca alıyor, götürüyor ve nefes kesiyor, tam anlamıyla göz kamaştırıyor" demiştir. Bu arada film tarihçisi olan Kevin Dubrow tarafından 1971'de restore edilene kadar Napolyon, kaybolan filmlerdendir. Yönetmenin ikilemini, filmin kaybolmasını, bulunmasını ve tekrar ilgiyle karşılanmasını da yazıya dökeceğim.

6 Temmuz 2012

Real Steel


Yapımcılığını Steven Spielberg'in üstlendiği Real Steel (Çelik Yumruklar), Richard Matheson'ın Steel adlı öyküsünden uyarlanmış bir bilim kurgu filmi. Yönetmen koltuğunda, Night at the Museum serisi ve Date Night gibi komedilerle tanınan Shawn Levy, başrollerde ise Hugh Jackman ve Evangeline Lilly var. Real Steel'de hikaye 2020 yılında -yakın bir gelecekte- geçmekte. Boks sporu insanlar arasında değil, insanların yönettiği 2.5 metrelik dev robotlar arasında yapılmaktadır. Charlie Kenton, bu tarz dövüşlere katılan, kaybetmeye mahkum eski bir boksördür.  Uzun zamandır görmediği oğlu Max ile bir araya gelip, kendi yaptıkları bir robotla yarışmalara katılma öyküleri konu ediliyor.

Real Steel, spor filmlerinde aşina olduğumuz formülleri bir bilim kurgu öyküsüne yedirmeyi deniyor. Spor filmlerinde genellikle dibe vurmuş veya sıfırdan başlayarak zorluklarla mücadele edip yükselişe geçen karakterler ele alınır. Real Steel de aynı yolun yolcusu diyebiliriz. Bu bağlamda Rocky'nin izlerini görmek mümkün ancak çerçeveyi daraltıp olaya bilim kurgu sineması açısından bakmak gerek. Özellikle 80'li yıllarda Blade Runner, Terminatör ve Robocop ile insanımsı robotlar türün vazgeçilmez birer parçası oldular. 2000'li yıllara gelindiğinde tür I, Robot ve Transformers sonrası bir bakıma kulvar değiştirdi. İnsansı robotlardan mekanik görünümlü robotlara doğru yaşanan bu değişimin son örneği de Real Steel oldu. Real Steel'de gelecekte geçen spor filmi iskeletine baba oğul ilişkisiyle duygusal-dramatik bir kimlik kazandırılmaya çalışılmış ancak karakterlerde derinlik yakalama gibi bir çaba içine girilmemesi buna bir nebze müsaade etmiş. Hikayenin 2020 gibi çok yakın bir gelecekte vuku bulması ise bazı inandırıcılık sorunlarıyla boğuşmamıza sebep oluyor. Bu kadar kısa bir zaman diliminde boks sporunun evrim geçirmesi fikri havada bırakılmış.


Açılış bölümünde karşılaştığımız bir robot ve boğanın karşı karşıya getirildiği sahne oldukça tuhaf ve yaratıcı. Bu sahne ister istemez Lucio Fulci'nin1979 yapımı  korku filmi Zombie 2'deki bir köpekbalığı ile bir Zombi'nin inanılmaz mücadelesini akla getiriyor. Tekrar Rocky'e dönecek olursak Real Steel'in bazı açılardan 6 filmlik seriden son film Rocky Balboa'ya benzetilebileceğini söylemekle birlikte bir çok filmin izlerini görmek olası. Bu karma yapının filme zarar vermediğini ve hoş bir tat bıraktığını belirteyim. Bir bilim kurgu aksiyon olan Real Steel, 2 saatlik süresince sıkmadan izlenen eğlenceli bir film.

Son söz: Hafif bilim kurgulardan hoşlananlara tavsiye ediyorum. 6.4\10


2 Temmuz 2012

2000'li yılların en iyi 15 dizisi


90'lı yılların başında David Lynch'in yaratıcılığını konuşturduğu Twin Peaks (İkiz Tepeler), televizyon tarihinde milat kabul edilir, edilmelidir de. Genel algıyla oynaması, yaratıcılığı, bitmek bilmez esrarı ve daha bir çok özelliğiyle etkileri bugün gözlenmekte. Twin Peaks'in 2000'li yıllara en büyük yansıması Lost oldu. Sinema estetiğini televizyona yansıtan Lost, değil 2000'li yılların tüm televizyon tarihinin en büyük fenomeni şüphesiz.  Listede de birinci belli ikinci kim gibi bir durum oluştu haliyle. Başka bir konuya da açıklık getirmekte fayda var: Listeyi hazırlarken dizilerin başlangıç tarihlerini esas aldım. Örneğin 1999 yılında yayın hayatına başlayan The Sopranos ve benzeri bazı diziler değerlendirme dışında tutuldu. İrem'le biraz objektif olalım ama çokça da kendi beğenilerimiz doğrultusunda bir liste hazırlayalım diye düşündük. Mad Men'in listede yer alması objektif olma düşüncesinin bir sonucu. Dizinin başarısı ortada. Not: İlk 5 sıralı, geri kalanlar rastgele yazılmıştır. Not 2: Bu listeyi dizi konusunda uzman arkadaşım İrem'le birlikte hazırladık. Kendisine desteği için buradan çok teşekkür ediyorum. O olmasaydı asla böyle bir liste çıkartamazdım.

1- Lost
2- Game of Thrones
3- Breaking Bad
4- House
5- Dexter
6- Fringe
7- Prison Break
8- Rome
9- The Wire
10- How I Met Your Mother
11- Spartacus
12- The Big Bang Theory
13- Mad Men
14- Two and A Half Men
15- Modern Family