30 Ekim 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #33 Suna no Onna


Kobo Abe'nin 1962 tarihli Suna no Onna (Kumların Kadını) isimli romanından Japon yönetmen Hiroshi Teshigahara tarafından sinemaya uyarlanan 'Kum Kadın' 1964 yılında Cannes Film Festivalinde Jüri Özel Ödülü'nü kazanmış bir başyapıt.

Film, çölde tek başına zorlukla yürüyen bir adamın görüntüsüyle açılıyor. Adam çölde böcek avına çıkmış bir böcek uzmanı. Otobüsünü kaçırınca çölde karşılaştığı köylüler köyde bir evde kalması için ikna ediyorlar onu ve bir kum çukurunda; ahşap, derme çatma kulübesinde yalnız yaşayan dul bir kadının evine bırakıyorlar. Sabah, çukura inmek için kullanılan merdivenin ortadan kaybolmasıyla kendisine  komplo kurulduğunu anlayan Niki Jumpei (adını çok sonra öğreniyoruz) kadının tutsağı oluveriyor bir anda. Niki iki seçenekle karşı karşıya kalıyor: Ya her gece kadının yaptığı gibi kumları küreyecek ve bu kumlar köylüler tarafından satılacak ya da kumlar arasında boğulacaktır. Böcek avına çıktığı bir gün kendisi av olan bir adamın öyküsü bu.

Niki Jumpei, kumlarla çevrili hapishanesinden kurtulmak için her yolu dener. Mahkumiyetinin sebebini asla anlayamaz ve zamansız bu yerde hayatını da sorgulamaya başlar. Bu noktada film varoluşçu bir yapıya bürünüyor. Kadının ise bütün bu olan biteni baştan kabullenişi ve özgür bir hayatı reddedişini anlamlandırmak çok zor. Kum Kadın'da çıkışsızlık ve kaybolmuşluğun ön planda olduğunu söyleyebiliriz. Kariyerine belgesellerle başlayan Hiroshi Teshigahara, kumu filminde gerilim yaratmak için ana öğe olarak kullanmış. Bir ikincisi de Kum kadın ve Niki Jumpei'in arasındaki çatışma ile sağlanan gerilim. Yönetmen Teshigahara, kumu sinemada  görsel olarak daha önce hiç olmadığı kadar etkili bir unsur olarak kullanmış. Bize çok uzak bir kültürden gelen bu filmi izlemek, bir Amerikalı'nın Yılanların Öcü'nü veya Susuz Yaz'ı izlediğinde vereceği tepkiden ve hissettiklerinden muhtemelen çok daha fazlasını yaşatacaktır size.

Zaman ve mekan değişse de kadınların hep aynı kaderi paylaşmasını ve sistemin çarpıklığını eleştiren Teshigahara, gerçekçilikten ödün vermiyor ama öte yandan kabusvari bir atmosfer de kurarak karakterlerimizin ruh halini hissetmemizi sağlıyor. Siyah-beyaz görüntüleri, baştan sona sizi etkisi altına alan müzik çalışması ve hepsinden önemlisi izledikten sonra uzun uzun düşündüren hikayesiyle çok özel ve bir o kadar da tuhaf bir film Kum Kadın. 60'lı yılların en iyilerinden, kaçırmayın!

21 Ekim 2015

Sinema uyarlamasını bekleyen romanlar - #8 Zar Adam


George Cockcroft’ın (ana karakteri Luke Rhinehart adıyla) ülkesi Amerika’da 1971’de yayımlanan ilk romanı Zar Adam, döneminin best-seller eserlerinden biri. Ne var ki, ülkemizde 2008’de, Pegasus yayınlarından çıktıktan sonra keşfedilmiş ve popüler olabilmiştir. Cockcroft, romanın başarısı üzerine hikayeyi devam ettiren üç kitap daha yazmıştır. Holywood’un esere kayıtsız kalması ise düşündürücü ve merak uyandırıcı. Zira, Zar Adam beyazperde için potansiyeli yüksek bir hikayeye sahip.

Hikaye

Sıkılmış psikiyatrist Luke Rhinehart Manhattan’da eşi ve iki çocuğuyla yaşamaktadır. Hem Batı hem de Doğu felsefelerinin hayatın anlamı alternatiflerinden tatminsizlik yaşar ve basit bir zar atışıyla kendi dinini oluşturarak hayatını sonsuza kadar değiştirir. Rhinehart ve hastaları kısa zaman içinde ebedi kurtuluşlarının tek yolunun her şeyi zarların kararına bırakmak olduğuna inanmaya başlarlar. Luke; seks, madde bağımlılığı ve terapi hakkındaki zar atışlarıyla yeni dinini muhafazakar davranış ve ahlak çöküntüsünün esprili bir birleşimimine dönüştürür. O, bu düşünceyle kendi yaşantısını ve dünyayı değiştirmeyi amaçlamaktadır. Zarlar hayatınızı belirlemeye başladığında artık her şey mümkün olmaktadır.

Çıkış noktasının hakkını veren bir kitap

Romanın kapağında “Çok az kitap hayatınızı değiştirebilir. Bu roman değiştirecek!” yazıyor. Evet, bir film veya kitabın hayatımızı değiştirmesi kolay iş değil. Ancak hayatınızda radikal bir değişim yaratmak istiyor, önünüzdeki seçenekler arasından bir türlü karar veremiyorsanız, Luke Rhinehart gibi bunu zarlara sorabilirsiniz. Ve böyle yaptığınızda Zar Adam gerçekten hayatınızı değiştirebilir. Delilikte çığır açan Luke Rhinehart, kendisine bir din, bir tanrı yaratıyor. Vereceği kararları zara danışarak, eylemlerinin sonuçlarından kendisini sorumlu tutmuyor. “Zar böyle istedi” diyerek çılgınlıklarına geçerli bir mazeret üretiyor. Yapmak istediklerinden ve asla yapmayacağı şeylerden oluşturduğu seçenekleri zara soran Luke, şans faktörünü devreye sokuyor. Zarın kararlarını sorgulamıyor, inancından şaşmıyor. Biz, kararları her ne kadar şansa bırakıyor desek de, ona göre yapması gereken şey aslında tanrının da arzusu. Luke'un değişimi yaşam biçimine dönüştüren dini hayatınızı cehenneme dönüştürebileceği gibi hiçbir zaman cesaret edemeyeceğiniz kararlar almanızı, uygulamanızı ve hedefinize ulaşmanızı sağlayabilir. Esasen oldukça tehlikeli bir kitap Zar Adam. Felsefesinin günümüz gerçekliğinde kısıtlı da olsa kabul görme, uygulanma ihtimali var. Ki 70’li yıllar Amerika’sında kimlerin Zar Adam’lığa soyunduğunu, kimlerin başına ne belalar açtığını bilemeyiz. “Her gün nasıl davranacağımıza zar atarak karar verseydik ne olurdu?” sorusunun peşinden giden George Cockcroft, bu çıkış noktasının hakkını veren bir hikaye kurgulamış. Yazarın verdiği en doğru kararın kendisini-hikayesini çok ciddiye almaması olduğunu düşünüyorum.

Neden – Nasıl uyarlanmalı?

Hikaye ana karakterimiz Luke Rhinehart’ın yaşadıklarını yazması yani otobiyografisini kaleme almasıyla açılıyor. Bu durum kitabın anlatısını da doğrudan etkiliyor. George Cockcroft, daha doğrusu Luke Rhinehart yaşadıklarını birinci tekil şahıstan anlatıyor. Zaman zaman üçüncü tekil şahısa da geçiyor ve hikayesiyle sınırları zorladığı gibi anlatısıyla da yaratıcılığını konuşturuyor. Öncelikle bu anlatım biçiminin bozulmadan, değiştirilmeden filme adapte edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Zar Adam’ın ilk etapta göze çarpan ayırt edici iki özelliği var: Birincisi çok güçlü bir mizah duygusuyla kaleme alınmış olması. Okuru kahkaha krizine sokabilecek espriler bir yana tüm hikaye baştan sona eğlenceli bir üslupla anlatılmış. Dolayısıyla filmimiz türsel anlamda komedi olmasa da o üsluba sahip olmalı ve mizahi yönü törpülenmemeli. Kitabın ayırt edici ikinci özelliği ise fazlasıyla cesur ve cüretkar olması. Çıplaklık, seks ve fanteziler filmin gösterimi öncesi nasıl sınıflandırılacağı (18+, şiddet ve cinsellik içerir vb.) düşünülmeden görselleştirilmeli. Luke Rhinehart, “Kendinizi anlayın, kendinizi kabul edin ama kendiniz olmayın” diyor ve hikayenin bir noktasından itibaren -tabi yine zara danışarak- farklı kişiliklere bürünüyor. Bir gün Hz. İsa, diğer gün Sigmund Frued olabiliyor. Veya gün içinde birden çok kişiliğe bürünebiliyor. Diyeceğim o ki; ana karakterimizi canlandıracak oyuncunun bu ani değişimlerin üstesinden gelebilmesi gerekiyor. Çünkü olası bir uyarlamanın başarısı büyük oranda başrolü alan oyuncunun performansına bağlı olacak. Ayrıca iyi bir film çıkabilmesi için The Wolf of Wall Street’teki Martin Scorsese’ye ihtiyaç var. Oradaki mizah ve seksin biyografik film modeli içindeki kullanımı, Scorsese’nin dinamik anlatısı ve üslubu ister istemez Zar Adam’ı aklıma getirdi. Neden uyarlanmalı sorusuna verilebilecek en iyi cevap ise felsefe yapan, alabildiğine komik, bir popüler kültür ürünün hafifliğine sahip olmasına karşın düşündürücü ve yaratıcı bir filmin ortaya çıkabilecek olması bence. Hikayenin devam ettiğini düşünürsek, sinema iyi bir seri kazanabilir.

Şimdi elinize bir zar alın ve sallayın. 1 gelirse Zar Adam'ı okuyun, gelmezse hayatınıza devam edin.("Neden 1?" sorusunun cevabı da romanda..)

14 Ekim 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #32 Fail Safe


Hollywood’da zaman zaman aynı yıl içerisinde birbirine ikizi kadar benzeyen filmler çekilir. Bu ikizleşmeye vereceğimiz en iyi örnek belki de 1964’te birkaç ay arayla vizyona giren edebiyat uyarlamaları Dr. Strangelove ve Fail Safe’dir. Ve maalesef Sidney Lumet’in insanın kanını donduran klasiği Kubrick’in başyapıtının gölgesinde kalmıştır.

Fail Safe’de mekanik bir hata sonucu nükleer bomba yüklü bir Amerikan filosunun Moskova’yı bombalama emriyle harekete geçmesi ve hedefine kitlenen filoyu geri çevirme çabaları işleniyor. Soğuk Savaş paranoyasının zirve yaptığı yıllarda bilhassa Amerikan halkının korkularını körükleyen Fail Safe, hikayesiyle size ne kadar çılgınca gelirse gelsin, meselesini ciddiyetle ele alışıyla iç acıtıcı bir gerçekliğe sahip. Lumet, hikayesini tüm çıplaklığıyla anlatmayı tercih ediyor ve gerilimi iliklerinize kadar hissetmenizi sağlıyor. Kubrick, aynı paranoyadan beslenen Dr. Strangelove’ı kara mizaha yaslanarak çekmiş ve eşi benzeri olmayan bir iş ortaya koymuştu. Film bir kıyamet senaryosunu beyazperdeye taşımasına karşın kara mizah tercihiyle seyirci üzerinde Fail Safe’in acıtıcı etkisini hissettirmemişti.

İnsan faktörünü devre dışı bırakıp, tüm sorumluluğu makineler üzerine atabilir miyiz sorusunu dile getiren Fail Safe, bunun mümkün olamayacağının altını çiziyor. Sanırım filmin en can alıcı noktası Amerikan başkanının finalde verdiği kararı açıkladığı andır. Bu öyle bir karar ki, insanoğlunun çaresiz kaldığında ne kadar ileri gidebileceğini gösteriyor. Asker ve pilotların savaş psikolojisinin kusursuz bir biçimde verildiği filmde iki başkan arasındaki telefon trafiği doyumsuz bir seyir sunuyor. Başkanlar ve iki ülke arasındaki güven sorunu da ustalıkla işleniyor diyebiliriz. Soğuk Savaş yıllarına dönüp baktığımızda nükleer silahlanma yarışının dünyamızın nihai sonunu getirebileceğini biliyoruz. O yüzden Fail Safe gibi filmler, ne kadar çılgın fikirlere sahip olsalar da yakın tarihimizden ve mevcut gerçeklikten güç alıyorlar.

Eugune Burdick ve Harvey Wheeler’ın birlikte yazdıkları Fail Safe’in bir de İngiliz sinemacı Stephen Fears imzalı bir Tv filmi uyarlaması var. Başarılı bir uyarlama olsa da tercihinizi Sidney Lumet’in başyapıtından yana kullanmanızı tavsiye ediyorum.

9 Ekim 2015

Cat People (1942) vs. Cat People (1982)


Hikayesini öpüştüklerinde Panter’e dönüşen insanlara ait bir efsaneye dayandıran 1942 tarihli, Jacques Tourneur imzalı korku filmi Cat People, döneminin başarılı yapımlarından biriydi. 40 yıl sonra çekilen remake’i orijinal yapımın üzerine çıkan nadir örneklerden biridir. Şimdi bu iki filmi karşılaştıralım, hangi yönlerden benzeşiyor ve ayrışıyorlar bakalım.

Orijinal film, sinemada korku geleneği yeni yeni oluşmaya başladığından, bırakın 80’leri 60’lı yılların korku filmleriyle karşılaştırdığınızda dahi oldukça sadedir. Yönetmen Tourneur, göstermekten ziyade ima eder ve bu şekilde gerilim yaratır. Bu anlamda başarılı olduğunu söyleyebiliriz belki, ancak o günün şartlarında bir pantere dönüşme sahnesinin çekilemeyecek olması sebebiyle filmde yer almadığını veya panterle mücadele sahnesinin de kolaya kaçılarak gösterilmeden çekilmesi filmin seyirci üzerinde bıraktığı etkiyi minimuma düşürür. Paul Schrader’in yönetmen koltuğuna oturduğu yeniden yapıma baktığımızda alabildiğine cesur olduğunu görüyoruz. Dönüşüm sahneleri 80’ler efekt teknolojisinin elverdiği oranda inandırıcı, panterin insanlara saldırdığı sahneler de bir o kadar tatmin edicidir.

1982 tarihli Cat People, orijinal filmin hikâyesini yeniden yaratarak yola çıkmış. Açılış sekansından itibaren yeni bir film izlediğiniz hissine kapılmanız olasıdır. İlk filmdeki Kedi insanlar efsanesi, yeniden yapımda altı doldurularak bir mite evrilmiştir. Schrader, yarattığı mite dair görseller de sunarak, filme zenginlik katar. İlk filmde diyaloglarla sınırlı tutulmuş bir efsane vardır. Yine imkânsızlıklar… 1942 tarihli Cat People’da Irena, erkeklerden uzak durur. Öpüşmekten de kaçınır. Evlenir ama yakınlaşmak için eşinden zaman ister. Irene Kedi insanlardan biridir ve efsaneye göre öpüştüğünde bir Panter’e dönüşecektir. Panter’e dönüştükten sonra tekrar insan formuna nasıl girebildiği açıklanmaz. Kurbağa-Prens hikâyesine benzer haliyle komik bir efsanedir bu. 1982 yapımında ise Kedi insanların dönüşümü için cinsel birleşme şarttır. Hatta pantere dönüşmemenin tek koşulu da kendi türleriyle birlikte olmalarıdır. Ensest ilişki boyutu mitolojinin önemli bir parçasıdır.

Simone Simon’un Irena’sı ile Nastassja Kinski’nin Irena’sını karşılaştırırsak, Kinski’nin açık ara önde olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Hem performans, hem karaktere bürünme hem de cüretkar yorumuyla Kinski tek başına filmi yukarıya çekmeyi başarmış. Kinski’nin vücudunu cömertçe sergilemesini ve filmin yer yer erotik olmasını eleştirenler olacaktır ama yeniden yazılan hikayenin bunu gerektirdiğini izlediğinizde anlayacaksınız eminim. Simone Simon’un içindeki şeytandan kurtulmak istemesinin yeniden yapımda yerini Kinski’nin özgürleşme arzusuna bırakması da isabetli bir tercih olmuş.

6 Ekim 2015

The Martian - Marslı


Bilimkurgu sineması denince aklımıza gelen ilk yönetmenlerden biri Ridley Scott’tır. Dolayısıyla Scott’ın yeni bir bilimkurgu çalışmasıyla geri dönüyor oluşu başlı başına bir heyecan sebebiydi bizim için. Andy Weir’in 2011’de yazdığı heyecan dolu romanı The Martian, Gravity ve Interstellar sonrasına yakışan bir uyarlamayla karşımızda.

Mars’ta hayatta kalmanın ABECE’si

Ana karakterimiz Mark Watney, bir kaza sonucu öldü sanılarak Mars’ta bırakılıyor. Yaralı olarak uyanan karakterimiz hayat olmayan bir gezegende tek başına kalıyor. Bı noktadan sonra aklımıza cevabını merak ettiğimiz üç soru takılıyor: Nasıl hayatta kalacak, NASA ile nasıl irtibata geçecek ve nasıl kurtulacak? Gördüğünüz gibi Mark Watney’nin kurtulup kurtulamayacağına ilişkin kimsenin bir şüphesi yok. Zaten film de “nasıl”lar üzerine kurguluyor hikâyesini. Evet, ilk sorumuz yaşamın el vermediği bir gezegende nasıl hayatta kalınabileceğiydi. Çok geçmeden Mark’ın aynı zamanda bir botanist olduğunu öğreniyoruz. Bu bilgi kırıntısı Mark’ın Mars’ta tarım yapmanın bir yolunu bulacağını imliyor. Elbette ana karakterimizde çok daha fazlası var. Zekası, cesareti, iradesi, özgüveni ve azmiyle vazgeçmek nedir bilmeden arkasına NASA’yı da alarak nihai hedefine ulaşabilmek için çabalıyor Mark Watney. Film, Mark’ın hayatta kalma adına verdiği savaşı adım adım ele alıyor. Scott, hikâyeyi dramatize etmediği gibi mizahi bir dille anlatmayı seçmiş. The Martian’ın bütününe baktığımızda bunun kötü bir tercih olduğunu söyleyemeyiz. Ancak yalnızlık psikolojisine yer vermemesi, karakterimizin psikolojik durumunu es geçmesi gibi ayrıntılar filmin en büyük eksileri denilebilir.

Klasik bir kurtarma operasyonu filmi

Mark’ın NASA ile irtibat kurmasıyla birlikte klasik bir kurtarma operasyonu filmine geçiş yapıyoruz. Bir noktadan sonra Apollo 13 modeliyle hareket eden filmdeki en büyük farklılık ise kurtarma operasyonunun geniş bir zaman dilimine yayılması. Bu durum da filmin elini zayıflatıyor açıkçası. Evet, kurtarma planlarının havada uçuştuğu, çıkar yol arandığı bölümler ilgiye değer ama operasyonun kısa tutulup, kurtarma planlarına fazla zaman tanınması beklenen filmin çıkmamasına sebep olmuş. The Martian’ın her aşamasında Mark, NASA ve kurtarma ekibinin önüne çeşitli sorunlar çıkıyor. Film de genel olarak bu sorunların bir bir bertaraf edilerek gerçekleştirilen kurtarma operasyonun hikâyesi denilebilir. The Martian’ın ritmik bir sorunu yok, senaryo tıkır tıkır işliyor. Özellikle son bölümde heyecan yükseliyor. Çetrefilli ve biraz da uçuk kurtarma planı seyircinin salondan memnun ayrılmasını sağlayacak kadar iyi.

NASA’nın olası bir durumdaki tavrı filmde anlatıldığı gibi mi olurdu? Bu kadar şeffaf olamayacaklarını biliyoruz. Peki, The Martian NASA’nın reklamını mı yapıyor? Kesinlikle hayır. Reklama ihtiyacı olmayan bir kurum varsa o da NASA’dır. NASA’nın filme verdiği destek ise aşikâr. Bu anlamda filme bir NASA güzellemesi olarak da bakılabilir. Elbette Ridley Scott’ın hakkını yememek koşuluyla.

Gravity ile ilişkisi üzerine

Andy Weir’ın romanının sinemaya uyarlanmasında Gravity’nin ticari başarısının ve kazandığı ödüllerin ciddi bir rolü var. Karşımızda uzayda tek başına yaşam savaşı veren iki karakter var. Zamansal ve mekansal olarak birbirlerinden ayrı düşseler de hayatta kalma motivasyonları aynı. Gravity’de Dr. Ryan Stone belli bir noktadan itibaren tamamen kendi başına ve bu oldukça korkutucu. Karakterin yalnızlığını filmin her anında hisssetmek mümkündü. Cuaron da zaten dramatik açıdan güçlü, saf sinema duygusuyla filmi zirveye taşımıştı. The Martian’a baktığımızda, Mark Watney’in arkasında NASA ve tüm dünya var. NASA ve ekibiyle iletişim halinde olması çoğunlukla mizaha açılan bir kapı olarak kullanılıyor ve bu da dramatik yapıyı zedeliyor. İki filmde de zamana karşı bir yarış olmasına karşın The Martian’ın bu durumu lehine çeviremediğini görüyoruz. Zamana karşı yarıştan gerilim yaratmıyor Scott. Buna imkan vermeyen de hikayenin kendisi. The Martian, uzay boşluğu sahnesiyle iyiden iyiye Gravity sularında yüzmeye başlıyor ve kendi zirvesini de görüyor. Toparlarsak Scott’ın filminde büyüyü bozanın belli oranda NASA olduğunu söyleyelim. Çünkü NASA yani masa başında direktifler veren yetkililer devreye girdiğinde formüllerin dışına çıkmanız oldukça zor. Gravity’nin başarısı da burada saklı bana kalırsa.

Son söz: The Martian yılın tereddütsüz izleyeceğiniz bilimkurgularından biri. Temiz, görkemli ve alabildiğine eğlenceli bir film. 7.5\10

4 Ekim 2015

Önermediklerimiz - #4 Wild Things


Basic Instinct (Temel İçgüdü)’in başarısı 90’lı yıllarda erotik gerilim filmlerinde gözle görülür bir artış sağladı. Poison Ivy, The Last Seduction, Color of Night bunlardan bazılarıydı. Yine bu dönem ürünlerinden biri olan Wild Things (Vahşi Şeyler) de adından söz ettirmesine karşın vasatı aşamayan bir yapımdı.

Wild Things, bir lisede danışman öğretmenlik yapan Sam Lombardo’nun iki kız öğrencisi, Suzie Toller ve Kelly Van Ryan tarafından, kendilerini taciz ettiği yönünde suçlamalara maruz kalmasıyla seyircisini sonu gelmez bir entrika yumağı içine çekiyor. Olayların nasıl gelişeceğini kestirmenin pek mümkün olmadığı film bir neo noir örneği. Ama bu türün klasik örneklerinden biri değil. Filmin en büyük sorunu seks, para ve intikam üçgeni etrafında dönen kirli oyunları laçkaya çevirdiği sürpriz düşüncesiyle anlatması. İlk yarısı olağan şekilde ilerleyen film ilk sürprizini patlattığında seyirciden olumlu bir geri dönüş alıyor ancak sürprizler devam ettikçe son ana dek "aslında böyleymiş", “yok artık!”gibi tepkilerle her an her şeyin mümkün olabileceği bir film izlediğimizin farkına varıyoruz.   

İkinci sürpriz devreye sokulduğunda nasıl bir entrika içerisine çekildiğimizi düşünüyoruz ve daha sorgulayıcı bir biçimde izlemeye başlıyoruz filmimizi. Ama senarist Stephen Peters, benzerine pek rastlamadığımız bir ağ örmüş. Vurucu bir sürpriz son yerine bir sürü sürpriz yerleştirilen ve sürekli yön değiştiren Wild Things, beklenen etkiyi yakalayamıyor açıkçası. Sürprizli yapıya bel bağlandığı için de gerilim ayağının çok zayıf kaldığını belirtmek gerekiyor. Kimsenin kimseye güvenemeyeceği bir suç dünyası resmediliyor ama bunu seyircinin sürpriz son sevgisini istismar ederek yapması ters tepiyor diyebiliriz. Toparlarsak Wild Things; Kevin Bacon, Matt Dillon, Neve Campbell ve Denise Richards hatrına izlenebilir ama iyi bir seçim olmayacağını düşünüyorum.