30 Mayıs 2015

Anket: En iyi bilimkurgu filmi serisini seçiyoruz


Bilimkurgu sineması, içinde bulunduğumuz 2015 yılında türün klasik serilerinin yeni bölümleriyle oldukça nostaljik geçecek. George Miller'ın 30 yıl sonra Mad Max: Fury Road ile sıkı bir dönüş yapması, önümüzdeki ay önce Jurassic World, sonra Termınator: Genisys ve yıl sonunda yeni üçlemenin ilk halkası Star Wars: The Force Awakens'ı izleyecek olmamız sebebiyle türün en iyi serilerini belirlemenin uygun olacağını düşündüm. Elbette kendi listemi de paylaşabilirdim ama anket ile belirlemek daha heyecan verici ve eğlenceli.

Önemli noktalar...

Bir seriden bahsediyorsak en az üç filmden oluşması gerekiyor. Dolayısıyla iki filmde kalan örnekleri ankete dahil etmedim. Star Wars ve Star Trek gibi zaman içinde yeni nesil ile yoluna devam eden serileri bütün filmleriyle değerlendirerek karar vermeniz daha sağlıklı bir sonuç verecektir. 

Universal Soldier, Starship Troopers, RoboCop gibi ilk filmiyle markalaşıp, b tipi filmlerle devam eden serileri de herhangi bir iddiaları olmadığından ankete dahil etmedim.

Birden fazla film seçebileceğiniz anket 13 Haziran'da sonuçlanacak ve ilk 5 film sıralanacak.

Sonuçlar için tıklayınız

21 Mayıs 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #24 Satyricon


İtalyan sinemasının en önemli bir kaç isminden biri olarak gösterebileceğimiz ve tarif etmesi zor, son derece kişisel bir filmografiye sahip olduğunu da söyleyebileceğimiz Federico Fellini'nin en uçuk filmi 969 tarihli Satyricon dersek abartmış olmayız sanırım. Film, yönetmenin La Strada, La Dolce Vita, 8½, Roma ve Amarcord gibi ön plana çıkmamış işlerinden biri. Petronius'un aynı adlı eserinin serbest bir uyarlaması olan film, 'Fellini Satyricon' olarak da biliniyor.

Fellini, Paganlık dönemi Roma'sında, Encolpius adlı bir öğrenci ve arkadaşı Ascyltus'ı merkeze alarak dönemin benzersiz bir portresini çiziyor. Fellini filmlerinde hikaye genellikle ikinci plandadır. Burada ise usta hikaye akışına tamamen sırtını dönüp muğlak bir anlatım tercih ediyor. Ayrıca söylendiği gibi anlatım şiirsel değil ancak karakterlerimizin dili şiirsel diyebiliriz. Hikayenin nerden gelip nereye gittiği belirsiz. Bu, seyrini zorlaştırmanın da ötesine geçerek filmin içine girmemizi imkansızlaştırıyor. Hikaye bir yana Fellini, karakterlerle seyirci arasına keskin bir mesafe koymuş. Böylece bizi hikaye ve karakterlerden soyutlayıp dönemin sanat ortamına -şiir, tiyatro, plastik sanatlar, hikayeler, mitoslar ve söylenceler- odaklanmamızı ve yarattığı görsel şölene kapılıp gitmemizi istemiş. Satyricon'da her sahne her plan inanılmaz sanat yönetimiyle bir tuvale dönüştürülmüş. Tarihi-epik filmlere aşina olan seyircinin kafasında klasik bir Roma dönemi görseli vardır mutlaka. İşte Satyricon bunu yıkıyor. Estetiği ve tuhaflığıyla Fellini filmografisinin en çarpıcı örneklerinden olmayı başarıyor.

İki eşcinselin ordan oraya sürüklenip çeşitli maceralara atılmasını, girdikleri ortamlarda yaşadıkları tecrübeleri, inanç ve cinsellik, kölelik ve özgürlük gibi temaları öne çıkararak akıl almaz batıl inanç ve tedavi yöntemlerini Fellini usulü bir yapı içerisinde deneyimliyoruz. Satyricon için yapılan fantastik yorumlarına katılmadığımı ve bunun ezber bozan bir tarihi film olduğunu belirteyim. Film bittiğinde akılda kalan şey doyumsuz bir sanat hissiyatı ve görsel imgeler daha fazlası değil.

Son söz: Fellini sinemasına yabancıysanız ve seyircinin aktif katılımını isteyen filmleri sevmiyorsanız Satyricon size göre değil. Yönetmeni sevenler içinse bir zorunluluk. 8\10

18 Mayıs 2015

Modern dünyanın kusurlu tanrıları: Ex Machina


İnsanoğlunun yapay zeka ile imtihanı bilimkurgu sineması çerçevesinde yaklaşık 50 yıldır sürse de bu etkileşimin hiçbir dönem türün ana teması yaratamadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Sözünü ettiğimiz 50 yılda teknolojinin aldığı mesafe ve bu alanda yapılan çalışmalar ekseninde hikayesini yapay zeka üzerine kurgulayan bilimkurgular korkutucu bir gerçeklik kazandı. Öyle ki, insanoğlunun sonunun uzaylı istilası, nükleer savaş veya dış uzaydan gelebilecek doğal bir felaketle olabileceğine ilişkin senaryolara yapay zeka da eklendi. Böyle bir senaryo üzerinden yürüyen Terminator ve The Matrix gibi bilimkurgular varlığını sürdürürken, diğer yanda Spike Jonze’un Her’ü ile Alex Garland’ın Ex Machina’sı gibi meseleye farklı bir bakış açısıyla yaklaşan, bunu da minimal bir anlayışla yapan ilginç bilimkurgu denemelerine şahit olduğumuz bir dönemden geçiyoruz.

Saf bir bilimkurgu denemesi

Alex Garland, senaryosunu da kaleme aldığı Ex Machina’da, bir anlamda ilk yapay zekanın hikayesini anlatmaya soyunuyor. Yapay zeka Ava, onu yaratan Nathan ve test amacıyla onlara katılan Caleb olmak üzere bu üç karakter üzerinden yürüyen minimal bir bilimkurgu izliyoruz. Nathan kendisini izole ettiği dağ evinde eserini mükemmelleştirmek istiyor. Gerçek bir yapay zeka yaratıp yaratamadığından emin olmak, eğer yaratabilmişse de onun sınırlarını keşfetme arzusunda. Bu noktada hikayeye dahil olan Caleb, bu sorulara cevap olabilme gayesiyle Nathan ile Ava’ya katılıyor ve yönetmen Garland, filmi üç kişinin oynadığı bir satranç oyununa çeviriyor. Kimin kimi test ettiğini, kimin kazanacağını ve kime inanmamız gerektiğini kestiremediğimiz bir sona yürüyoruz. Garland’ın gerilim yaratmadaki başarısı, merak unsurunu ayakta tutması ve seyircisinin filmin felsefesi üzerine kafa yormasını istemesi sebebiyle tercih ettiği duru anlatı amacına ulaşmasını sağlıyor. Yönetmenin anlatısı Ex Machina’ya bir ağırlık katıyor katmasına ama bu saf bilimkurgu denemesinin daha parlak fikirlere ve daha çarpıcı bir sona ihtiyaç duyduğu çok açık.

İnsanlık yararı mı, ego tatmini mi?

Klasik bir bilim insanı olmayan Nathan’ın Ava’yı hangi motivasyonla yarattığı önemli. Bilimkurgu sinemasına baktığımızda üç farklı motivasyon görürüz: İnsanlık yararı gözetilmesi, yeni keşiflerin\icatların kötü emeller amacıyla yaratılması ve bir de bu ikisi dışında ego tatmini diyebiliriz. Nathan’ın motivasyonu da ego tatmini. Bir nevi modern bilimin Dr. Frankenstein’ıdır Nathan. Caleb’in “bilinçli bir makine yaratırsan insanlık tarihi olmaz, tanrıların tarihi olur” cümlesini, Nathan hemen benimsiyor ve kendisini tanrı yerine koyuyor. Bu düşünce yapısıyla hareket ettiği için, yarattığı eseri yok etme hakkını da kendisinde görüyor. İnsanoğlu kendi özbilinci olan bir varlık yaratıyor ama tanrı olarak üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmiyor, adaletli davranmıyor. Bu da insanoğlunun, her ne kadar tanrıyı oynasa da ancak hataları ve kusurlarıyla varolabileceğini gösteriyor. Çünkü insanın üstünlük sınırları içerisinde tanrıya ait vasıflar yok. Bilinçli bir varlık yarattığınızda, onun özgür yaşama, kendi gerçeklerinin peşinden gitme ve varoluş sancılarını da hesaba katmak zorundasınız. Bunu düşünemediğiniz veya düşünseniz de yapmak istemediğiniz takdirde ancak kusurlu bir tanrı olabilirsiniz.

Makine – insan savaşının köklerine yolculuk

Yaratıcısının kusurlu ve kötü olduğunu fark eden yapay zekanın, onu kendisi için bir tehdit olarak görmesi uzun sürmeyecektir. Yaratıcısına başkaldırması neticesinde de makine-insan savaşı başlayacaktır. Ex Machina, bu savaşı minimize ederek ele alıyor, felsefesini anlamaya çalışıyor. Böyle olunca 2001: A Space Odyssey’i temel alıp, zamansal olarak onun öncesine gidiyor. İlk yapay zekanın üretildiği ve makine-insan arasındaki savaşta ilk kıvılcımın çıktığı sıfır noktasına götürüyor bizi. Makine ile insan arasındaki anlaşmazlığın neden ve nasıl çıkmış olabileceğine mantıklı bir açıklama getiriyor Garland.

Tanrının insanı yaratırken kendinden bir parça bahşetmesi gibi insan da bilince sahip bir makine yaratırken benzer şekilde ona insani özellikler yüklüyor. İnsanın makineyi kendi suretinde yaratmasından yola çıkıp tanrıyı taklit ettiği sonucuna da varabiliriz. Bilimkurgu sinemasında makinelerin insanlaşması temasının doğuşuna da bir anlamda ışık tutuyor Ex Machina. Bunun doğal bir sürecin ürünü olduğunu söylüyor. Daha ileri gidip, makinelerin insanlaşmasında hayatta kalma içgüdüsünün önemli bir payı olduğu düşüncesini dile getiriyor. 

Son söz: Ex Machina, yılın en heyecan verici bilimkurgularından… 8\10

17 Mayıs 2015

Aksiyon Operası: "Mad Max: Fury Road"


George Miller’ın 1979’da yarattığı ve 80’lerde bir üçlemeye dönüştürdüğü Mad Max, post apokaliptik bilimkurgu alt türünün en klasik örneklerinden biri. Mütevazi bir bütçe ile sinema yolculuğuna başlayan Mad Max, başarılı olunca stüdyodan daha yüksek bir bütçe koparabilmişti. Ancak 30 yıl sonra gelen dördüncü film Fury Road ile kıyaslanamayacak bir bütçeden söz ediyoruz yine de. George Miller’ın üçlemesi, ait olduğu türün görsel kimliğini oluşturmasında büyük bir paya sahipti ve ayrıca kıyamet sonrasını aksiyonla buluşturmasıyla da tür içinde başka bir alan açtığını söyleyebiliriz. Önceki filmlerde olduğu gibi kamera arkasına geçmekle yetinmeyen Miller, filmin senaristlerinden biri. Zaten Mad Max’in dünyasını ondan iyi bilen biri de yok.

Max Max’in dünyası genişletilebilir bir dünya değildir. Bunun sebebi de saf bir post apokaliptik bilimkurgu olmasıdır. Bu alt türün diğer klasik örneklerinden Planet of the Apes ve Terminator gibi zaman yolculuğu aracılığıyla gitgelli bir hikaye örgüsüne sahip olmadığı gibi komplike de değildir. Zaten ilk üç filme baktığımızda hikayenin düz bir akışla ilerlediğini ve sadece zamansal olarak ilerlediğini görürüz. Her seferinde medeniyetten biraz daha uzaklaşırız. Bu uzaklaşma hali de Mad Max’in alt tür bazında üzerine yeni bir şey koymasının önünü tıkar. George Miller da bunu iyi bildiğinden yeni nesil Mad Max’i yaratırken, aynı formüllerle fakat farklı yollara saparak sorunu çözmeyi denemiş ve elbette başarılı olmuş. Dolayısıyla Fury Road’u post apokaliptik bilimkurgu alt türü açısından yeni bir şey söyleyemiyor ya da onu genişletemiyor şeklinde eleştirmek doğru bir yaklaşım değil.

Aynı formüller derken ne kast ediyoruz? Miller’ın En başta alt türü yol filmleri ve aksiyonla buluşturduğu formülü harfiyen uyguladığını ve fakat serinin ikinci ve üçüncü bölümlerinde filmin belli bir kısmında cereyan eden kaçmalı-kovalamacalı aksiyonu Fury Road’un tamamına yaydığını görüyoruz. Pek tabii, 2 saat boyunca dinmeyen aksiyonu olanaklı kılan Mad Max’in aradan geçen 30 yılda bir blockbuster’a terfi etmesi (!) Şurası açık ki, Miller’ın kafasında seyircisini doz aşımına uğratacak bir aksiyon çekmek varmış yıllardır. Serinin ikinci filmi The Road Warrior’u o günkü imkanlarıyla bir aksiyon şovuna dönüştürebilmiş olsa da Fury Road’da sınırlarını zorladığını görüyoruz. O halde şöyle bir yorum yapabiliriz: Miller, Mad Max serisinin üzerine koyulabilecek yeni bir şey olmadığını çok iyi bildiğinden Fury Road’u bir aksiyon operasını dönüştürmenin en doğrusu olacağını öngürmüş. Sanat yönetimi ve görsellikle üçlemenin çok üzerine çıkılması ve doyumsuz aksiyonuyla özellikle yeni nesil sinema seyircisinin beklentileri karşılamakta hiç zorlanmayacak bir film çıkarmış Miller.

Fury Road’un en şaşırtıcı yanı ana karakterimiz Max’i ikinci plana atması ve Furiosa adlı güçlü bir kadın karakteri öne çıkarması denilebilir. Max’ten başlarsak, Furiosa’nın ondan rol çalmasının dışında karakter olarak da birtakım değişiklikler göze çarpıyor. Daha sessiz, mizahi yönü törpülenmiş bir karaktere dönüştürülmüş. Mel Gibson-Tom Hardy değişikliğinin de bu değişimde etkili olduğu kanısındayım. Furiosa’ya gelirsek, Miller’ın Sarah Connor ve Ripley gibi sinema tarihine damgasını vurmuş bir savaşçı kadın yarattığını söylersek abartmış olmayız. Zaten Miller’ın Max’i geri çekmesinin tek bir mantıklı açıklaması var; o da hikayeyi Furiosa üzerine kurması… Furiosa için dişi Max de diyebiliriz aslında. Zorunlu da olsa kader birliği yapan iki karakterimizin çok geçmeden ortak noktaları olduğunu anlıyoruz. Kefaret bunlardan biri ve umuda yolculuktan ziyade öne çıkan tema da bu. Max ve Furiosa’nın geçmişlerinden kurtulamamış olmaları kesintisiz aksiyon içinde karakter gelişimi ve dramatik yapı açısından önemli bir unsur olarak karşımıza çıkıyor.

Miller, Fury Road’u yaratırken üçlemenin her filminden bir parça almış sanki. Bilhassa da ikinci film The Road Warrior’la pek çok ortak nokta görmek mümkün. Orada bir grup insanla petrol karşılığında anlaşma yapan ve zorunlu olarak çetelere karşı savaşan Max, Fury Road’da daha spontane gelişen birtakım olaylar sonucu Furiosa ile kader birliği yapıyor. The Road Warrior’un aksiyona yüklenmesi ve seri içinde bu şekilde parlamasından açılış sekansındaki açıklamalara kadar benzerlikler çoğaltılabilir. Üçüncü film Beyond Thunderdome’dan ise Max’in filmin başında yakalanmasını ve kötü karakterimiz Ölümsüz Joe’nun yönetim şekli ve halkı için ifade ettiklerini Fury Road ile eşleştirebiliriz. Karakterler dışında en büyük farklılık ise suyun hayati yönünün vurgulanması ve onu kontrolü altında tutanın halkı da kontrol altında tutması durumu. Petrol savaşı da tıpkı Max’in ikinci plana atılması gibi Fury Road’un hikaye akışında ikincil bir öneme sahip.

Son söz: Fury Road, Mad Max üçlemesinin en iyi halkası The Road Warrior’a kafa tutuyor. Beklenti ötesi bir başarı… 8.7

14 Mayıs 2015

The Adjustment Bureau - Kader Ajanları


Eserleriyle bilimkurgu sinemasına Blade Runner, Total Recall ve Minority Report gibi başyapıtlar kazandıran bilimkurgu edebiyatının en önemli yazarlarından Philip K. Dick’in Adjustment Team adlı kısa öyküsünden uyarlanan The Adjustment Bureau (Kader Ajanları), Paycheck, A Scanner Darkly gibi ortalama bir Dick uyarlaması denilebilir. Bir kısa öykü uyarlaması olduğu için film çok başarılı olmasa da “Bir Philip K. Dick’in eseri daha heba edildi” şeklinde yorum yapmak doğru olmayacaktır.

Özgür iradenin dayanılmaz çekiciliği

The Adjustment Bureau’nun iyi bir hikâyesi var. Temeli insanlık eleştirisine dayanan bir hikâye denilebilir. İnsanoğlu dünyayı yok oluşa sürüklediği için yukardan müdahalenin zorunlu hale geldiği bir dünyadayız. Takım elbiseli, şapkalı şık giyinen meleklerden oluşan bir birim, insanoğlunu kontrol altında tutmakla, dünyadaki düzeni sağlamakla görevli. İstedikleri zaman hayatın akışına müdahale edilebiliyor, istedikleri insanları yukarı çıkarıyor, istediklerini aşağı indirebiliyorlar. Kısacası insanoğlunun kendi başına bırakılamayacak kadar tehlikeli bir canlı türü olduğu için gözetim altında tutulması gerektiği önermesinde bulunan filmde, özgür irade meselesi de masaya yatırılıyor. İnsanı insan yapan düşünme ve kendi kararlarını verme özgürlüğü elinden alınıyor. Kararlarımızı kendimiz verdiğimizi düşünsek de -kendi iyiliğimiz için bile olsa- özgür olmadığımız ve bize dayatılan bir hayatı yaşamak zorunda bırakılmamız doğamıza aykırı olduğundan mücadele etmemiz gerektiği, insan olmanın bunu gerektirdiği fikri savunuluyor. Film insanlık eleştirisine soyunurken, geleceğin Amerikan Başkanı olma yolunda ilerleyen genç senatör adayı David Norris karakteriyle devlet adamlarının-siyasetçilerin dünya savaşları ve insanoğlunun kendi sonunu hazırlamasındaki rolüne vurgu yapmaktan geri durmuyor. Dünyayı daha iyi bir yer yapmak onların elinde diyor kısacası.

Seçimlerimiz mi kaderimizi belirler, kaderimiz mi seçimlerimizi?

Kaderimizi değiştirebilir miyiz? Bu soru filmde önemli bir yer tutuyor. Seçimlerimizin kaderimizi belirlediği, ancak özgür irademizle seçim yapamadığımızda kaderimizin seçimlerimizi belirlediği bir durum ortaya çıkıyor. The Adjustment Bureau, bu noktada eskimeyen bir formülü devreye sokuyor: ‘Aşk’ı… Senatör adayı David Norris ile dansçı Elise’in karşılaşması ve bir müddet sonra âşık olmaları karakterlerimiz için bir yasağın delinmesi anlamına geliyor. Görevli meleğin anlık hatası bir sapmaya sebep oluyor ve birbirlerini tekrar görmemesi gereken David ile Elise karşılaşıyorlar. Aslında bu sapma David’in uyanması anlamına da geliyor. The Matrix’te Neo’nun simülasyonda yaşadığını öğrenmesi, gerçek dünyaya adım atması ve farkındalık durumu David için de geçerli. Adjustment Birimi tarafından bir seçim yapmak zorunda bırakılan David, kaderine razı gelmekle meydan okumak arasında bir bocalama yaşıyor. Ancak söz konusu aşk olduğunda nihai sonucu kestirmek çok da zor değil.

Eksiklerine rağmen seyir keyfi veriyor

Filmin ana problemi güçlü bir senaryodan yoksun oluşu ve George Nolfi’nin ilk filmini çeken tecrübesiz bir yönetmen oluşu denilebilir. Bununla birlikte karakterlerin zayıflığı da The Adjustment Bureau’nun çabuk unutulmasında önemli bir etken diye düşünüyorum. Nolfi’nin filmiyle Alex Proyas başyapıtı Dark City arasında mekânsal açıdan benzerlikler var. Mesela şehri yönetenlerin onu istedikleri gibi tasarlayabilmeleri veya kullanabilmeleri iyi bir örnek. Adjustment Birimi ve Dark City’nin gizemli karakterlerinin giyim kuşamından tutun, hafıza silme gibi işlemlere ve şehri kontrol altında tutma istekleri gibi çeşitli ortak noktalar görüyoruz. Tabi temelde çok farklı filmler olduğunun altını çizmek de istiyorum. 

Son söz: The Adjustment Bureau, meselesinin felsefesine kafa yormayan ortalama bir film. 6.2\10

10 Mayıs 2015

Orijinali ile yeniden yapımı arasında: Poltergeist


70 ve 80'li yılların korku filmleri birbirinden farklıdır. 70'li yılların şiddetle örülü sert korkuları 80'lerle birlikte yerini daha kanlı ama daha hafif filmlere ve bu filmlerin serilerine bıraktı. Bunlardan biri de Poltergeist'ti. Evlerinin bir mezarlık üzerine kurulu olduğunu bilmeyen Freeling ailesinin bilmedikleri bir düşmanla mücadelesini işleyen kült filmin yönetmeni daha çok The Texas Chainsaw Massacre'la tanınan Tobe Hooper'dı. Karıncalı gösteren bir televizyonun görüntüsüyle açılan filmimiz devamında da kötülüğü televizyon aracılığıyla aileye musallat ederek bir popüler kültür eleştirisine mi soyunuyordu acaba? Belki.. Peki, Poltergeist bir 'Perili ev' filmi mi? Bu soruya evet denilebilir fakat konuya yaklaşımının farklı olduğunu belirtmek şartıyla. Aileye musallat olan kötü ruhlar veya hayaletlerle film farklı bir boyuta açılıyor. Bu da onu muadillerinden ayırmakla kalmıyor öncü bir rol üstlenmesini sağlıyordu. (Devamında televizyonu bir korku nesnesi olarak kullanan örnekler türedi) Burada korkudan fanteziye kayan bir yapıdan söz edebiliriz. Poltergeist'i öne çıkaran asıl unsur dönemi için çok başarılı olan görsel efektleriydi. İkinci yarısı çığlıklar eşliğinde devam eden gürültülü bir korku filmiydi Poltergeist, Steven Spielberg'in senaristlerden biri ve filmin yapımcısı olduğunu ekleyelim. 80'lerin korkularını seviyorsanız ve hala görmediyseniz öncelikle orijinal filmi izlemenizi öneririm.

Yeniden çevrim nasıl olacak?

İlk film, ailemizin sıradan bir gününün sabahında açık kalan ve karıncalı gösteren bir televizyonun görüntüsüyle açılıyordu. Yeni filmde çok daha klasik bir açılış tercih edilmiş. Yeni evlerine taşınan bir ailemiz var. Çok geçmeden ailenin küçük kızı (televizyonun içine çekilmek suretiyle) ortadan kaybolacak. Steve-Diana çiftimiz, kendilerini paranormal olayları araştıran bir ekipten yardım isterken bulacak. Bugün Insidious filmleri ve The Conjuring gibi James Wan korkularıyla yeniden popüler olan hikaye örgüsü varlığını orijinal Poltergeist'e borçludur. Dönemi ve tür açısından bu kadar önemli bir korku filminin yeniden yapımı evet oldukça fiyakalı görünüyor ama ilk filmin üzerine koyabileceği pek bir şey yok. Bunu kabul etmek lazım. Poltergeist'in görsel efektleri döneminin ilerisindeydi. Bugün dahi izlendiğinde hakkı teslim edersiniz. Yeniden yapım görsel olarak ilkinin üzerinde evet ama o samimiyetten eser yok. 80'ler havası da cabası... Fragmanı incelediğimizde ufak detaylar dışında aslına sadık bir yeniden çevrimle karşı karşıya olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. 2015 model Poltergeist'in fragmanında dikkatimi çeken en önemli ayrıntı oyuncak palyaço oldu. Filmde nasıl bir işlevi olduğunu kestirmek güç. Palyaço'nun son dönemin lanetli oyuncaklı, kuklalı korkularından etkilenilerek filme adapte edildiğini düşünüyorum. Daha önce Monster House ve City of Ember gibi ortalama işlere imza atan Gil Kenan'ın yönettiği Poltergeist'in seyircisini çok da üzecek bir korku filmi olmayacağını tahmin ediyorum.

6 Mayıs 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #23 The Wages of Fear


Fransa’nın Hitchcock’u olarak adlandırılan usta yönetmen Henri-Georges Clouzot’nun Georges Arnaud’un romanından uyarladığı, bizde Dehşet Yolcuları adıyla vizyona giren The Wages of Fear (orijinal adı Le Salaire de la Peur), dramatik yapısının sağlamlığıyla dikkat çeken bir macera-gerilim örneği diyebiliriz. Adı verilmese de bir Güney Amerika ülkesinde geçen filmde; dört kamyon şoförünün tehlikelerle dolu yolculuğu anlatılıyor. Ülkelerinden kaçıp kurtulmak isteyen ancak paraları olmadığı için sıkışıp kalan kamyon şoförleri, içinde bulundukları şartlar düşünülürse 2 bin dolar gibi yüklü sayılabilecek bir ücret karşılığında, hayati riski yüksek bir işi kabul etmek zorunda kalıyor. Görev; nitrogliserin yüklü iki kamyonu hedefe ulaştırmak…

İlk 40 dakikalık diliminde seyircisini hikâyeye bağlama konusunda birtakım sıkıntıları olsa da, karakterleri tanımamız açısından önemini yadsıyamayacağımız uzun giriş bölümünün ardından ana hikâyeye girdiğimizde, sinema tarihinin en iyi yol filmine olan yolculuğumuz da başlamış oluyor. Yolculuk boyunca karakterlerimiz öyle badireler atlatıyorlar, öyle tehlikelerle yüzleşiyorlar ki, seyirci birçok kez dumura uğruyor. Clouzot, inanılmaz bir gerilim yaratıyor, seyircisini adeta koltuğa çiviliyor. Aşkın bir yönetmenlik sergileyen Clouzot'nun, ortaya çıkardığı işi gördüğünüzde şapka çıkaracağınıza bahse girerim. Yönetmenin klasik müzik eşliğinde, coşkun bir anlatımla kotardığı kusursuz final sahnesini de asla unutamayacaksınız. 

Çaresizliğin insanoğluna neler yaptırabileceğini kapitalizm eleştirisiyle veren, alt metni sağlam, hikâyesi ve anlatımı birinci sınıf bir filmden söz ediyoruz. Daha ileri gidip sinema tarihinin en büyük gömülü hazinelerinden biriyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. 1977’de bir başka usta sinemacı William Friedkin’in Sorcerer adıyla çok başarılı bir yeniden yapıma imza attığını, ancak ikisini de izlemediyseniz, tercihinizi mutlaka The Wages of Fear’dan yana kullanmanız gerektiğini düşünüyorum.

2 Mayıs 2015

Dokuz doğurtan 9 film


Yeni yılın ilk dört ayını geride bıraktık ve Mayıs'la birlikte Blockbuster sezonunu açtık. Bu yaz heyecanla beklediğim birçok dev prodüksiyon olmasına karşın, yeni sezona damgasını vurmasını beklediğim veya gerek yönetmeni gerekse de türü ve kişisel olarak ilgilendiğim bir hikayesi olması gibi sebeplerle sabırsızlıkla beklediğim, deyim yerindeyse dokuz doğurduğum dokuz filmi paylaşmak istedim.

1- Star Wars. The Force Awakens

Star Wars efsanesi sonunda yeni bir üçlemeye kavuşuyor. J.J. Abrams’ın kamera arkasında güven verdiği The Force Awakens, Han Solo, Luke, Leia ve Chewbacca gibi karakterlerin dönüşüyle inanılmaz bir heyecan dalgası yarattı. Şüphesiz ki, yılın en çok konuşulan filmi olacaktır. İlk iki fragman beğenildi, yeni karakterler benimsendi. Yeni hikaye ile ilgili fazla bir şey bilmesek de Abrams’ın dinamik anlatımı ve ilk üçleme tadında bir Star Wars filmi yapma arzusunun olumlu bir sonuç vereceğini şimdiden söyleyebiliriz.

Gösterim tarihi: 18 Aralık 2015

2- The Martian

Ridley Scott bilimkurgu türünde sevenlerini hiç üzmedi. Dolayısıyla The Martian’ın yılın ses getirecek projelerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Hikayesi itibariyle Gravity’i anımsatan film, Andy Weir’in çok satan romanından uyarlandı. Mars’ta mahsur kalan bir adamın kurtuluş mücadelesinin anlatıldığı The Martian, acaba senaryosunun olmadığı yönünde yorumlarla mı, yoksa görselliği dışında bir numarası yok eleştirileriyle mi selamlanacak kestiremedim. Şurası bir gerçek ki bilimkurgu tutkunlarını ihya edecektir. Son olarak ödül sezonunda da adını sıkça duyabileceğimizi belirteyim.

Gösterim tarihi: 27 Kasım 2015

3- Knight of Cups

Terrence Malick’in Berlin Film Festivali’nin açılış filmi olan yedici uzun metrajı Knight of Cups karışık tepkiler aldı. Ancak yeni bir The Tree of Life olabilir mi sorusu, heyecanımızı körüklüyor. Ustanın son filmi To the Wonder sebebiyle de temkinli yaklaşıyoruz. Her ne olursa olsun yeni bir Malick filmi demek, yeni bir deneyim demek. Bir adamın hayatını sorgulamasını, gerçek aşk arayışıyla birlikte ele alan film, yıldız kadrosu ve estetik görüntüleri kadar Malick sinemasının ne yöne gittiğiyle ilgili vereceği cevaplarla da merak konusu oldu.

Gösterim tarihi: 11 Aralık 2015

4- The Hateful Eight

Quentin Tarantino’nun ikinci spagetti western denemesi The Hateful Eight, senaryosunun sızdırılması ve sonrasında yaşananlarla uzun süre gündemi meşgul etti. İlk teaserı paylaşılan filmden, en az Django Unchained’da olduğu kadar grafik şiddet sahnesi ve kan bekliyoruz. Konusunu bilsek de sonuçta bu bir Tarantino filmi ve yönetmenin nasıl sürprizler hazırladığını kestirmek güç. Bu da The Hateful Eight’i en çok merak edilenler listesinde üst sıralara yerleştiriyor.

Gösterim tarihi: belli değil

5- Regression

Tesis, Abre Los Ojos ve The Others ile aklımızı alan gerilim türünün son dönemdeki en başarılı ismi Alejandro Amenabar’ın The Sea Inside ve Agora’nın ardından özüne döndüğü yeni filmi Regression, eğer yönetmeni seviyorsanız sizin için yılın en merak uyandıran işlerinden biridir. Psikolojik unsurların öne çıktı bir suç gerilimi olduğu söylenen filmin hikayesi, 90’lı yılların Minnesota’sında geçiyor. İlk fragman beklentileri artırdı.

Gösterim tarihi: 28 Ağustos 2015

6- Ex Machina

Senarist kimlğiyle tanıdığımız Alex Garland’ın ilk uzun metraj çalışması Ex Machina, bilimkurgu sinemasının son 10 yılda öne çıkan temalarını hikayesine yediren ilginç bir proje olarak önümüzde duruyor. Kabaca kodlama uzmanı Caleb’in bir robot kızın bedeninde bir yapay zeka ile etkileşime girmesinin ele alındığı film, senaryolarıyla da olsa bilimkurgu alanında ortaya koyduğu işlerle bir marka olan Garland sebebiyle merakımızı artırıyor.

Gösterim tarihi: belli değil

7- Love

Irreversible ve Enter the Void’ın cesur ve ayrıksı yönetmeni Gaspar Noe’nin yeni çalışması Love, pornografik bir film olacağa benziyor. Yönetmen her ne kadar, Love’ın erotik bir melodram olacağını söylese de paylaşılan afişler aksini yönde bir izlenim bıraktı. Buradan bakarsak ilginç bir stratejiyle hareket edildiğini görürüz. Ancak Noe’nin önceki işlerini izlediyseniz pornografi konusunda şakası olmadığını biliyorsunuzdur. Filmin nasıl olacağı bir yana, kopartacağı fırtına, alacağı tepkiler ve olası sansür girişimleri de şimdiden merak katsayımızı artırmaya yetmiş durumda.

Gösterim tarihi: belli değil

8- The Revenant

Birdman ile geçtiğimiz yıla damga vuran Alejandro Gonzales Inarritu, hızını kesmeden yeni bir filmle dönüyor. Hikayesi 1997 yapımı The Edge’yi anımsatan The Revenant bir roman uyarlaması. Başrolünde Leonardo Di Caprio’yu gördüğümüz film, doğada geçen bir intikam öyküsü anlatacak. Yine birçok dalda adaylık alacak ve uzun zaman konuşulacak bir Inarritu filmi bizi bekliyor.

Gösterim tarihi: belli değil

9- Mr. Holmes

Efsanevi dedektif Sherlock Holmes’ün emeklilik günlerine odaklanan Mr. Holmes, gösterildiği festivallerde büyük beğeni topladı. Haberi ilk duyduğumuzdan beri büyük merakla beklediğimiz filmde Holmes’ü usta oyuncu Ian McKellen canlandırırken, kamera arkasında Alacakaranlık serisinin son iki bölümünde ortaya koyduğu işle gözümüzden düşen Bill Condon var. Ancak yönetmenin elinde bu kez çok iyi bir hikaye olduğundan yeteneklerini sergileme fırsatı bulduğunu düşünelim. 40’lı yılların sonunda geçen filmde Holmes’ün kendisini 50 yıldır çözülmemiş bir davanın içinde buluvermesiyle gelişen olaylar konu ediliyor. Mr. Holmes, bir ödlü avcısına dönüşür mü bilinmez ama tatmin edici ve diğer uyarlamaların tamamından ayrılan bir Sherlock Holmes izleyeceğimiz kesin.

Gösterim tarihi: belli değil.