30 Ekim 2016

Arsız duygular, sakıncalı düşünceler: Elle


Sinemada cinsellikle ilgili kimi tabuları saçma bulan ve ilk dönemlerinden bugüne dek seksi ve şiddeti filmlerinden eksik etmeyen Hollandalı usta sinemacı Paul Verhoeven’ın, Altın Palmiye için yarıştığı Cannes Film Festivali’nden bu yana tartışmaların odağındaki son filmi Elle, Philippe Djian’ın romanından uyarlama. Ülkemizde 15. Filmekimi’nde gösterilen ve karışık tepkiler alan film, yılın en iyilerinden.

Kadın tecavüze uğrar ve hayatına hiçbir şey olmamış gibi devam eder. Bu davranış bizler için ne kadar olağandışıysa ana karakterimiz Michele için o kadar olağan. Bu olağanlığı hazırlayan etkenlere bakmak gerekiyor. Bunun için de Michele’in geçmişini irdelemeliyiz. Bir psikopatın, bir seri katilin kızı olan ve çocukluğundan beri toplumun hep o caninin kızı diyerek ötekileştirdiği, farklı bir gözle baktığı Michele, çocukluk travmasının izlerini silememiş. Bir anlamda adı çıkmış, babasının kurbanı olmuş, güçsüz olduğu gençlik yıllarında, omzuna yüklenen ağır yükün altında ezilmiş. Bu bakımdan karakterin bugününe -işinde de ilişkilerinde de erkeklere hükmeden güçlü bir kadın imajı çiziyor- baktığımızda kötü geçmişine rağmen ayakta kalabilmesi oldukça anlamlı. Karakterinin şekillendiği çocukluk ve ilk gençlik yıllarının travmayla geçmesi arkadaşlarıyla olan ilişkilerinden, cinsel yönelimlerine kadar hayata bakışını tamamen değiştirmiş. Hayatın sillesini bir kez yemiş ve bir şey olmamış gibi devam etmiş, bir kaybedene dönüşmemiş Michele. İşte tecavüze verdiği olağandışı tepkinin altında böyle bir psikoloji yatıyor. Elbette, geçmişine dönmemek, güçlükleri aşıp yükseldiği işinde tökezlememek, basına tekrar meze olmamak ve polisle uğraşmamak da var işin içinde. Şimdi, ilk şoku atlatıp Michele’in neden bu yolu seçtiğini biraz olsun anlayabiliyoruz diye düşünüyorum.

Filmi kısa ama sert tecavüz sahnesiyle açan Verhoeven, seyircisini bu tecavüzden çok Michele’in tecavüzden sonraki tutumuyla şok ediyor. Michele kırıkları topluyor, temizleniyor, yemek yiyor ve günlük problemleriyle ilgileniyor. Soğukkanlılığı kanımızı donduruyor adeta. Bu noktada Michele’in intikamını kendisinin alacağına yönelik bir inanca kapılıyoruz. Aklımıza başka bir senaryo gelmiyor. Biz bu düşünceye tutunmak istiyoruz ama Verhoeven buna izin vermiyor. Yönetmen, Elle’i bilmediğimiz sularda yüzeceğimiz bir film olarak tasarlamış. Michele’i, yakın ilişki içinde olduğu akrabalarını ve arkadaşlarını tanımamız için epey zaman harcayan Verhoeven, karakterleri tanıtırken ve derinleştirirken, tecavüz olayından ve suçlunun kim olduğu sorusundan kasıtlı olarak uzaklaştırıyor seyircisini. Tam da bu bölümde zihinlerimize dillendirmekte çekindiğimiz, sakıncalı düşüncelerin hücum etmesine sebep olacak sahneler yerleştirmekten geri durmuyor yönetmenimiz. Michele ve annesi kahve içtikleri sekansta cani babası hakkında konuşuyorlar. Annesi, Michele’i bundan sonra dikkatli ol diye uyardıktan sonra toplumun kendilerine gösterdiği tepkinin daha ağır olabileceğini ifade ediyor. Bu sekansın peşi sıra tecavüze geri dönüyoruz. Bu kurgu aklımıza şu soruyu getiriyor: Tecavüzcünün Michele’i seçmesinin sebebi, onun geride bırakmaya çalıştığı geçmişi olabilir mi? Bu bir Paul Verhoeven filmi olduğuna göre gayet mümkün.

Michele’i anlamakta zorluk çekiyoruz. Onu tanımaya başladığımızda durum değişmiyor. Bazı davranışlarının sebebini bilsek de çözülmesi hayli zor bir karakter kendisi. Ne zaman ne yapacağını kestiremiyor oluşumuz, Michele’i sinema tarihinin en eksantrik kadın karakterleri arasına almamızı sağlıyor. Isabelle Huppert’ın devleşen oyunu da şüphesiz, bu karakterin bu denli unutulmaz olmasında payı çok büyük. İlk dönem filmlerinden Dördüncü Adam ve meşhur Temel İçgüdü’sünde olduğu gibi güçlü ve hastalıklı bir kadın karakter yaratan Verhoeven, aykırı fikirlerini çoğunlukla kadınlar üzerinden hayata geçirdiği için kadın seyircilerini pek memnun edemiyor veyahut daha çok onların tepkisiyle karşılaşıyor. Elle’de bu durum çok bariz. Tecavüzü umursamayan kadın imajı, sebebi ne olursa olsun sağlıklı herhangi biri tarafından kabul edilemez bulunacağından, bu aykırı duruş öncelikle kadınların filme bakışını olumsuz yönde etkilediği çok açık. Verhoeven, tecavüze uğrayan kadının kabul edilemez davranışlarını, onun anormal geçmişiyle kabul edilebilir gösteriyor. Bir anlamda tecavüzü tecavüzlükten çıkarıyor. Bu yaklaşımı onaylayamayız ancak Verhoeven’ın kötü niyetli olduğunu da söyleyemeyiz. Dolayısıyla Elle’i öncelikle sinema sanatı çerçevesinde değerlendirmek elzem.

Seyircinin beklentileriyle hınzırca oynayan, hiç umulmadık yollara sapan ve sürprizi hiç eksik olmayan bir film Elle. Özellikle de son 40 dakikalık dilimde dumura uğradığımızı söylersek abartmış olmayız sanırım. Film hastalıklı bir hal alırken, bu hastalıklı hal kafamızdaki sorulara da bir nebze cevap oluyor. Sam Peckinpah’ın tecavüz sahnesiyle akıllarda yer edinen başyapıtı Straw Dogs’u da hatırlatan bir sahneye (filmin son bölümündeki sahneden bahsediyoruz) imza atan Verhoeven’ı hala formunda görmek sevindirici. Kendi sinemasını yaparken farklı olabilmesinden, yeni şeyler deneme arzusundan ve cesaretinden hiçbir şey kaybetmemesinden ötürü takdir edilmesi gerektiği kanısındayım. 8.4\10

24 Ekim 2016

Sisteme ve medeniyete karşı: Captain Fantastic


Daha çok oyunculuğuyla bilinen ve kariyerini bir aktör olarak inşa eden Matt Ross, yönetmenliğe geçiş yapan isimler arasına katılmış ve ilk filmi 28 Hotel Rooms ile pek başarılı olamamıştı. Ross’un ikinci yönetmenlik denemesi ise senaryosunu kendisinin kaleme aldığı, sinema duygusunu sonuna kadar yaşatan oldukça parlak bir iş. 15. Filmekimi kapsamında seyirciyle buluşan Captain Fantastic, içinizi ısıtacak bir aile draması. Daha doğrusu kusursuz bir dramatik komedi örneği.

Ben Cash ve eşi Leslie, medeniyetin getirdiği sistemin beraberinde kaos da getirdiğini düşünerek, çözüm aramış ve çözümü de mevcut sistemden kaçmakta bulmuş bir çift. Bu kaçış, mücadele etmekten vazgeçme anlamına gelmiyor. Aksine daha zor şartlar altında güçlü kalabilme ve medeniyetin dayatmacılığına karşı dik bir duruş sergileme olarak yorumlanmalı. Çiftimizi kaçışa iten sebep çocukları, çocuklarına daha iyi bir hayat sunabilme düşüncesi. Amerika’nın Kuzeybatı Pasifik ormanlarında, doğanın kalbinde izole bir hayat yaşayan aile, anne Leslie’nin deyimiyle Cumhuriyetin içinde bir Cennet yaratıyor, kendi Cennetlerini… Film, annenin hastalığı nedeniyle bir hastaneye yatması sonrasında, altı çocuğuyla vahşi doğada yaşamaya devam eden Ben Cash ve ailesinin hikâyesini anlatıyor. Annenin ölüm haberiyle de bir yol filmine dönüşüyor.

Captain Fantastic’in açılış sekansı, ailemizin vahşi doğada yaşamanın yanında ona uyum sağlayabilmek için kurallarına da harfiyen uyduğunun ve bunu da eskinin geleneklerini yaşatarak başardığının altını çiziyor. Açılışta izlediğimiz av sahnesi, sıradan bir av değil. Ailenin en büyük çocuğu Bo’nun, erkek olabilmek için ilk hayvanını avlamak zorunda olması söz konusu. Baba Ben’in bu ritüeli harfiyen uygumla arzusu, hemen hemen aynı koşullarda yaşamış atalarını örnek aldığının ve doğrusunun da bu olduğuna inandığının açık bir göstergesi. Gelenekçi bir görüntü çizmesine karşın, çocuklarının eğitimine önem veriyor, özen gösteriyor. Doğada hayatta kalabilmek için çocuklarını çetin sınavlara tabi tutmasının yanı sıra, bu yaşam tarzının onları mahrum bıraktığı eğitimi de tek başına karşılıyor Ben. Filmde, bir öğretmen olarak da ne kadar başarılı olduğunu gösteren pek çok sahne var. Karakterlerimiz şehre indiğine, çocukların aldığı eğitimin teoride kaldığı ortaya çıkıyor. Bilgi değerlidir ama hayat tecrübesi de bir o kadar değerlidir. Çocukların modern hayatı sadece kâğıt üzerinde bilmeleri, şehirdeyken ve modern insanlarla iletişim halindeyken kendilerini birer ucube gibi hissetmelerini kaçınılmaz kılıyor. Çıkan çatlak sesler sonrasında Ben’in kendisini ve tercih ettikleri yaşam biçimini sorgulaması da kaçınılmaz. Ben’le birlikte şüphesiz ki biz de bu sorgulamaya dâhil oluyoruz. Sistemin kölesi olmak, herkes gibi olmak bir yanda, sınırlarını kendin çizdiğin bir dünyada yaşamak diğer yanda. Hangisinin bizim için daha iyi olduğu hususu çoğunlukla çocuklar üzerinden veriliyor. Ross, bu yaşam tarzının olumlu yönlerini sıralarken, doğurabileceği tehlikelere de dikkat çekiyor ve nihayetinde tercihi seyirciye bırakıyor. Bu noktada şu soru da akla geliyor: İlkel ve modern hayat birlikte sürdürülemez mi? Modern hayatın ve mevcut sistemin yaşamamızı ön gördüğü yaşam biçimi, diğerini seçtiğimizde bizi ötekileştirmek zorunda mı? Elbette film ilk soruyu sormuyor ancak yönetmen Ross’un Cash ailesinin hikâyesini anlatırken, alt metne yerleştirdiği düşüncelerden bu soruların peşine takılmak da bize kalıyor.

Captain Fantastic esasında tam bir formül filmi. İzlerken aklınıza ister istemez Little Miss Sunshine’ı getirecektir. Orada sevimli minibüsleriyle yolculuğa çıkan eksantrik ailenin yol boyunca yaşadıkları maceralar, aile olma üzerine söylenen sözler ve tüm bunların komediyle dramanın dengelenerek sunulması, yönetmen Ross’u etkilemiş olmalı. Çünkü Captain Fantastic bu formülün izini sürüyor. Little Misss Sunshine’da olduğu gibi eksantrik ailemiz ulvi görevleri için yola çıkıyor, parçalanıp birleşiyor. Ross, filmini hem düşünsel anlamda hem de dramatik yapısı açısından öyle sağlam kurmuş ki hayran olmamak elde değil. Bu hikâye nasıl sonlanmalı sorusu da, olabilecek en iyi final tercihiyle Captain Fantastic’in kendi türünde, zaman içinde bir klasiğe dönüşecek olmasında önemli bir paya sahip diye düşünüyorum. Mizahı, duygusal anları, akılcı senaryosu, görselliği, çizilen karakterlerin başarısı, oyuncuların performansları, yönetmenliği ve sinema diliyle yılın en iyi filmlerinden Captain Fantastic. 8.6\10

19 Ekim 2016

Sinema uyarlamasını bekleyen romanlar - #12 İsa'ya Göre İncil


Nobel Edebiyat Ödüllü usta yazar Jose Saramago’nun tartışmalı romanı İsa’ya Göre İncil, yepyeni bir bakış açısı sunarak İsa’nın hayatını mercek altına alıyor. Kitabın adı İsa’ya Göre İncil olsa da esasında Saramago’ya Göre İncil yakıştırmasında bulunabiliriz. Saramago’nun ezber bozan İsa biyografisinin adının bugüne kadar sinema ile anılmaması, uyarlamasının gündeme gelmemesi tam da bu ezber bozma özelliğinden ötürü oldukça anlaşılır. Elbette bu durum bir gün uyarlanmayacağı anlamına da gelmediğinden, bu başyapıtı, sinema uyarlamasını bekleyen romanlar köşemizde incelemek istedim.

Nedir?

Saramago, İsa’ya Göre İncil’in büyük kısmını İsa’nın peygamberliği öncesindeki kayıp döneme ayırmış. Hikâye Yusuf ve Meryem ile başlıyor. Tartışmalar da… Saramago öncelikle Bakire Meryem mitosunu yıkıyor. Bunun ancak bir mitos, bir efsane olabileceğini düşünüyor olmalı. Ancak Meryem’in bakire olarak yorumlanmaması, İsa’nın Tanrı’nın oğlu olmadığı veya Meryem’in kutsal ruh aracılığıyla gebe kalmadığı anlamına gelmiyor kitapta. Saramago, sadece hikâyeyi daha yalın bir hale getirmek istiyor. Bu yalınlaştırma düşüncesi, hikâyenin tamamı için geçerli. Saramago, romanda ikonografiye dikkat ediyor etmesine ancak olayları yorumlarken hali hazırdaki İncilleri referans almasına karşın, onları kopyalamaktan imtina ile kaçınıyor. Her İsa biyografisinde mutlaka göreceğimiz İsa’nın Son Akşam Yemeği, Zeytin Dağında Dua gibi bölümleri es geçiyor. Daha önemlisi İncillerde yer almayan özgün sahneler kurguluyor yazar. İsa’ya Göre İncil’i değerli kılan ve benzerlerinden ayıran da bu özgünlük diyebiliriz.

Neden uyarlanmalı? 

Bu soruya verilecek ilk cevap, İsa’ya Göre İncil’in, İsa’nın hayatını anlatan filmlerin aksine, onun peygamberliği öncesindeki döneme odaklanmasıdır. İsa’nın doğumundan önceki olaylar, çocukluk ve ilk gençlik yılları ayrıntılı bir biçimde ilk kez beyazperdede hayat bulacak. Peygamberlik vasfından önce İsa’yı tüm çelişkileri zayıflıkları ve zaaflarıyla yolunu arayan sıradan bir insan olarak resmedecek bir filmden söz ediyoruz. İsa’nın kardeşleri ve annesi ile arasındaki sorunlu ilişkisi ve gönlünü kaptırdığı Mecdelli Meryem’le olan münasebetleri bu uyarlamayı zorunlu kılıyor bana kalırsa. Saramago’nun kimi dogmatik inanışları yıkması azımsanacak bir şey değil. Böylesine cesur ve tavizsiz bir İsa biyografisinin geniş kitlelere ulaşması için sinemada boy göstermesi şart. Romanın sonlarında İsa, Tanrı ve Şeytan’ın bir araya geldiği kısımda Tanrı ile İsa arasında geçen uzun ve etkileyici konuşma, adeta sinema için yazılmış gibi. Sadece bu kısım için bile bu uyarlama gerçekleşmeli. Saramago’nun kurgulanmış gerçeklikteki başarısı göze alınmalı.

Nasıl uyarlanmalı?

Elinizde Saramago’nun dimağından çıkmış tek kelimeyle müthiş bir metin olduğu için bu metni senaryolaştırırken de olabildiğince dikkat etmek gerekiyor. Romanın tartışmaya kapalı edebi değeri, olası bir uyarlamanın yol haritasını çiziyor. Romanı okurken Saramago’nun not alma ihtiyacı hissedeceğiniz cümlelerine, unutulmaz tespitlerine mümkün olduğunca ve değiştirmeden senaryoda yer vermek gerekiyor. Yapacağınız uyarlamanın edebi değerini ancak bu şekilde yukarı çekebilir ve iyi bir filme imza atabilirsiniz. Bir başka önemli ayrıntı ise Saramago’nun kurgusundan şaşmamak olacaktır. Bu kurgu bozulduğu takdirde büyü de bozulabilir. Roman ne kadar tartışılır bir yapıya sahipse, film de o derece tartışılır olmalı. Dolayısıyla da yönetmen koltuğu cesur bir sinemacıya emanet edilmeli. İsa ile Mecdelli Meryem arasındaki tutku dolu anlar, abartıya da kaçılmadan gösterilebilmeli. Martin Scorsese, Günaha Son Çağrı’da benzer bir sahne çekmeye cüret edebilmişti hatırlarsanız.

14 Ekim 2016

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #53 We Have A Pope


Herhangi birimiz Papa'nın ölmeden papalığı bırakacağını iddia etsek ya çevremizde deli muamelesi görürdük ya da kuşkusuz en iyi ihtimalle dalga konusu olurduk çünkü Papa'nın daha önce papalığı bıraktığı ne görülmüş ne de duyulmuş bir olaydı. Ayrıca, bu statünün dünyadaki önemini de bildiğimizden, bu durumun gerçekleşmeyeceğine olan inancımız tamdır. Eminim çoğu insan, Nanni Moretti'nin 2011'de çektiği filmi izlediğinde aynı şeyleri düşünmüştür. Beklenenin aksine çok güçlü suçlamalara göğüs germesi gereken Vatikan bu sancılı süreci anlatmaya çalışırken, ben bu süreci komedi olarak işleyen Nanni Moretti'nin yolundan, 2011 yılındaki filmini, Papa'nın depresyona girmesine kısaca değinmek istiyorum.

Nanni Moretti, kamerasını Vatikan'daki Papa seçilme merasimine çeviriyor. Bir sürü kardinal (Papa adayı) Vatikan'ın içine doluşup Papa'yı seçerken yeni Papa olan Melville, papalığı beceremeyeceğini düşünüp depresyona giriyor. Özellikle adının açıklanmasından sonra Katolik inancına sahip olanları selamlamaması, Vatikan'ı çaresizliğe itiyor. İşler beklenildiği gibi gitmiyor ve halka rezil olunuyor. Vatikan işleri yoluna koymak için ünlü bir psikanalistten yardım istiyor. Psikanalist ise her zamanki seanslarının aksine farklı bir hasta-doktor ilişkisinin farkına varıyor. Hasta olan bir papadır.

Depresyonda olan Papa, Vatikan'dan kaçıp hayallerinin peşinden gitmeye karar veriyor. Papa'nın yokluğunda  Vatikan'da ise Kardinaller ve Profesör, olmayan depresif Papa'yı mutlu etmek için kendilerinden beklenmeyen birtakım işlere girişiyorlar. Bu sayede Papa'nın depresyonu geçecek ve kardinaller de evlerine dönecektir.

Depresif Papa Melville ise tedavisini bir tiyatroda buluyor. Hayali yani gönlünden geçen aslında bir tiyatro oyuncusu olmak... Bir Papa da hayallerinin peşinden koşar mı demeyin. Film, Vatikan ve kardinallerle eğlenirken Papa olmanın dayanılmaz zorluklarına (!) dikkat çekiyor. İzlenildiğinde yerlere yatırmasa da o dönemki Vatikan haberlerinden daha eğlenceli bir alternatif öneri olduğu kesin. Evet şaka bir yana fiili olarak görevde olan Papa Benedict, papalığı bırakmıştı. Moretti'nin filmi ise bir önsezi olarak literatürdeki yerini alıyor.


Burç Karabulut Yazdı

10 Ekim 2016

Fantastik Sinemanın Altın Çağı

18. yüzyılda ilk Fransa'da ortaya çıkan ve gelişen, ardından tüm Dünya'ya yayılan bir edebi tür olan 'fantastik' kelime anlamı itibariyle hayal gücüyle yaratılan ve gerçekliği tamamen dışarıda bırakan geniş bir olgular bütünüdür. Sinemada hemen hemen her tür içine dahil edilebilen fantastiğin beslendiği iki ana materyalden birincisi fantastik edebiyat, ikincisi ise çizgi romanlardır. Fantastik sinema 2000'li yıllara gelene kadar hiçbir dönemde baskın tür olmayı başaramamıştır. Çizgi roman uyarlamaları, korku ve bilim kurgu gibi türlerle varlığını sürdürebilmiştir.

Fantastik Sinemanın Altın Çağı ise iki dev fantastik edebiyat ürünü J. J. R. Tolkien'in 3 kitaplık Lord of the Rings serisi ve J. K. Rowling'in 7 kitaptan oluşan Harry Potter serisinin 2001 yılında sinemaya uyarlanması ve daha ilk filmleriyle birer fenomene dönüşmesi ile başladı ve tür bir anda şaha kalktı. Yüzüklerin Efendisi serisi, fantastiğin yanında tarihi-epik filmleri seven kitlenin de gönlünü fethederken Harry Potter, tüm çocuk ve ergenleri sinema salonlarına çekmeyi bildi. İki film de görsel efekt desteğiyle kurduğu dünyayı inandırıcı kılabildi seyircinin gözünde. Yüzüklerin Efendisi, ilk filmi Yüzük Kardeşliği ile dünya çapında 871 milyon dolar, Harry Potter ise Felsefe Taşı ile 974 milyon dolar gibi inanılmaz rakamlara ulaştı. Serilerin devam filmleri de düşünüldüğünde Hollywood'un fantastiğe yönelmesi kaçınılmazdı artık. Yüzüklerin Efendisi'nin türe yaptığı katkı o kadar büyük ki ardından gelecek filmleri etkilemek bir yana fantastik film dendiğinde akla gelen ilk örnek olması da yabana atılmamalı. Fantastik film türünün doruk noktası hiç şüphesiz. Aynı yıl gelen Indiana Jones'un fantastiğe bulanmış versiyonu diyebileciğimiz 1999 yapımı The Mummy'nin devam filmi The Mummy Returns de yüksek gişe getirisi ile bazı formüllerin kolay kolay eskimeyeceğini kanıtladı. Mısır mistisizmi ile yoğrulan The Mummy Returns, hiç bitmeyen enerjisiyle doyumsuz bir fantastik-macera örneğiydi.


2002 yapımı Spider Man'in de sahneye çıkışıyla fantastik sinemanın ikinci kolu olan çizgi roman uyarlamalarında da gözle görülür bir patlama yaşanmıştır. Bu dönemde fantastik sinema adına üretilen filmlerin büyük kısmı vasat ve orta şekerli örneklerdir. bir bölümü daha çok çocuklara hitap eder ancak ne olursa olsun; fantastik-epik, fantastik-drama, fantastik-macera ve fantastik-bilim kurgu olmak üzere çok fazla film üretilen tür 2000'li yılların yükselen değeri olmaya devam ediyor. 2002 yapımı fantastik ve post apokaliptik bir bilim kurgu olan Reign of Fire (Ateş Krallığı) ve 2006 yapımı Eragon, bir şeyi net olarak gösterdi. Ağzından ateş püskürten dev ejderhalar, görsel ve estetik açıdan hoş durmuyor ve içinde bulunduğu filmi nitelik bakımından aşağıya çekiyor. Türlü yaratığın arz-ı endam etiği bir çok fantastik film ya özgün fikir yoksunluğundan ya da yaratıcı bir yönetmenle buluşamama gibi nedenlerle sınıfta kalıyor. Belki gişesiyle kurtarıyor ancak yarına kalamıyor. 2003 yılının hit fantastik macerası Pirates of the Caribbean: The Curse of the Black Pearl (Karayip Korsanları: Siyah İncinin Laneti), unutulmuş bir alt tür olan korsan filmlerini diriltirken enfes bir eğlence sunuyor ve fantastik yönüyle kendi türü içinde diğer örneklerden ayrılmayı başarıyordu. Jack Sparrow karakteri ve yaratıcısı Johnny Depp, bu başarıdaki ana faktördü kuşkusuz. 3 devam filminden ilk ikisi başarılı bulunurken son film sınıfta kalmaktan kurtulamadı.


Yüzüklerin Efendisi ve Harry Potter'ın izinden giden; The Narnia Chronicle serisi, Eragon, Stardust, Bewolf, The Golden Compas, The Spiderwick Chronicles, Where the Wild Things are ve The Sorcerer Apprentice gibi fantastik filmler o başarıların çok uzağında kaldı. Kimisi gişede, kimisi eleştirel anlamda... Fazla örneği olmamakla beraber Big Fish ve Pan's Labyrinth gibi fantastik dramalar haklı bir başarı kazandı ve seyircinin kalbine dokunarak türün en klas örnekleri arasına girmeyi başardılar. Pan's Labyrinth, fantastik filmleri çocukça bulan kitleyi bile avucunun içine alabilecek, türü sevenlerin ise hemen bir başyapıt ilan edebilecekleri bir film. Pan's Labyrinth, derinlikli hikayesini birer görsel efekt ürünü olan mitolojik yaratıklarıyla harmanlayarak muazzam bir başarı elde etti.

Sinemada 2002'de Spider Man ile başlayan çizgi roman hareketi 2012'ye gelindiğinde çığ gibi büyüdü. Hulk, Hellboy, Superman Returns, Fantastic Four, Hancock, Ghost Rider, X-Men serisi, Batman serisi, Sin City, Watchmen, The Green Lantern, Thor, Captain America, Daredevil, The Avengers vb. Süper kahramanlar popüler kültürün en vazgeçilmez öğelerindendir. Sinema seyircisi genel olarak eğlenmek için sinemaya gidiyor ve mutlu sonla biten hikayeleri doğal olarak daha çok seviyor. Bu noktada kötücül bir sonla biten bir çizgi roman uyarlaması görmediğimizi ve çizgi roman uyarlamalarının katıksız bir eğlence vaat ettiğini düşünürsek her geçen gün bir yenisinin sinema evrenine katılması anlaşılır bir durum. Stresten uzaklaşma, gerçeklikten kopma ve sıkıntılardan kısa bir süreliğine de olsa kurtulma isteği sonucunda sinemaya kaçış, en etkin deşarj yolu. Bilimkurgu, fantastik, macera ve komedinin bu kadar prim yapmasının ana sebebi de bu kanımca. Sinema sanat olduğu kadar popüler bir eğlence sirki, çizgi romanlar da bu sirkin baş aktörleri. Diyeceğim o ki fantastik sinemadaki yükselişin görünen ana sebebi seyircinin talebi. Arz talep meselesi... Özellikle de sanatın hızla tüketildiği günümüzde yeni jenerasyonun sinemanın sanat yönünden çok eğlence alanına kayması, sinemada gerçeklikten çok gerçek dışı olanın prim yapmasına neden oluyor.

Son söz: Fantastik sinemada 2001'de başlayan altın çağ, belki de hiç bitmeyecek...