27 Aralık 2015

Rocky efsanesi Creed ile 8 Ocak'ta dönüyor!


Sylvester Stallone’nin efsane serisi Rocky, uzun bir aranın ardından Rocky Balboa ile 2006’da geri dönmüş ve serinin en başarılı bölümlerinden biri olarak selamlanmıştı. Artık seri nihayete erdi derken, kabul edilebilir bir devam filmiyle efsaneyi yaşatmanın formülü bulundu diyebiliriz. Bu kez yönetmen koltuğunda Stallone’yi değil, Ryan Coogler’i gördüğümüz Creed, gösterildiği ülkelerde olumlu tepkiler aldı.

Filmin hikayesi

Adonis Johnson henüz kendisi doğmadan önce ölen Dünya Ağırsıklet Boks Şampiyonu ünlü babasını hiç tanımamıştır. Yine de, kanında boks olduğuna hiç şüphe yoktur. Bu yüzden, Apollo Creed’in yeni ama sağlam bir boksör olan Rocky Balboa ile efsanevi maçını yaptığı yere, Philadelphia’ya gider.

Adonis, Kardeş Sevgisi Şehri’ne vardığında, Rocky’yi (Stallone) bulur ve kendisinden antrenörü olmasını ister. Rocky dövüş oyununa sonsuza dek veda etmiş olduğunu ısrarla söylese de, en yakın dostu olan müthiş rakibi Apollo’da gördüğü gücün ve kararlılığın aynısını oğlu Adonis’te de görür. Adonis’i çalıştırmayı kabul eden eski şampiyon bir yandan genç boksörü eğitirken, bir yandan da ringde hiç karşılaşmadığı kadar ölümcül bir rakiple mücadele etmektedir. 

Köşesine Rocky’yi alan Adonis’in unvan mücadelesi şansı bulması uzun sürmez… Ama acaba ringe çıkmak için gerçek bir dövüşçünün dürtüsüne ve yüreğine zamanında ulaşabilecek midir?

Sylvester Stallone'nin filmle ilgili düşünceleri

Rocky Balboa’yı yaratmış ve serinin tüm filmlerinde canlandırmış olduğu için, Stallone role yeniden kolaylıkla bürünmüş. Karakterin hayatında beklenmedik bir fırsatla karşı karşıya kaldığı bu evreyi irdelemeye istekli olan aktör, “Karakter benden doğmuş olsa da, daha çok onun gibi olabilmeyi dilerdim” diyor Stallone gülerek ekliyor: “O bir sabır abidesi; içinde en ufak bir kötülük yok. Çok rekabetçi olmasına karşın, onur için dövüşüyor.”

“Boks, muhtemelen çoğu spor gibi, yüzde 80 oranında kafanızda” diyen Stallone, şöyle devam ediyor: “Soyunma odasından çıkmadan önce kaybetmiş olabilirsiniz. İşte bu yüzen, iyi bir köşe adamı hemen oracıkta psikanaliz yapabilmelidir. Adamının dağılmasını önlemeli. Oldukça sıra dışı bir meslek. Yıllar boyunca dövüşçü olarak edinmiş olduğu tüm bilgi ve deneyimi bu çocuğa öğretebilmesi açısından Rocky için çok doğru bir yer olduğunu düşündüm.”

Stallone; Rocky’nin, kendi hayat hikâyesindeki iniş çıkışların getirdiği duygulara ek olarak, Apollo’nun oğluyla karşı karşıya geldiğinde şunları yaşadığını söylüyor: “Birden bire, Apollo’yu yeniden kaybetmenin matemiyle ve onun ölümünden sorumlu olma hissiyle yüzleşiyor. Bunun için kendini hiç affedememiş. Şimdi karşısına geçip kendisine bakan bu çocuk eski dostuna öylesine benziyor ki ona Apollo’yu hatırlatıyor. Üstelik Adonis de o tehlikeli arenaya girmeyi hedefliyor ve kendisini oraya Rocky’nin taşımasını istiyor. Rocky ise bunu istemiyor; Apollo’nun çocuğunun da zarar görmesine neden olmak istemiyor. Ama biliyor ki kendi yapmasa, bir başkası yapacak. İşte o durumda Donnie gerçekten zarar görebilir. Belki Rocky elinden gelenin en iyisini yaparsa, onu güvende tutabilir ve yıllarca önce olan şeyi telafi edebilir.”

24 Aralık 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #37 Altered States


Yönetmenlik stiliyle kendi özgün sinemasını oluşturabilmiş İngiliz sinemacılardan Ken Russell’ın ilk ve tek bilimkurgu çalışması olan Altered States (Gerçeğin Ötesinde), dönemi 80’lerin kıymeti bilinmemiş başyapıtlarından biridir. İnsanoğlunun varoluşunu evrim teorisi ekseninde özgün bir hikâyede işleyen film, zengin içeriğini benzersiz biçimselliğiyle sararak unutulmaz bir sinemasal deneyime dönüşüyor.

Ana karakterimiz Dr. Eddie Jessup’ın su dolu tank içinde bilimsel deneylerini kendi bedenini kullanarak gerçekleştirmesiyle açılan film bu minvalde ilerliyor. Çok geçmeden karşımızda klasik bir bilim insanı olmadığını anlıyoruz. Harward Tıp Fakültesi profesörü olmak, saygınlık kazanmak onun için bir önem taşımıyor. Evlenip çoluk çocuğa karışmak, herkes gibi bir hayat yaşamak onu mutlu etmeyecek. Deneylerine kobay olması ve ileriye gitmekten korkmaması onu kağıt üzerinde çılgın bir bilim adamı yapsa da tür içindeki konumu itibariyle farklı bir noktada duran özel bir karakter o. Bilinçle ilgili çalışmalar yapan Jessup, hakikatin, varoluşunu anlamlandırmanın peşinde diyebiliriz. Bu arayış onu Orta Meksika’da bir kabile büyücüsüne götürüyor ve büyücünün ilacını içmesiyle ilk bilincimize giden kapıyı aralamış oluyor. Jessup’ın bilinç düzeyinde başlayan tarih öncesi yolculuğu, tersine evrim geçirerek bir proto insana dönüşmesi biçiminde devam ediyor. Bilim insanı Jessup’ın varoluşun mutlak gerçekliğini arayışının altında farklı ancak birbirini tamamlayıcı sebepler var. Bilim adamının somut gerçeklik arayışı ve keşif tutkusu, tanrı inancını yitiriş ve reddediş sonucunda oluşan tinsel boşluğun doldurulmaya çalışılması ve nihayetinde de hayatın sırrına vakıf olabilme isteği Jessup karakteri özelinde işleniyor.

Altered States’i benzersiz kılan etkenlerin başında kuşkusuz ki görselliği geliyor. Yönetmen Russell’ın özellikle halüsinasyon sahnelerindeki baş döndüren hızlı kurgusuyla birbirine bağladığı görüntülerle yakaladığı etkiyi tarif etmek hiç kolay değil. Filmin görsel efektlerinin de bugün izlendiğinde dahi hakkı teslim edilecek kadar iyi olduğunu söyleyelim. Russell’ın insanoğlunun evrimsel geçmişine bakış attığı Altered States, hem içerik hem de biçimsel olarak 2001: A Space Odyssey’den etkilendiğini açıkça belli eden, buna karşın özgün kalabilmeyi başarmış bir bilimkurgudur. Bilimkurgu sevenler için görülmesi bir zorunluluk...

20 Aralık 2015

Türkiye gerçekleri mi, sinemanın gerçekleri mi?: Mustang


Deniz Gamze Ergüven’in ilk uzun metrajı Mustang, Fransa’nın Oscar aday adayı olması, Altın Küre’de adaylık elde etmesi, batıda başyapıt ilan edilmesi, ülke sinemamız kapsamında bize ait olup olmaması meselesi ve Türkiye gerçeklerini çarpıtma veya yanlış yansıtma gibi sorunları sebebiyle uzun zamandır bir tartışma konusu. Benim de bu tartışmada taraf olma zamanım gelmişti. Mustang’i yazımın başlığına da taşıdığım soru ekseninde, başka örneklere de değinerek irdeleyeceğim.

Mustang’in dış basında övgüyle karşılanmasının ardından ülkemizde vizyona girdiğinde batının aksine olumsuz eleştirilerin odağı olması, bakış açılarındaki farklılığın yanı sıra sinemadaki gerçeklik meselesiyle ilgilidir. Filme; Karadeniz’in bir sahil kasabasında öksüz kalmış beş kız kardeşin, aile büyüklerinin baskısına boyun eğmekle, başkaldırmak arasında gidip gelişinin naif bir özgürlük çığlığına dönüşünün hikâyesi denilebilir. Tartışma tam da burada başlıyor. Hikâyenin geçtiği coğrafyanın gerçeklerini bilmeyen batılı seyircinin filme nasıl yaklaştığı önemli diye düşünüyorum. Birincisi sinema sanatı çerçevesinde, yönetmenin anlatısına ve filmin duygusunu verip veremediğine bakılıyor. İkincisi karakterlerle empati kurularak ele alınan meselenin içselleştirilmesiyle doyuma ulaşılıyor. Gerçeklik sorgulamasına girilmediği (benzer olayların gerçekte filmde anlatıldığı gibi yaşandığı farz ediliyor ya da kurgusal açıdan değerlendiriliyor) ve filme daha saf bir biçimde yaklaşıldığı için övgüleri doğal karşılamak gerekiyor. Bizdeki durum ise tam tersi. Yönetmen Ergüven’in ülkenin kemikleşmiş sorunlarını anlatmak istediğini görüyoruz ama kendi gözlerimizle gördüklerimiz, duyduklarımız ve yaşadıklarımızdan bağımsız bir değerlendirme yapamıyoruz. Sebebi de mevcut gerçekliğin filmde ele alınandan çok farklı olması. Karakterlerin bu topraklara ait olmadığının net bir şekilde görülmesi. Ergüven’in özellikle kırsal kesimlerde yaşananlardan bihaber olması, bildiklerinin de gerçeklikle bağını olabildiğince kopararak hikâye etmesi gerçekliğin çarpıtılması veya önemsenmemesi olarak yorumlanıyor.

Eleştirilere hak vermekle birlikte hepsine katılamadığımı söylemek istiyorum. Çünkü Mustang’i sinemanın gerçekleri bağlamında değerlendirmenin daha hakkaniyetli olacağı kanısındayım. Sebebi de Ergüven’in Türkiye gerçeklerini masalsı bir Türkiye portresi içinde anlatmayı denemesi. Masalsı doku gerçekliğin deformasyonunu önemsizleştiriyor. Tam da bu noktada sinemanın gerçekliği devreye giriyor. Hatırlarsanız Reha Erdem de Jin’de benzer eleştiriler almıştı. Doğuda yaşayan veya orda yaşananları bilen insanlar tepkilerini dile getirmişti. Orada da gerçeklik masalsı bir dünyada eritilmişti. Erdem’in bir röportajında sinemada gerçeklikle ilgili verdiği örnek bakış açınıza bağlı olarak meseleyi kökünden çözüyor. Şöyle diyor Erdem: “Sinemadaki kuş, sinemadaki kuş, yani filmin kuşu, gerçek hayatta öyle bir kuş yok!” Sinemada gördüklerimizle gerçek hayattakiler birebir aynı değil diyor kısaca. Masalsı dokusu sayesinde bu örneği Mustang’e de uyarlayabiliyoruz. Ergüven, Erdem gibi bilinçli değil elbette. Ülkesini yeterince tanımadığı için sinemanın gerçeklerine sığınıyor. Gerçeklik meselesi sebebiyle Mustang’i eleştirenlerin Semih Kaplanoğlu’nun Bal filmini de eleştirmiş olması gerekiyor. Zira orda Karadeniz’in kalbinde yaşayan karakterlerin de Karadeniz insanıyla -figürasyonda kullanılan birkaç karakter dışında- alakası yoktu. Tipler evet kabul edilebilir ama Karadeniz şivesi ve Karadeniz insanın sıcaklığından eser yoktu. Bu tercihin sebebi Kaplanoğlu’nun minimal sinema anlayışıdır. Bunun anlamı da gerçek Karadeniz insanının yani Türkiye gerçeklerinin, sinemanın gerçeklerine tercih edilmesidir. Mustang ile karşılaştırmıyorum tabii. Orda dikkat çekmeyen, minimize edilmiş bir gerçeklik sorunu varken, Mustang’in hemen hemen her anında göze batması muhtemel olay ve davranışlar görüyoruz. Bal ve Jin örnekleriyle dikkat çekmek istediğim hususlar anlaşılmıştır eminim. 

Aslında filmin temel sorunu hikâyenin çok hızlı akması. Karakterleri tanımaya ve özümsemeye çalışırken hikâye alıp başını gidiyor. Yönetmenin neden bu kadar aceleci olduğunu çözemiyoruz. Belki ilk filmi olmasına yani tecrübe eksikliğine yorabiliriz bunu. Bu hızlı akış içinde yönetmenin çocuk gelinleri, kadına yönelik şiddeti, kadının cinsel bir obje olarak görülmesini, eğitimsizliği, muhafazakâr düşünce yapısını ve daha birçok şeyi eleştirmeye çalıştığını görüyoruz. Böyle olunca da ensest ilişki meselesi gibi bazı mevzular derinleştirilemiyor. Ergüven, iyi bir damar bulsa da hikâyelemede abartıya kaçıyor. 

Toparlarsak, sinemanın kendi gerçekliği içinde değerlendirdiğimizde, eksiklerine rağmen başarılı bir ilk film Mustang. Deniz Gamze Ergüven filmin duygusunu verebilmiş. Sinemamız adına önemli bir kazanç olduğunu düşünüyorum. Oscar ve Altın Küre’de yolu açık olsun. 7.3\10

18 Aralık 2015

3 soruda Star Wars: The Force Awakens


Star Wars evreni genişlemeye devam ederken, bunu köklerine dönerek, kültleşmiş karakterleriyle yeni karakterlerini bir araya getirerek yapmayı deniyor. Tüm dünya ile aynı anda ülkemizde de vizyona giren filmi değerlendirdim. 

1 - Neden özgün bir hikâye ile yola çıkılmadı?

J.J. Abrams’ın ilk üçlemeyle sıkı sıkıya bağlı bir Star Wars filmi çekmek istediğini biliyorduk. Biz bu isteği, ilk üçlemenin dokusuna sahip yeni bir seri yaratma olarak okumuştuk. Bugünün sinema teknolojisiyle bunu başarabilmek kolay değil. İlk üçlemedeki karakterlerin dönüşü ve gerçek mekân kullanma gibi tercihlerle o hava yakalanabilmiş denilebilir. Filmin temel sorunu zaten o dokuyu yeni ve özgün bir hikâyede kullanamaması. Abrams, ilk üçlemeye sıkı sıkıya bağlı kalma meselesini yanlış anlamış. 1977’de çığır açan ilk Star Wars filmi A New Hope’u tekrar eden bir hikâye kurgusu var The Force Awakens’ın. Luke yerine koyabileceğimiz Rey’in tıpkı onun gibi bir yoldan geçmesi, gücünü keşfetme serüveninde yaşadıkları benzeşiyor. Daha da fazlası var ama spoiler olmaması için yazmak istemiyorum. Evet, neden özgün bir hikâye ile yola çıkılmadı? Bu sorunun cevabı basit gibi görünse de açıklaması zor. Elbette ilk üçlemenin başarısını yakalamak ve fanları memnun edebilmek için tutmuş bir formülün izi sürülmüş. Özgün bir hikâye demek, risk almak demek. Ne var ki Abrams gibi bir yazar-yönetmenden risk almasını beklerdik. Açıklaması zor demiştik. Sonuçta ilk filmin hikâye kurgusunu kopyalayarak gerçek bir başarı yakalanamayacağını da bilmeleri gerekiyor. Ticari başarı gelecek ama tepkilere de hazırlıklı olmaları gerekiyor.

2- Gücünü akrabalık bağlarından mı alıyor?

Evet, öyle diyebiliriz. Filmde öne çıkan karakterlerden ikisi taşıdıkları kan bağıyla önem arz ediyorlar. Yeni üçleme bu iki karakter üzerine gidecek. Akrabalık bağları konusunda iyi bir çalışma yapılmış denebilir. İşte burada biraz risk alınmış. Böyle efsanevi seriler yıllar sonra diriltildiğinde kültleşmiş karakterlerin çocuklarının peydah olması (Indiana Jones, The Mummy ve Die Hard serileri) hep olumsuz sonuç verdi. İşte The Force Awakens bunu kırmayı başarıyor. Çünkü Star Wars filmleri her daim akrabalık bağları ve o bağların ortaya çıkışının yarattığı dramatik etki ile sevenlerine unutulmaz anlar yaşatmıştır. Baba ile oğlun çarpışması, birbirlerini kendi taraflarına çekme çabaları Star Wars serisinin kilit anlarıdır. Abrams da bunun bilincinde olarak akrabalık bağlarına yüklenmiş. Henüz meyvelerini toplamaya başlamadı. Sekizinci bölümü yönetecek olan Rian Johnson Abrams’a dua edecek gibi görünüyor. Karakterlerimiz kendi bulduğunda, yani bir sonraki bölümde çetin çarpışmalar izleyeceğiz. The Force Awakens’ta esaslı bir ışın kılıcı düellosu izleyemememizin sebebi de zaten, yeni karakterlerin güçsüzlüğü. Güç uyandı ama uyanmak yetmez. Gücün eğitimle şekle sokulması gerekecek. Hikâye ve karakterlerin temelleri atıldı. Umarız ki sekizinci bölümde daha özgün bir hikâye kurgusuyla karşılaşırız.

3- The Force Awakens seri içinde nerede duruyor?

Öncelikle şunu söylemekte fayda görüyorum: George Lucas’ın kafasında 6 filmlik bir seri vardı. Kronolojik olarak hikayenin geleceğini ve geçmişini tersten anlatmak durumunda kaldığını biliyoruz. Dolayısıyla önümüzde aslında tamamlanmış bir seri var. Yeni üçleme bu bakımdan biraz zorlama. Luke, Han Solo ve Leia’nın dönüşü büyük önem taşıyor şüphesiz ve karakterlerimizin Return of the Jedi’dan sonra neler yaşadıklarını hep merak etmiştik. Bu soruların cevaplarını bulmak sevindirici. Onların dönüşünün daha anlamlı olabilmesi özgün bir hikâye kurgusuna ihtiyaç vardı. Yönetmen Abrams, her zaman kolaya kaçmasıyla eleştirilecektir. 

Filmin görsel ve teknolojik açıdan ilk ve ikinci üçleme arasında durduğunu söyleyebilirim. İlk üçlemenin tadını almak mümkün. Ama nihayetinde bugünün teknolojisiyle ne kadar uğraşsanız da 70’lere veya 80’lere ait bir film çekmeniz oldukça zor. Zaten işin ticari boyutu da düşünüldüğü için günümüz uzay operalarının ışıltısına sahip bir Star Wars yaratıldı. Karşılaştırma yaptığımızda Abrams’ın filmini, ilk üçlemeyle kıyaslamaya dahi gerek yok. George Lucas’ın prequel üçlemesinin de giriş filmi The Phantom Menace ile kıyaslarsak, The Force Awakens’ın daha iyi bir giriş filmi olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Yeni üçleme tamamlandığında serileri karşılaştırmak daha doğru olacaktır diyelim.

15 Aralık 2015

Sinema uyarlamasını bekleyen romanlar - #10 İstanbul Hatırası


Türk polisiyesi dendiğinde akıllara gelen ilk isim olan Ahmet Ümit, üretken bir yazar. Daha önce Sis ve Gece ve ardından Bir Ses Böler Geceyi adlı romanları sinemaya uyarlanan Ahmet Ümit’in bugünlerde yeni kitabı Elveda Güzel Vatanım raflardaki yerini aldı. Yazımızın konusu ise bir önceki eseri İstanbul Hatırası…

Hikâye

Byzantion’dan İstanbul’a uzanan, heyecan yüklü bir serüven… Sarayburnu’nda, Atatürk heykelinin ayaklarının dibinde bir ceset, Avuçlarında antik bir para... Ama ne bu ceset son kurban, ne de bu antik para son sikke… Yedi kurban, yedi hükümdar, yedi sikke, yedi kadim mekân. Ve tek bir gerçek: Bu şehrin gizemli tarihi…

Nedir?

Başkomiser Nevzat ve yardımcılarının peş peşe işlenen esrarengiz cinayetleri çözme çabasının işlendiği İstanbul Hatırası, son ana dek ilgiyle okunan bir polisiye hikâye. Seri katil hikâyelerinin olmazsa olmazlarından sürpriz sonun da tıkır tıkır işlediği İstanbul Hatırası, gerilimden ziyade okuru ikilemde bırakmadaki başarısıyla hatırlanacaktır. Karakterlerin birbirleriyle ilişkileri ve geçmişleri iyi örülmüş. İstanbul’un tarihi yapıları ve genel olarak tarihsel detaylar yama gibi durmuyor. Ahmet Ümit zaten mekân kullanımı konusunda usta bir yazar. İstanbul’u da iyi biliyor. İstanbul Hatırası, türü sevenleri hüsrana uğratmayacak bir eser diyebiliriz.

Neden uyarlanmalı?

Türk sineması hiçbir zaman hızlı evrilen bir sinema olmadı. Bunun en açık kanıtı da tür filmlerinin üstesinden bir türlü gelemiyor oluşumuz. Korku denemeleri arttı ve Baskın örneğine bakarak yapabildiğimizi gördük. Sen Aydınlatırsın Geceyi ise en uzak olduğumuz türlerden fantastikte dahi kendi stilimizi ortaya koyabildiğimizde başarılı olabileceğimizi gösterdi. Polisiyedeki duruma baktığımızda, son dönemdeki denemelerin hüsranla sonuçlandığı tartışma götürmez bir gerçek. Ejder Kapanı, Beyza’nın Kadınları ve Av Mevsimi gibi seri katil hikâyeleri, korkuya oranla altından kolaylıkla kalkılabilecek bir tür olmasına karşın vasatı aşamamış örneklere sahne oldu olmaya da devam ediyor. İşte bunu aşabilmek için sinemamızın Ahmet Ümit romanlarına sarılması gerektiğini düşünüyorum. Pek çok romanında polisiyeyi tarihle harmanlayarak ilgiye değer hikâyeler üreten Ümit’in bu formülü polisiyede çıkış biletimiz olabilir. “Peki, neden İstanbul Hatırası?” derseniz de, romanın oldukça sinematik durması ve İstanbul’un gizemli geçmişine ışık tutarak, sinemamız için öncü bir nitelik kazanabilecek olması diye düşünüyorum.

Nasıl uyarlanmalı?

Henüz polisiyede kendisini ispatlamış bir yönetmenimiz olmadığı için en büyük sorun, eserin sinemaya aktarılması meselesi. İstanbul Hatırası bir formül kitabı olduğu için o formülü sinemada işletebilecek vizyona sahip bir yönetmen bulmak şart. İkinci problem de senaryo aşaması. Nasıl bir adaptasyon yapılmalı? Öncelikle tarihsel ayrıntıların azaltılması gerekiyor. Elbette İstanbul Hatırası’ndan yapılacak uyarlama fark yaratacaksa bunu tarihle polisiyeyi ustaca harmanlamasıyla yapacak fakat iyi bir film çıkarabilmek için bazı fedakârlıklar yapılmak zorunda. Dan Brown’ın Da Vinci Şifresi ve Melekler ve Şeytanlar romanlarının sinema uyarlamalarındaki hezimet unutulmamalı. Türe hâkim Hollywood dahi benzer bir formülün izini süren Brown romanlarından eli yüzü düzgün filmler çıkaramıyorsa, bizim iki kez düşünmemiz gerekeceği çok açık. Şu da bir gerçek ki, Brown romanları kadar komplike bir roman değil İstanbul Hatırası ve temelde klasik bir polisiye olması sebebiyle aynı kefeye koymak doğru olmayacaktır. Uyarlamasının zorluğunu anlatmaya çalışıyorum sadece. Diğer bir konu da karakterlerin kartondan kalıp kalmaması meselesi. Burada oyuncu tercihleri önemli ama senaryo aşamasında dramatik yapıyı güçlendirmek ve romandaki gibi yaşayan karakterler yaratmak bir zorunluluk. Bu noktada Ahmet Ümit’in müdahalesi de gerekebilir. Polisiyedeki engin bilgisinden ve tecrübesinden yararlanmak lazım. Bazı yabancı yazarların kendi romanlarını uyarlaması gibi Ümit’in de senaryoyu kendi yazması filmin lehine olur. Son bir şey daha var. Romanda Ümit’in ustalıkla gizlemeyi başardığı sürpriz sonun filmde de açık edilmemesi oldukça önemli bir husus.

12 Aralık 2015

In the Heart of the Sea 1 Ocak'ta Vizyonda!


1820 kışında, New England balina gemisi Essex kimsenin inanamayacağı bir şeyin saldırısına uğradı: Neredeyse insanlara özgü bir intikam dürtüsüne sahip, dev cüsseli bir balina. Gerçek bir deniz felaketi olan olay Herman Melville’in Moby-Dick’ine ilham kaynağı olacaktı. Ama roman hikayenin yalnızca yarısını anlattı. In the Heart of the Sea (Denizin Ortasında) bu karşılaşmayı takip eden dehşet verici olayları konu alıyor: Geminin sağ kalan mürettebatının sınırlarını sonuna kadar zorlayan, onları akla gelemeyecek şeyler yapmaya mecbur bırakan olayları. Sarsıcı fırtınalar, açlık, panik ve umutsuzluk karşısında bu adamlar, hayatlarının değerinden yaptıkları işin ahlakına kadar, en derin inançlarını sorgulayacaklardı.

Bu, tüm zamanların en önemli deniz yolculuğu hikayelerinden biridir: Nantucket’tan yola çıkan Essex adlı balina gemisi bir deniz canavarının -eşsiz bir boyuta ve niyete sahip beyaz bir balina- saldırısına uğrar. Sadece birkaç mürettebat hayatta kalır. Onların da olağanüstü zorlukların üstesinden gelmesi gerekmektedir ki hayatta kalıp hikayelerini anlatabilsinler. Fakat o dehşet verici yolculuktan sonraki 200 yılda, gerçekler tarihin içinde eridi, ilham kaynağı olduğu ünlü romanın, Herman Melville’in Moby-Dick’inin gölgeside kaldı. Şimdi yönetmen koltuğunda Ron Howard’la, Essex efsanesi, geminin cesur mürettebatı ve o mitleşmiş beyaz balina In the Heart of the Sea ile ilk kez beyaz perdeye taşınıyor.

Moby-Dick bir kurgu; oysa In the Heart of the Sea Melville’in klasikleşmiş romanını besleyen gerçek destanı hayata geçiriyor. Yönetmen Ron Howard bu konuda şunları söylüyor: “Essex’in gerçek hikayesi muhteşem. Çok sahici; özünde zengin ve sinematik; pek çok iniş çıkış ve sürpriz barındırıyor. Ayrıca, film geçmişte geçiyor olsa da, ilişkiler, hayatta kalma, insanlık ve doğa gibi bugün de özdeşleşebileceğimiz, düşündürücü temalara sahip; tüm bunlar insan olarak kim olduğumuza dair hassasiyetlerimizle bağlantılı.”


8 Aralık 2015

Gençliğe övgü, yaşlılığa ağıt: Youth


La Grande Bellezza ile sinema dünyasına bomba gibi düşen Paolo Sorrentino’nun yeni çalışması Youth, ülkemizdeki ilk gösterimini Filmekimi’nde gerçekleştirdi. Michael Cane, Harvey Keitel, Jane Fonda gibi usta isimlerin yanı sıra Rachel Weisz ve Paul Dano gibi başarılı popüler oyuncularla çalışan Sorrentino, sinema duygusunu her anında hissedebileceğiniz bir filmle geri döndü.

Gençliğe övgü

Sorrentino, filmin merkezine Fred ve Mick adlı iki eski dostu yerleştiriyor. Hayatlarının son demlerini yaşayan karakterlerimiz film boyunca gençlik günlerini yâd ediyorlar. Filmin meselesi de zaten yitip giden gençliğimiz. Fred Bellinger, Venedik Orkestrası’nın eski maestrosu. Kişisel sebeplerle emekliye ayrılmış. Bedensel olmasa da ruhsal anlamda tükenmiş bir adam. Dostu Mick ise vasiyetim dediği ve “Son Gün” adını verdiği veda filminin senaryosuyla uğraşan bir yönetmen. Alanlarında yetkin olan Fred ve Mick, emekliliğin gelip çatmasıyla hızlıca akıp giden hayatın acımasızlığıyla yüzleşiyor ve etraflarındaki gençleri hayranlıkla izliyorlar. Mick’in “Gençken her şey çok yakın görünür yaşlılıkta ise her şey uzak…” cümlesiyle geleceği ve geçmişi tanımladığını görüyoruz. Bu tanım her iki durumda da ölüm gerçeğiyle ters düşüyor. Önümüze hedefler koymamız ve umudumuzu her daim diri tutabilmemiz gençliğin güzelliğini anlatıyor. Yaşlılık ise gençlikte koyulan hedeflere ulaşmanın tatmini, hayat yolunda gösterilen çabanın yıpratıcılığıyla ruhsal ve fiziksel yorgunluğun kendini göstermesi ve ölümün yakınlığı sebebiyle her şeyin uzak görünmesi anlamına geliyor. Yönetmen gençliği kutsarken, yan karakterlerden de örnekler veriyor. Aynı spa tesisinde bulunan genç yıldız Jimmy, gençliğin verdiği özgüvenle korkuyu değil arzuyu seçiyor. Edepsiz de olsa imkânsız da olsa bizi biz yapan arzularının peşinden gideceğini söylüyor. Dünyanın en iyi birkaç futbolcusundan biri olan ve atikliğiyle tanınan Maradona’nın ise artık yürümekte ve yorulduğunda nefes almakta zorlanan bir adama döndüğünü görüyoruz. 

Yaşlılığa ağıt

Yönetmen gençliği överken, yaşlılığa da sessiz bir ağıt yakıyor. Filme bakarak yaşlılık hakkında olumlu bir düşünceye rastlamak pek mümkün olmuyor. Yaşla birlikte gelen tecrübe ve bilgelik hiçe sayılıyor. Fred, Mick’in aşkla ilgili tecrübelerinden faydalanmak istediğini söylediğinde, Mick’in cevabı “İş işten geçti artık” oluyor. Başka bir sahnede en gözde oyuncusu Brenda Morel, Mick’e “Diğer meslektaşların gibi yaşlandıkça sen de köreldin. Artık sinemadan anlamıyorsun çünkü yaşlısın.” gibi cümlelerle yaşlılığın yaratıcılığı öldürdüğünü ve çağın sinemasına ayak uyduramama, kendini yenileyememe sebebi olduğunu belirtiyor. İstisnaları göz önünde tutup genellemeye katılamasak da Youth’daki yönetmen karakterimiz ve filmin yaşlılık için söylemek istedikleri kapsamında Sorrentino’ya hak vermemek elde değil. Yaşlılıkta gençliğin nasıl göründüğünü ana karakterlerimiz üzerinden nefis gözlemlerle veren Sorrentino, gençliğimizde ne kadar büyük başarılara imza atsak da hayatın kaçınılmaz döngüsü gereği yaşlandığımızda kısıtlanacağımızı, çaptan düşeceğimizi, tutkularımızı kaybedeceğimizi ve yenik düşeceğimizi söylüyor. Yaşlı çiftlerin seks yaşamının yadırgatıcılığı ve yaşlı bedenlerin sergilenişinde sezinlenen hüzün de dikkat çekici ince ayrıntılar olarak karşımıza çıkıyor.

Güzellik

La Grande Bellezza gibi Youth da Sorrentino’nun güzele ulaşma arzusunun bir dışavurumu denilebilir. Yine oldukça estetik bir filmle karşımıza çıkan yönetmen, bu kez filmin ana meselesini yani gençliği güzellikle bağdaştırıyor. Mick, odasında uyuyan senarist arkadaşlarına bakıp, “Ne kadar güzeller” diyor. Buradan hayata kendi penceresinden bakan Mick’in yaşlılıkla birlikte güzellik algısının değiştiğini, gençliği güzellik olarak görmeye başladığını anlıyoruz. Sorrentino, insan üzerinden gençlik ve güzellik kavramlarını irdeliyor. Yaşlılık kavramıyla da insan üzerinden tanımlanan gençliğin ve güzelliğin geçiciliği anlatılıyor.

Kâinat güzeli tesise geldiğinde, vücudunu cömertçe sergileyerek Mick ve Fred’in bulunduğu havuza giriyor. Hayata karşı tutkularını kaybeden karakterlerimiz güzellik karşısında heyecana kapılıyorlar. Filmde kainat güzeli seçilmiş bir karakterin yer alması güzelliğin vurgulanmasından başka bir anlam taşımıyor. Youth'un hemen hemen her anında genç ve yaşlı vücutları bir arada görmek mümkün. Havuzda bilhassa da saunada genç ve çıplak bedenlerin sergilenişi veya bir figürün heykel gibi hareketsiz duruşu, Sorrentino’nun çıplaklığın doğallığını anlatmasından ziyade filmin estetiğine hizmet etmesi amacıyla birçok kez kadraja giriyor.

Son söz: Youth'tan etkilenmek için filmin hissiyatının size geçmesi şart 8.5\10

6 Aralık 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #36 The Red Violin


Kanadalı yönetmen François Girard’ın İtalya, İngiltere ve Kanada ortaklığında hayata geçirdiği The Red Violin (Kırmızı Keman), 17. yüzyılın ikinci yarısında İtalyan bir keman ustasının başyapıtım diye nitelendirdiği ve kırmızıya boyadığı kemanının, 300 yılı aşkın bir zaman dilimi boyunca elden ele geçişini, insanları etkileyişini yani kısacası tutku dolu yolculuğunu hikâye etmekte diyebiliriz. 

Kırmızı Keman’ın yapılışı (doğumu) ile açılan filmde keman sahibi sürekli değişiyor. Bu değişim zaman ve mekânın da sürekli değişmesi anlamına geliyor. Coğrafya değiştiğinde dil de değişiyor. Yönetmen Girard, kemanı yaşayan bir varlık gibi resmediyor. Filmde ana karakterin de Kırmızı Keman olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü filmde değişmeyen ve hemen hemen her sahnede kadrajda yer alan tek şey Kırmızı Keman. The Red Violin, lineer bir akışa sahip olmadığı gibi yüzyıllar arasında özgürce gezinen bir yapıya sahip. Filmin başarılı kurgusu seyir keyfini artıran en önemli unsur. Zaman içinde bir efsaneye dönüşen Kırmızı Keman’ın günümüze kadar süren yolculuğu, hikâyenin bugününü yansıtan müzayedede satışa sunulduğu sahneye tekrar tekrar dönülerek anlatılıyor. Kırmızı Keman’ın müzayede salonunda sunuş anına döndüğümüz her seferinde, sırasıyla kemanı almak için tutkuyla yanıp tutuşan karakterlerimizin bakış açılarından o anı izliyoruz. Zamanın, mekânın, karakterlerin ve kültürün sürekli değişmesiyle flashbackli ve flashforwardlı hikâye kurgusu gibi özellikleri The Red Violin’i ayrıksı bir dönem filmi yapıyor. 

Geçmişte Kırmızı Keman’a sahip olan veya günümüzde onu alabilmek için gözünü karartan insanların gösterdikleri tutku sanatın kutsanması anlamına geliyor. Müziğin ve sanatın evrenselliğinin de altını çizen The Red Violin, sanat yönetimi ve kemandan çıkan nefis tınılarla bir şekilde ruhunuza dokunabilecek bir film.

4 Aralık 2015

Surviving Picasso ve görmek istediğimiz Picasso!


James Ivory’nin Arianna Huffington’ın kitabından uyarladığı Surviving Picasso, 20. yüzyıl resim sanatının dehalarından Pablo Picasso’nun yaşamından bir kesiti, ressamın sanatını ve özel hayatını etkilemiş önemli bir figürün -sevgililerinden biri olan Francoise Gilot’un- bakış açısından anlatmayı denemiş biyografik bir film. Bu yazıda filmi değinirken, Picasso’yu anlatan bir filmin nasıl olması gerektiği üzerinde de duracağız.

Arianna Huffington’ın uyarlaması yapılan kitabı, bir kadın tarafından yazılmış ve eser hayatına giren kadınlar ekseninde Picasso’nun özel hayatını eserlerine ve resim sanatı hakkındaki kimi görüşlerine de yer vererek ilerliyor. Böyle bir kitabı temel aldığınızda 20. yüzyıl resim sanatında çığır açmış ve çağının sanat akımlarını derinden etkilemiş bir ressamı anlatmada sınıfta kalmanız kaçınılmazdır. James Ivory gibi önemli bir sinemacı da olsanız elinizden fazla bir şey gelmez. Nazi işgali altındaki Fransa’da açılan Surviving Picasso, II. Dünya Savaşı’nı arka fona yerleştiriyor. Daha ilk dakikalarında ressamın kadınlara olan ilgilisi sanatının önüne geçiyor. Francoise adlı genç bir ressam, Picasso’nun hayatının bir parçası olduğunda hikâyeyi kadının bakış açısından, onun anlatımıyla izlemeye başlıyoruz. Geçen yılın ses getiren filmlerinden The Theory of Everything de Stephen Hawking gibi bir dehayı eşinin gözünden anlatıyordu. Tıpkı Surviving Picasso’da olduğu gibi dehayı deha yapan nitelikleri, çalışmaları özel hayatın gölgesinde kalıyordu. Sebep de yine aynıydı. Film, Stephen Hawking’in eşinin kitabından uyarlamaydı. Surviving Picasso, daha da ileri gidiyor ve Picasso’nun geçmişine gittiği flashback sahnelerinde yine kadınlarla ilişkilerine bakış atıyor. Görüldüğü gibi filmin temel sorunu Picasso’yu bir kadın düşkünü, bir çapkın olarak yansıtması ve sanatına çok az yer vermesi. Picasso ile yakından ilgilenen bir sanatsever, ressamın özel hayatını da merak eder kuşkusuz. Ancak asıl ilgilendiği eserleri, çalışma yöntemleri ve Picasso’nun nasıl Picasso olduğunu yani çocukluk ve ilk gençlik yıllarında neler yaptığı gibi hayati ayrıntılar olacaktır. James Ivory’nin filminde resim yaparken görsek de resimlerinin satışı belki daha fazla zaman çalıyor. Demek istediğim Picasso’nun sanatına bakarken dahi ticari düşünülüyor. Bunun sebebi basit düşünülmesi ve kolaya kaçılması. Sorunlu bir biyografik film modeliyle yola çıkan Surviving Picasso, beklentilerin uzağında olmasına karşın kabul etmek gerekir ki eli yüzü düzgün bir film. Sanatçının özel hayatını ve kadınların sanatı üzerindeki etkisini görselleştirmede başarılı diyebiliriz. Anthony Hopkins’in Picasso yorumu da oldukça iyi. 

Görmek istediğimiz Picasso!

Picasso’nun 91 yıllık uzun yaşamını bir filme sığdırmak mümkün değil. İki dünya savaşı ve bir iç savaş görmüş, özel hayatında hızlı yaşamış ve üretkenlikte sınır tanımamış bir sanatçının ancak hayatından bir kesiti veya önemli kesitleri ele alabilirsiniz. En önemli mesele sanat yaşamını beyazperdeye aktarabilmek. Bu bakımdan ressam olan babasının Picasso’yu resme yöneltmesi ve kısa zaman içinde yeteneğinin keşfedilmesi gibi detaylar verilmeli ama üzerinde çok da durulmamalı. İlk dönem eserleri de geçiştirilebilir ancak atlanmaması gereken dönemine damga vuran Kübizm akımının hangi şartlar altında, nasıl doğup serpildiği olacaktır. Picasso’nun resim sanatı ve kübizm konusunda söylediği sözlerden alıntılar da yapılarak neyi neden yaptığı anlaşılır kılınmalı diye düşünüyorum. Avignon’lu Kızlar ve Guernica gibi başyapıtları da biyografinin olmazsa olmazları olacaktır. Picasso’nun eserleri ve sanata bakışı filmin odak noktasında olacaksa, filmin estetiğine de dikkat edilmeli. Çünkü estetik olmayan bir ressam biyografisi hedefini bulamayacaktır. Picasso’nun savaşa bakışı ve siyasi görüşünün eserleri üzerindeki yansımaları ve sanatçının çağdaşları ve onların eserleri hakkındaki düşünceleri biyografiyi zenginleştirecektir. Picasso, bir ressam olarak dünyaca üne kavuştuğu için heykel ve seramik çalışmalarının olası bir filmde yer alması elzem değil. Odak noktamızdan şaşmamak adına hiç değinilmemesi en mantılısı hatta. Picasso gibi derin iz bırakmış ressamlar, yaşadıkları dönemde çoğunlukla pek kıymet görmemiştir. Picasso ise bu ayrıcalığa sahipti. Medyanın yoğun ilgisine mazhar olmuştu yaşamı boyunca. Dolayısıyla sanatıyla paralel olarak eserlerinin gördüğü ilgi ve medyayla ilişkisine de yer verilebilir. Özetle gerçek bir ressam portresidir görmek istediğimiz.