1 Nisan 2025

Trier'in Pornografiyle İmtihanı: Nymphomaniac

Kimileri onu provakatör olarak görse de, Danimarka’nın sinema sanatına en büyük hediyesi olarak gördüğüm aykırı işlerin adamı Lars von Trier, cinsel içerikli dört saatlik Nymphomaniac'ı, vizyona girdiğinde epey konuşulmuş, tartışma yaratmış ve ülkemizde yasaklanmıştı. İki bölüm halinde izlediğimiz Nymphomainac'ın esasında beş buçuk saatlik sansürlenmemiş bir versiyonu olduğu söyleniyor.  Bu haliyle dahi seyirciyi zaman zaman rahatsız eden ve zorlayan film hakkında vizyona girdiğinde yaptığım değerlendirmeyi paylaşmak istedim.

Nemfomanyak bir kadının hikayesi

Trier, tüm filmi seks bağımlısı Joe’nun kendisine yardım etmek amacıyla onu evine davet eden Seigman adlı bakir bir adama hayat hikayesini anlatması biçiminde kurgulamış. Flashback sahneleriyle Joe’yu, ikisi arasındaki diyaloglarla da Seigman’ı tanıyoruz. Bu noktada Trier ilginç bir şey yapıyor. Pasif (dinleyen) konumundaki Seigman’a önemli bir rol biçiyor. Seigman, başından geçenleri anlatan Joe’yu entelektüel birikimiyle yönlendiriyor. Joe’nun sıra dışı hayatının kapısını açan anahtar işlevi görüyor ve hikayenin hangi kısımlarını anlatacağını da belirliyor diyebiliriz Seigman için. Trier filmini belli bir noktadan başlayıp, sonra o noktaya nasıl ulaştığımızı anlatan ve en son Inside Lıewyn Davis’de de kullanılan hikaye kurgusunu kullanmayı tercih etmiş. Bu şekilde karakterimizin o noktaya nasıl geldiğini merak etmemizi sağlayacak bir formülü de devreye sokmuş yönetmen.

Erotik değil, pornografik drama

Başta hardcore ve softcore olmak üzere iki farklı versiyonu olacağı söylenen, ancak daha sonra iki bölüm halinde karşımıza çıkacağını öğrendiğimiz Nymphomaniac’ın erotik-dram olacağını düşünüyordum, yanılmışım. Film, porno mu değil mi tartışmaları sürerken, belirtmekte fayda var Nymphomaniac pornografik bir drama. Ancak bir porno filmde görebileceğiniz detayları göstermekten çekinmeyen Trier, biraz ileri gitmiş olsa da derdi porno çekmek değil. Yapmak istediğinin biçimci üslubu ve estetik yaklaşımını tekrarlayarak seks bağımlısı bir kadının toplum içinde nasıl algılandığını, bu bağımlılığın onu nasıl bir yalnızlık içine ittiğini göstermek olduğunu düşünüyorum. Neden porno değil sorusuna verilebilecek diğer cevap ise Trier’ın malum sahneleri bazen matematiksel verilerle sunması, ekran bölmeler, avlanan hayvanlarla eşlemeler gibi pek çok detay ile dikkati başka yöne çekmesi diyebiliriz.

Nymphomaniac Bölüm 1 ve Bölüm 2

Kill Bill gibi tek film olarak çekilip, stüdyo baskısı vb. sebeplerle iki bölüm halinde izlediğimiz filmleri ayrı ayrı değerlendirmeyi çok doğru bulmuyorum. Nymphomaniac Bölüm 1 ve 2’yi  filmin ilk yarısı ve ikinci yarısı şeklinde ayırarak değerlendirmek gerekiyor. Buradan baktığımızda ilk yarıda genç Joe’ya Stacy Martin’in hayat verdiği bölümler, genel olarak bağımlılığın tadını çıkartan, bunu bir oyun olarak gören ve sonrasını düşünmeden yaşayan bir kadının yaşadıklarını yansıttığından daha çabuk akan, soft bir ilk yarı sunarken, ikinci yarıda Charlotte Gainsbourg’un canlandırdığı Joe’ya geçmemizle birlikte Joe’nun zor dönemi başlıyor. Bundan sonra pornografik anlamda olmasa da soft’tan hard’a geçtiğini söyleyebiliriz. Başka bir deyişle nemfomanyak Joe’dan mazoşist Joe’ya geçiyoruz. Karakterin geçirdiği değişim ve dönüşüm ilk yarı ve ikinci yarıda net bir şekilde görülüyor.

Antichrist-Melancholia sonrası Trier sineması ya da depresyondan çıkış

Antichrist ve Melancholia, Trier’ın kendisinin de belirttiği üzere yönetmenin geçirdiği depresyonun dışavurumu olan oldukça sert filmlerdi. Antichrist’te ima edip, Melancholia’da kıyameti koparan Trier, Nymphomainac ile depresyondan çıktığını açıkça belli ediyor.  Bunun en net göstergesinin de Tirer’ın özellikle dramatik anlamda ilk yarıya oranla ağırlaşan ve yönünü değiştiren filmi çocuksu, şımarık ve komik bir finalle noktalaması olduğunu düşünüyorum. Fevkalade Antichrist göndermesini de (Antichrist’tekinden  farklı neticelendiğinden) Trier’ın depresyondan çıkış mevzusunu destekleyici bir argüman olarak görebiliriz.

Öte yandan Trier’ın Dogville’den beri ısrarla sürdürdüğü episodik anlatıyı Nymphomaniac’ta daha ileri götürdüğünü görüyoruz. Perdeye düşen bölüm yazılarının yanında bu kez ana karakterimiz Joe’nun kendi hikayesini anlatırken spontane biçimde başından geçenleri bölümlere ayırması, “o zaman bu bölümün adı şu olacak” demesi  Trier’den daha önce görmediğimiz enteresan bir uygulama diyebiliriz. Antichrist-Melancholia’nın kendi içinde tutarlı ve estetik açılış sekansları ise muhtemelen hikaye yapısı gereği yönetmenin vazgeçtiği biçimci bir numara olmuş.

Sonuç olarak; Nymphomaniac yarattığı beklentiye belli ölçüde karşılasa da filmi Trier filmografisi içinde üst sıralara konumlandırmak pek mümkün değil.

15 Mart 2025

4 Soruda Hz. Muhammed: Allah'ın Elçisi

İranlı yönetmen Majid Majidi’nin bir üçleme olarak tasarladığı Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi filmi, bu coğrafyadan çıkan en görkemli yapım olma özelliğini taşıyor. Hatta Çağrı’dan sonra yeni bir milat olma iddiasındaydı diyebiliriz. Bu hususta ne kadar başarılı oldu, tartışılır ama bu alanda yeni filmlere öncülük edeceğini söyleyebiliriz. Şimdi sorular üzerinden giderek filmin öne çıkan noktalarına bir bakalım.

Tür açısından nerede duruyor?

Muhammed filmi dini epik alt türünün İslam coğrafyasında üretilmiş en nitelikli örneklerinden biri. Bunun pek çok sebebi var ancak ilk söylememiz gereken şey, Majidi’nin filminin hem prodüksiyon kalitesi hem de epik anlatı bakımından Hollywood epiklerinin seviyesinde olduğudur. Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi, dini epiklerin klasik örneklerinin naifliğine sahip olmasının yanında anlatısı ve duruşuyla modern bir film. Majidi bu dengeyi ustalıkla kurmuş. Çağrı’yı referans alırken, kuşak farkına dikkat ediyor ve yeni neslin beklentilerini karşılamaya, yeni nesli yakalamaya çalışıyor. Bir anlamda Çağrı’nın misyonunu devam ettiriyor. Çağrı’yı referans alıp misyonunu üstlenirken iki film arasındaki benzerlikleri minimumda tutmaya çalışıyor. Hz. Muhammed’in yaşamındaki farklı dönemlerin anlatılmasına rağmen iki filmde de başka bir figürün öne çıkması kaçınılmaz bir durum. Başka Hz. Muhammed filmleri yapıldığında bu durum değişmeyecek çünkü peygamberin gösterilmemesi ve konuşmaması bu tercihi zorunlu kılmakta. 70’li yıllarda ve sonrasında Çağrı nasıl bir etki bıraktıysa, Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi’nin de en azından yeni nesil üzerinde benzer bir etki bırakacağını düşünüyorum.

Nasıl bir peygamber biyografisi?

Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi filmi, Hz. Muhammed’in peygamberlik dönemine baktığı kısa bölümü saymazsak sinemada benzerine pek rastlamadığımız bir peygamber biyografisi olarak yorumlayabiliriz. Peygamberin doğumundan önceki olaylara bakması, o günkü Mekke’nin portresini çizmesi, Hz. Muhammed’in bebeklik ve çocukluk yıllarını mercek altına alması filmi klasik bir peygamber biyografisi olarak değerlendirmemizi engelliyor. Burada beklenen kurtarıcının işaretlerinin belirmesi, bir peygamberin ayak seslerinin duyulmasının ardından inananların heyecanı ile putperestlerin endişesinin ve bu farklı duyguların yarattığı karmaşanın görselleştirilmesi söz konusu. Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi, daha çok bir üçlemenin ilk bölümü biçiminde tasarlanmış gibi duruyor. Filmi farklı kılan özelliklerinden biri de bu şüphesiz. Ancak bu durum ne yarıda kalmışlık hissi yaratıyor ne de filme zarar veriyor. Majidi, Hz. Muhammed’in çocukluk ve ilk gençlik dönemini ele almasına rağmen onun kimi karakteristik özelliklerini (insancıl olması, yardımseverliği ve güvenilirliği) vererek, peygamberi anlatma hususunda başarılı bir iş çıkarmış.

Hassasiyetleri gözetiyor mu?

Yapım aşamasından bu yana tartışılagelen Hz. Muhammed’in tasvir edilmesi meselesi, Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi adlı filmin ülkemizde de gösterime girmesiyle tartışmaların ayyuka çıkmasına neden oldu. Peki, Majidi’nin filmi halkın bu husustaki duyarlılığını hiçe mi sayıyor? Bence hayır. Majidi, Çağrı’nın bir adım ötesine gidiyor ama bir adım daha atmaktan imtina ile kaçınıyor. Hz. Muhammed’i göründüğü hemen hemen her sahnede arkadan gösteriyor. Bir sahnede ise  gözlerini göstermeye cüret ediyor. Burada unutulmaması gereken detay şu: kısmen gösterilen kişi henüz bir peygamber değil, bir çocuk. Ve çocuğun da yüzünün saklanmasına özen gösterilmesi Müslümanların zihninde bir Hz. Muhammed imajı oluşmasına imkân tanımıyor. Zaten Majidi’nin ne kadar hassas davrandığı Hz. Muhammed’in sesinin verilmemesi, konuştuğunda seyircinin altyazı aracılığıyla söylediklerini anlamasından da anlaşılıyor.

Hollywood etkisi özde mi, sözde mi?

Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi, açıkça görüldüğü üzere Hollywood epiklerinden etkilenmiş bir yapım. Elbette anlatısı ve görselliğiyle Hollywood’u örnek alması sözde bir etki. Ancak bu Hollywood etkisi sözde kalmamış. Majidi’nin Hz. Muhammed’i, Hollywood’un yarattığı Mesih imajından çokça etkilenmiş. Sadece görsel benzerlikten bahsetmiyoruz; peygamberliği öncesinde Hz. İsa gibi mucizeler yaratmasını başka türlü açıklayamayız. (Yanlış anlaşılmaması için not düşeyim: Hz. Muhammed’in doğumuyla görülen mucize veya işaretler ve bulunduğu yerde bereketin artması başka bir konu) Hatta Majidi’nin bu uğurda filme balık mucizesi gibi kurgusal bir sekans koyması (Bu sekans tamamen kurgu) bir hayli şaşırtıcı. Hollywood’un gerçek hikâyelere kurgusal kısımlar eklemesi, gerçekle kurguyu harmanlaması sık başvurduğu bir yöntem. Oradan etkilendiği belli olan Majidi’nin bu eklemeyi yapmasının sebebi, filmin sonlarına gelindiğinde duygusal yoğunluğu artırmak. Bu konuda da son derece başarılı olduğunu belirtmek gerekiyor. Sonuç olarak, Majidi Hollywood’dan etkilenmesine karşın bu durumun filme olumlu yansıdığını görüyoruz.

6 Mart 2025

Bir Zamanlar Sinema Öneriyor: #77 Jarhead

Çoğunlukla ilk filmi American Beauty ile tanınan Sam Mendes, hangi türe el atsa olayın dramatik boyutunu öne çıkaran yetkin bir sinemacı. Mendes'in tür denemesine giriştiği üçüncü uzun metraj çalışması Jarhead, Anthony Swofford adlı bir askerin anılarından oluşturduğu romanından uyarlanan bir savaş filmi. Petrol kuyularını korumak amacıyla Suudi Arabistan çöllerine gönderilen bir grup askerin (özellikle keskin nişancı Swoff'un) yaşadığı psikolojik çöküşün işlendiği filmde Sam Mendes beklentileri boşa çıkarmıyor.

2000'li yıllarda Hollywood, 11 Eylül ve Irak Savaşı sonrasında Orta Doğu'ya yöneldi. Her ne kadar Jarhead, Körfez Savaşı'nı konu edinse de çekildiği dönemin konjonktürünün etkisi çok bariz. Sam Mendes'in bir savaş filmi klasiği yaratma düşüncesiyle yola çıktığını düşünmüyorum. Ancak seçtiği hikayenin buna müsait olmadığı çok açık. Mendes, ortaya karakter merkezli, durağan ve savaşı yüceltmeyen bir film çıkarırken, Jarhead'in atası olarak Stanley Kubrick'in başyapıtlarından Full Metal Jacket'ı belirlemiş. Filmin 15 dakikalık ilk bölümü acemi askerlerin eğitim aşamalarını görselleştiriyor. Daha ilk sekansta karşılaştığımız; küfürler yağdıran, sert komutan tiplemesi bunun en açık göstergesi. Benzerlikler bununla sınırlı değil; iki filmde de eğitim kısmının ardından operasyon safhasına geçiliyor ve öldürme eylemi sorgulanıyor.

Eğitim sürecinde gerek izletilen savaş filmleriyle gerekse de verilen ağır eğitimle savaşa hazırlanan askerler; gün gelip savaş ortamına sevk edildiklerinde, çölde uzun bir bekleyişle karşılaşınca psikolojik dengeleri bozuluyor. Deyim yerindeyse savaşmak için can atıyorlar ama beklenen savaş onlara uğramıyor. Mendes, filmini Swoff adlı bir askerin bakış açısından anlatıyor. Sık sık ana karakterimizin iç sesini duyuyoruz. Orada yaşadıklarını anlamlandırmaya çalışan sıradan bir Amerikan genci ekseninde savaşın birey üzerinde bıraktığı tahribatın altı çiziliyor. Bir savaş sahnesinin olmaması filmi karakter draması hüviyetine taşıyor ve tür içerisinde farklı bir konuma yerleştiriyor. Çölde geçen bölümlerde üst düzey bir görsellik yakalanırken son yarım saatte petrol kuyularının yanmasıyla eşsiz kareler yansıyor perdeye. Görüntü ve sanat yönetimi, oyunculukları ve savaşmaya-öldürmeye koşullanan bireylerin psikolojisini kusursuz bir biçimde perdeye taşıyan bir savaş draması denilebilir Jarhead için.

26 Şubat 2025

Türk Usulü Uzay Operası: Dünyayı Kurtaran Adam

Bugün, “Turkish Star Wars” olarak ünü tüm dünyaya yayılmış, kült mertebesine erişmiş bir Türk bilimkurgusu olan Dünyayı Kurtaran Adam, varlığını 70’lerin sonunda başlayan Star Wars fırtınasına borçlu desek yanılmış olmayız. Senaryosunu filmin yıldızı Cüneyt Arkın’ın yazdığı, yönetmen koltuğuna ise fantastik Türk sinemasının önemli isimlerinden Çetin İnanç’ın oturduğu Dünyayı Kurtaran Adam’ı zaman içinde elde ettiği şöhretin ilginç hikayesiyle değil de filmin ne olduğu, ne yapmak istediği gibi soruların peşinden giderek değerlendireceğiz.

Uzay çağından galaksi çağına!...

Dünyayı Kurtaran Adam’ın açılış sekansında anlatıcı ses aracılığı ile bilgi bombardımanına tutuluruz. İlk öğrendiğimiz şey de çok çok uzak bir gelecekte olduğumuz. Yüzbinlerce yıl sonrasından bahsediliyor. Uzay çağından galaksi çağına geçildiği bilgisiyle tam olarak ne denmek istendiğini anlayamasak da, daha sonra senarist Arkın’ın bir galaktik evren tasarladığını anlıyoruz. Star Wars, Flash Gordon gibi uzay operalarının etkisiyle tutacağı öngörüsüyle benzer bir tür filmine kalkışılmış. Bu evrene de Darth Vader ve özellikle de Ming’den esinlenilerek yaratılan, gücü elinde tutan Sihirbaz adlı bir kötü karakter yerleştirilmiş. Hedefi de bir türlü ele geçiremediği dünyayı istila etmek…

Açılış kısmında verilen bilgilerden dünyamızın geleceği hakkında her şeyi öğreniyoruz. Din-dil-ırk gibi ayrımların ortadan kalktığı, tek dünya devletinin kurulduğu, nükleer çılgınlığın dünyamızı sona yaklaştırdığı ve bunun sonucunda insanoğlunun ilk çağlardaki gibi basit yaşamaya başladığı anlatılıyor. 70’li yılların post apokaliptik bilimkurgularının etkisi de açıkça görülüyor. Ancak bu etki sözde kalıyor, filmin adı Dünyayı Kuratan Adam olsa da, o dünyayı hiçbir zaman göremiyoruz (uzaydan görünüşünden bahsetmiyoruz). Dünyamızın geçmişi ve geleceği anlatılırken Star Wars’tan aşırılan görüntüleri izliyoruz. Aşırma konusuna daha sonra değineceğiz.

Dünyayı istila etmek isteyen bir Sihirbaz!

Dünya dışında tüm gezegenlere hakim olan Sihirbaz’ın tek bir amacı var: O da dünyaya sahip olabilmek… Önceki istila girişimlerinde başarısız olan Sihirbaz’ın önüne Arkın’a göre evrenin en kıymetli canlı türü olan insan çıkmış. İnsanoğlunun beyni ve iradesiyle dünyayı koruyan bir dış tabaka oluşturduğu için öncelikli amaç insan beyninin sırlarını çözmek olarak belirlenmiş. Az önce edindiğimiz bilgiden aradan geçen yüzbinlerce yılda insanoğlunun nükleer savaşlar yüzünden yaşadığı teknolojik gerilemeye karşın, zihinsel olarak “level” atladığını anlıyoruz. Hatta kollektif bir bilinçle dünyayı savunduğumuzu dahi söyleyebiliriz. Bilinmeyen bir düşmanla mücadele eden insanoğlu, savunmadan saldırıya geçiyor. Bu noktada iki Türk savaşçısı düşmanı bulup, yok etmek amacıyla uzaya açılıyor. Evet, akıl tutulmasına sebep olan açılış sekansını sonunda aşabildik ve maceramız başladı.

Kolajla kurtarılan (!) bir fantazi

Filmin adını hiç duymadan izlemeye başladığınızı bir düşünün. Çok geçmeden kendinizi “Ben bu filmi bir yerlerden hatırlıyorum ama izlemediğime de eminim” gibi cümleler kurarken bulmanız olası. Çoğu Star Wars’tan alınan-aşırılan uzay savaşı görüntülerini format ve renk farklılıkları gözetilmeksizin kolajlayan yönetmen Çetin İnanç, bir de aynı görüntüleri tekrar tekrar kullanmış. Aksiyon sahnelerinde o kadar ‘kesme’ yapmış ki, hızlı kurgu başınızı döndürüyor. Başımızın dönmesinin tek sebebi kurgunun hızlı olması değil, aynı zamanda filmin enterasan kurgu anlayışı diyebiliriz.

Star Wars meselesine dönersek, bugün başka bir filmden görüntü aşırdığınızda hemen hırsızlıkla suçlanacağınızdan hiç şüpheniz olmasın. O günün şartlarını düşünürsek, Çetin İnanç’ın Dünyayı Kurtara Adam’ı Star Wars görüntüleri olmadan çekmesinin zor olduğunu ve ancak daha yerel ve minimal bir anlayışla filmi kotarabileceğini söyleyebiliriz. Pek tabii Cüneyt Arkın’ın senaryosu bu seçeneği olanaksız kılıyor. Dolayısıyla Çetin İnanç’ın başka bir şansı yokmuş. Doğru olmamakla birlikte cesur bir girişimde bulunmuş. Filmin adının ancak yıllar sonra yurt dışında duyulabilmesi ise tarafların mahkemelik olmasının önüne geçmiş sanırım. Yönetmenle yapılan bir röportajda, Cüney Arkın’ın “Farkına varırlar” dediği, Çetin İnanç’ın ise ona cevaben: “Varsınlar, sonra benim ne yaptığımı anlayacaklar” dediğini biliyoruz. Buna ek olarak maddi imkanları olsaydı başka filmlerden görüntü almalarına gerek kalmayacağını da söylüyor yönetmen.

Mantık sınırları hiç bu kadar zorlanmamıştı

Dünyayı Kurtaran Adam’da mantık sınırlarını zorlayan detaylar ve birbiriyle çelişen ifadeler saymakla bitmez. Mesela Dünya binlerce yıl önce atom savaşı neticesinde parçalanmış ve o parçalarda da hayat devam ediyor. Film de zaten dünyanın parçalarından birini mesken ediniyor. Daha enteresan olansa dünyadan gelip geçmiş farklı medeniyetlere ait yapıların (Mısır Piramitleri, Hacı Bektaş Veli Türbesi vb.) nasıl ve neden buraya taşındığının\kopyalandığının anlaşılamaması ve bir açıklama yapılamaması. Murat (Cüney Arkın)’ın kaya parçalarıyla yaptığı antrenman da akıllara sezadır. Kaya parçalarıyla şut çekmesini Murat’ın bir süper insan olmasına yorsak da, kayaların hedefini bulduğunda bir bomba gibi patlaması sözün bittiği yere ulaştığımızı söylüyor. Örnekler çoğaltabiliriz ama laf kalabalığı yapmanın lüzumu yok.

Çetin İnanç ve Cüneyt Arkın bilimkurgu çekerken fantaziye meyletmişler. Ancak kökleri Türk avantür film geleneğine uzandığından örnek aldıkları science fiction\fantasy ürünlerinden oldukça farklı bir iş ortaya çıkarmışlar. El ele verip, bir benzeri asla çekilemeyecek bir saçmalıklar silsilesi yaratmışlardır. Filmi kült mertebesine erişmesini sağlayan da budur. Bir kabile, bir kılıç ve bir beyin ile kendi mitolojisini yaratmaya çalışan, felsefe yapayım derken eline yüzüne bulaştıran, bir odak noktası olmadığından ortaya karışık bir bilimkurgu alt tür melezine dönüşen Dünyayı Kurtaran Adam’ı tüm eksiklerine ve kötü şöhretine rağmen seviyoruz.

16 Şubat 2025

The Dark Tower Üzerinden Hollywood’un Fantastik Edebiyat Uyarlamalarına Bir Bakış

Stehpen King’in best-seller klasiği The Dark Tower serisi, birçok kez iptal olmasının ardından, hayata geçirildi ve 2017’de tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de vizyona girdi. Colombia Pictures’ın yılın en kötü filmleri listelerinin gediklisi olmakta zorlanmayan The Dark Tower uyarlaması, beni bu yazıyı kaleme almaya itti. Bir romanı sinemaya taşırken hangi hatalar yapılıyor, bu hatalar neden yapılıyor ve iyi bir uyarlama için nelere dikkat edilmesi gerekiyor? The Dark Tower uyarlaması üzerinden bu soruları irdeleyeceğiz. 

Sessiz sinema döneminden bu yana edebiyat, sinemayı besleyen ana sanat dalı olmayı sürdürüyor. Ancak bu yazıda bu ilişkinin sebepleri ve sonuçlarına hiç girmeyeceğim. Edebiyat-sinema etkileşiminin 2000’li yıllarda neden arttığına değinelim öncelikle. Bu etkileşimde kırılma 2001’de gerçekleşti. Lord of the Rings ve Harry Potter serilerinin başarısı, daima büyük düşünen Hollywood’un fantastik edebiyata yönelmesini sağladı. Hep tutan formüllerin izini süren Hollywood’da kısa sürede gişe canavarına dönüşmesi umuduyla The Chronicles of Narnia, Eragon, The Golden Compas ve The Spiderwick Chronicles gibi seriler sinemaya uyarlandı. The Chronicles of Narnia’ın kısmi başarısı, eserin sinemada da seriye dönüşmesini sağlarken, diğer uyarlamalar tek filmde kaldı. Başarısız örnekler, Hollywood’un bu süreci başlatan filmlerin dünyasına geri dönmesinde itici bir rol oynadı. The Hobbit kitabı sinemada üçlemeye dönüşürken, Fantastic Beast and Where the Find Them’in ise beş filmden oluşan uzun soluklu bir seri olması planlanıyor. Bilimkurgu cephesinde de benzer bir durum yaşandığını söylemeliyiz. Buradan yola çıkarak, 2000’li yılları sinemada fantastik ve bilimkurgu edebiyatı serilerinin dönemi olarak addedebiliriz. Hollywood’un kurtuluşu serilerde bulması, bu dönemde fantastik sinemanın altın çağını yaşamasında başat rol üstlendi. Bilimkurgu sinemasının da bilimkurgu edebiyatını arkasına alarak ikinci altın çağına girmesinde azımsanmayacak bir rol oynadı bu seriler. Özgün üretimin azaldığı ve yaratıcılık krizinin baş gösterdiği son 10-15 yıllık dilimde Requiem for a Dream, The Hours, There Will Be Blood, No Country for Old Men, Zodiac ve Arrival gibi kalburüstü filmleri edebiyata borçluyuz ne de olsa. Diğer yandan Hollywood’un gişe kaygısıyla edebi eserleri kötüye kullandığını görmekteyiz. Bir romandan (The Hobbit) üç film çıkarılmasını, gişede büyük kazanç sağlayan Twillight ve Hunger Games’in son kitaplarının iki bölüm halinde sinemaya uyarlanmasını edebiyatın sömürülmesi olarak kayıtlara geçtik. Bir kitabın tekrar tekrar sinemaya uyarlanmasına iyi niyetle bakmamız da pek mümkün değil ancak asıl sorun stüdyoların uyarladıkları kitapların hakkını vermek şöyle dursun, daha fazla gelir elde edebilmek adına olmayacak hatalar yapması. Şimdi tek tek o hatalara bakacağız.

Yönetmen seçimi

Yönetmen bir filmin her şeyidir. Dolayısıyla da filmi yönetmesi için anlaştığınız ismin, uyarlayacağınız eserin altından kalkabilecek kapasitede olduğuna emin olmalısınız. Mesela The Dark Tower gibi milyonlarca okuru olan devasa bir serinin ilk filmini, ülkesi Danimarka’da kısmi bir başarılı yakalayan Nikolaj Arcel’e teslim ederseniz, başarısızlığa giden yolda büyük bir adım atmış olursunuz. Neden? Çünkü ülkesinde takdir edilen bir yönetmen olmasına karşın, fantastik sinemada rüştünü ispatladığını söyleyebileceğimiz bir sinemacı değil kendisi. Ayrıca hem serinin hayranlarının hem de stüdyonun oluşturacağı baskıyla Arcel’in başa çıkıp çıkamayacağı da tam bir muamma. Dolayısıyla da Hollywood stüdyo sistemini iyi bilen bir yönetmenin tercih edilmesi daha doğru bir karar olacaktı. Avrupa’dan yönetmen ithal ediyorsanız, onu memur yönetmen olarak kullanamazsınız. Arcel’in bir vizyonu olduğunu düşünüyorsanız, projenizi güvenerek ellerine teslim etmeli, onu kukla gibi oynatmamalısınız. Stüdyo, yönetmene her isteğini kabul ettiriyorsa, artık yönetmen o filmin her şeyi değildir. Bu durumda da ortaya çıkacak filmin, bir sanat eseri olması mümkün değildir. Olsa olsa ticari bir ürün olacaktır. The Dark Tower örneğinde durum şuydu: stüdyo risk almak istemeyerek bir risk aldı ve başarısız oldu. Stüdyo filmin yönetmenine güvenmedi, kendisine güvendi. Filmi, bilimkurgu\fantezide isim yapmış, vizyoner bir yönetmene emanet ederek de risk alabilirlerdi ama bunu yapmadılar. Eserin sinemaya uyarlanmasındaki zorlukları, memur yönetmenlikle aşabileceklerini sandılar. Yaratıcılık isteyen hangi edebiyat uyarlaması başarabildi ki bunu? Son yıllarda aynı kaderi paylaşan birçok fantastik edebiyat uyarlaması gördük, bu gidişle görmeye de devam edeceğiz.

Serbest ve Sadık Uyarlama meselesi

Bir romanı sinemaya adapte ederken, sinema ve edebiyatın anlatılarındaki temel farklılıklar sebebiyle uyarlamanın birebir olması beklenmez. “Sadık bir uyarlama olmuş” dediğimizde kastettiğimiz ufak tefek değişiklikler dışında olay akışının korunmasıdır. Senaryonun yazım aşamasında senaristin, yazarın kurduğu dünyayı iyi özümsemesi ve karakterlerin motivasyonlarını anlaması gerekiyor. X karakterinin asla söylemeyeceği bir sözü yazmaması gerekiyor. İster serbest isterse sadık bir uyarlama olsun, filmin Hollywood kolaycılığından muzdarip olmaması elzemdir. Uyarlama sürecinde eserdeki detayların kaybolması kaçınılmaz olmasına karşın, eserin özünden uzaklaşılması, derinliğin ve anlamın kaybolması ve de romanın içinin boşaltılması, romanı okuyanların gazabıyla birlikte okumadan filmi izleyenlerin de kaybolan potansiyel sebebiyle olumsuz yorumlarına sebebiyet verecektir. Serbest uyarlamalarda ise özellikle değiştirilen detayların yerini nasıl doldurduğunuzdur mühim olan. Stephen King, Stanley Kubrick’in ellerinde bir korku klasiğine dönüşen The Shining uyarlamasını beğenmemiştir. Sebebi ise hikâyeye kendi yorumunu katarken, Kubrick’in hafife alınmayacak değişiklikler yapmasıydı. King’in memnuniyetsizliğine rağmen, Kubrick bir korku klasiği yaratmayı başarmıştır. The Shining, istisnai örneklerden biridir. Önemi ise şudur: Uyarlamayı yapan senaristin\yönetmenin, nasıl bir yaklaşım gösterirse göstersin, ne yaptığını biliyor olması ve güven vermesi gerekiyor. Bu noktada The Dark Tower’a geri dönmemiz gerekiyor. Filmin dört kişiden oluşan senarist ekibinin başında deneyim bir isim olan Akiva Goldsman bulunuyor. Çoğunlukla roman uyarlamaları yapan Goldsman, 2002’de A Beautiful Mind ile En iyi Uyarlama Senaryo kategorisinde Altın Küre ve Oscar almış bir isim. Ancak bu başarısının ardından best-seller olmuş The Da Vinci Code ve Angels and Demons ile Dan Brown okurlarının hışmına uğradı. Daha sonra Winter’s Tale ve The 5th Wave uyarlamalarıyla da bilimkurgu, fantastik ve macera gibi tür filmlerinde aranan isim olmadığını kanıtladı. Stüdyonun bu başarısızlığı görmezden gelerek The Dark Tower senaryo ekibinin başına Goldsman’ı getirmesi düşündürücü. Zira Goldsman ve senarist ekibinin serbest uyarlama adı altında yaptıkları iş akıl alır gibi değil. Stüdyonun direktifleri doğrultusunda, esasında serbest uyarlama değil de yedi kitaplık seriyi temel alarak, kendi kafalarına göre bir hikâye yazmışlar. Filmde Stephen King’in Kara Kule’sine dair pek bir şey bırakmamışlar. Colombia Pictures’ın gişe kaygısı, filmimizi her yaştan insan izlesin düşüncesi (The Dark Tower’ı 7 yaş üstü herkes izleyebiliyordu) hezimeti getirdi ve sinema okullarında kötü uyarlama örneği olarak gösterilmesi gereken bir iş çıktı ortaya. Esasen The Dark Tower, fantastik edebiyata sarılan Hollywood için bulunmaz bir fırsattı. 7 kitaptan 7 film çıkarılabilirdi. Esinlenmeye daha yakın duran sözde serbest uyarlama yerine ilk kitabı tüm riskleri alarak sadık bir biçimde uyarlamayı göze alabilseydi bugün farklı şeyler konuşuyor olurduk eminim.

Karakter-Oyuncu Uyumu

Bir romanı sinemaya uyarlarken, eserdeki karakterlerin fiziksel özellikleri, birebir yazarın tasvir ettiği gibi olmak zorunda değil. Ancak esere ve o eseri okuyan milyonlarca okura saygı duymak zorundasınız. Dolayısıyla da romandaki karakterlerin fiziksel görünümlerine olabildiğince yakın tipte oyuncular bulmanız gerekir. Hollywood’un genel olarak bu konuda iyi işler çıkarttığını kabul etmek gerekiyor fakat The Dark Tower örneğinde olduğu gibi alınan skandal kararların, okurları ve sinemaseverleri, romanların sinema adaptasyonları hususunda bir sorgulamaya ittiğini belirtmemiz lazım. The Dark Tower’daki skandal, ana karakter Silahşor Roland Deschain’in siyahi bir karaktere dönüştürülmesiydi. Bu da yetmez mi gibi karakterin hantal Idris Elba’ya teslim edilmesi bir başka hatalı karardı. Sonuçta seyirci -özellikle de romanı okuyan seyirci- beyazperdede gördüğü karakterin Roland olduğuna inanmazsa film amacına ulaşamayacaktır. Tüm uyarlamalar için geçerli bir kuraldır bu. Stüdyonun neden böyle bir karar aldığına mantıklı bir açıklama getiremedik doğrusu. Sebebi ne olursa olsun, stüdyonun eserin milyonlarca hayranının vereceği\verdiği tepkiyi umursamaması, bu yaklaşımın Hollywood’da yaygınlaşabileceğine yönelik endişelerimizi arttırıyor.

Yazarın Yarattığı Dünyanın Görsel Karşılığını Bulabilmek

Fantastik ve bilimkurgu edebiyatı uyarlamalarında önemini yadsıyamayacağımız konulardan biri de eserde yaratılan dünyanın görsel karşılığını bulabilmektir. Yazarın yarattığı düşsel dünya, her okurun zihninde farklı bir şekilde canlanır. Uyarlamada esas olan ise yazarın imgelemine en yakın olanı bulabilmektir. Peter Jackson’ın, Lord of the Rings üçlemesinde Tolkien’in Orta Dünya’sını yeniden tasarlarken gösterdiği titizlik örnek alınmalı. Ancak şu bir gerçek ki, görsel karşılık bulma hususunda ne kadar iyi bir iş ortay koysanız da Lord of the Rings’te olduğu gibi eserin tutkulu hayranlarını memnun etmeniz oldukça zor. En iyi örnekten en pespaye olanına geçelim. Nikolaj Arcel’in The Dark Tower’ı Stephen King’in paralel evren fantezisiyle yarattığı dünyaları, diğer konularda olduğu gibi özensiz ve kendi bildiğini okuyarak yaratmaya çalışıyor. Eski zamanları anımsatması gereken diyar, post apokaliptik bilimkurguların dünyasına daha yakın duruyor, seçilen renklerden mekân tasarımlarına kadar her bir detay seyirciyi Stephen King’in dünyasından uzaklaştırıyor. Eserin ruhunu korumanızın yolu, olay akışını değiştirseniz de karakterlerin ve o dünyanın yaratımından geçer. O dünyayı yaratmak da yüksek bir bütçenin yanında hep bahsettiğimiz yaratıcı bir ekibin varlığıyla yakından ilgili diyebiliriz. The Dark Tower, oldukça sinematografik bir eserdir. Dolayısıyla filmin kozlarından biri de görsel vizyonu olacaktır. Ancak bu vizyonu 60 milyon dolar gibi, bu çaptaki bir eser için düşük sayılabilecek bir bütçeyle sergilemeniz pek kolay değil. Görselliğin arşa erdiği, bütçelerin 200-250 milyon dolarlara çıktığı bir dönemde mütevazı bütçelerle fark yaratmanız kolay değil. 

Görüldüğü üzere The Dark Tower, bir fantastik edebiyat serisi sinemaya nasıl uyarlanmamalının en somut örneğidir. Elbette Hollywood, bildiğini okumaya devam edecektir. 

5 Şubat 2025

2000'li Yıllardan 10 Komedi Filmi

Toplumların tarihleri, gelenek ve görenekleri, örf ve adetleri ve yaşama biçimlerinin doğrudan etkilediği mizah her alanda varolabilen bir sanat türü. Ve belki de hepsi içinde en öznel olanı diyebiliriz. Toplumların sosyo-kültürel yapılarındaki ayrımlardan doğan farklı mizah anlayışlarını bir yana bırakırsak, bireysel olarak aynı kültürü paylaşan insanların da komediye bakışı tamamen zıt olabilmekte. Bu aşırı subjektiflik durumu mizahta daha keskin ayrımları beraberinde getiriyor.

Sinemanın ilk dönemlerinden bugüne drama gibi her türe sirayet edebilen komedi, bugüne gelene dek Charlie Chaplin, Buster Keaton, Peter Sellers, Louis de Funes, Jack Lemon, Mel Brooks, Kemal Sunal, Woody Allen, Steve Martin gibi daha sayamayacağımzı birçok yıldız gördü. Zamanla yeni alt türler doğurup, skalasını genişletti. Sessiz sinema döneminde Slapstick komedi iş yaparken, Tv’nin icadıyla Sitcom yükseldi. 80’lerde korku\komedi, 90’larda romantik komedi patladı. Günümüzde yani artık internet çağı olarak kabul ettiğimiz 2000’li yıllarda ise tuvalet komedisiyle seks komedisinin rağbet gördüğünü söylersek yanışmış olmayız. 

Yeni anlatım biçimleri ve film modelleriyle klişeleri girdabı içinde kaybolmamayı başaran komedi, 2000’li yıllara 90’ların en popüler komedyeni Jim Carrey’nin Me, Myself & Irene ve Bruce Almighty gibi üstün işleriyle girdi. 90’larda parlamaya başlayan Adam Sandler, Jim Carrey’nin düşüşüne paralel olarak yükseldi. Her ne kadar, son 10 yıla damga vuracak bir filmde yer alamasa da büyük kitlelerin sevdiği bir stara dönüştü. Knocked Up ve The 40 Year Old Virgin gibi yetişkin komedileriyle Judd Apatow, Thank You for Smoking ve Juno gibi işleriyle Jason Raitman, Shaun of the Dead ve Hot Fuzz gibi parodileriyle de Edgar Wright son dönemin öne çıkan yönetmenleri oldular. Kendine has sineması ve mizah anlayışıyla Wes Anderson’u da anmak şart. 

Zombieland (2009)

Kimyasını tutturmanın en zor olduğu tür belki de korku\komedidir. Bu eğilimin 80’lerdeki akılda kalıcı örneklerini bir kenera koyarsak 2004’te izlediğimiz Shaun of the Dead, zombi parodisi yaparak kısa sürede klasikleşti. Son 10 yıl kapsamında değerlendiremediğimizden de dışarda kaldı. Ruben Fleischer’in yönetmen kolduğuna oturduğu Zombieland da Shaun of the Dead’in açtığı yolu takip ediyor. Ancak zombi filmi parodisi yapıyor diyemeyiz. Zombilerin ele geçirdiği dünyada, bir grup insanın hayatta kalma savaşını ele alan film, gerçek bir eğlence vadediyor. Karşımızda düpedüz bir zombi filmi var ama zombiler burada korku unsuru değiller. Zombi komedisi açısından yenilikçi fikirleri olmamasına karşın, ilk sinema filmini çeken Fleischer’ın korku\komedinin hakkını veren bir iş ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Karakterlerimizin birbirinden ilginç zombi avlama sahnesiyle, aksiyona da kayan Zombieland’ın en büyük artısı yönetmenin üslubu bana kalırsa. Klasik zombi filmi işleyişine sahip olsa da araya giren flashback sahnesi, Bill Murray’in evine yapılan ziyaret gibi bölümleri ve sulandırılmayan mizahıyla iz bırakarak, devam filminin kapısını açtı.

This is the End (2013)

“Dışardaki dünya yok olup giderken, arkadaşlarınızla bir evde sıkışıp kalsanız ne olurdu?” sorusunu peşine takılan Seth Rogen – Evan Goldberg ikilisinin yazıp yönettiği This is the End, kıyamet filmlerinin parodisine soyunuyor. Komedinin en az rağbet gören alt türlerinden parodiyi seçen Rogen ve Goldberg, bunu da tuvalet mizahının en uç örneklerinden birine dönüştürerek, bel altı esprilerle süsleme yoluna gitmişler. Karakterlerimizin ağzından eksik olmayan küfür, birtakım seyirci için kaldırılabilir seviyenin oldukça üzerinde ama “çok küfürlü ve iğrenç” diyerek filmden hızlıca uzaklaşan seyirci şunu unutmamalı; küfür ve argo kullanımı karakterlerin durumu ve hikayenin gittiği kırılma noktası için bir zorunluluk teşkil ediyor. Filmde iyi-kötü çatışması ilahi bir boyuta çekiliyor. İyi insan -kötü insan savaşı bireyin kendi içine döndürülerek basit ama doğru bir yol izlenmesini sağlamış. Özellikle vurgulanan ise ancak kalpten yapılmış bir iyiliğin insanı kurtuluşa eriştirebileceği fikri. Absürtlüğü ve pervasızlığıyla sivrilen This is the End, oldukça matrak bir komedi filmi. Sınırlı bir kitleye hitap ettiği ise aşikar…

Horrible Bosses (2011)

Bizde Patrondan Kurtulma Sanatı adıyla vizyona çıkarılan Horrible Bosses, iş dünyasına odaklanıp, kara mizahın enteresan örneklerinden birine dönüşen başarılı bir komedi. Film; Dale, Nick ve  Kurt adlı üç arkadaşın, hayatlarını cehenneme dönüştürdüklerini düşündükleri patronlarından kurtulmaya çalışmalarını konu alıyor.  Karakterlerimizin işler kötüye gittiğinde daha önce ortaya attıkları patronlarını öldürme fikrine dönmeleri, çaprazlama yaparak birbirlerinin patronlarını öldürme planları ve bu işin hiç de kolay olmaması, kahkalarla izlenen bir kara komediyi doğuruyor. İlginç olansa yapı itibariyle kara komedilerin genel olarak pek de  komik filmler olmamalarıdır. Zıt karakterleri bir araya getirmesinin yanı sıra karakter yaratmadaki başarısıyla bir adım öne çıkıyor Horrible Bosses. Ana karakterler bir yana Kevin Spacey, Colin Farrell ve Jennnifer Aniston’un patron tiplemeleriyle adeta sınıf atlattıkları bir komedi bu. Seth Gordon, ikinci uzun metraj çalışmasında senaryonun elverdiği ölçüde elinden ne geliyorsa yapmış. Geçtiğimiz aylarda devam filminin de çıktığını hatırlatalım.

Midnight in Paris (2011)

Komedi dediğimiz türün sinemadaki en önemli temsilcilerinden Woody Allen, 2000’li yıllarda komedi ve dramın dışına çıkıp farklı işlere de imza attı. Son dönem eserleri genel olarak altın dönemi olan 70’li ve 80’li yılları aratsa da Match Point ve Midnight in Paris gibi icraatlarıyla hala form tutabildiğini gösterdi üstad. Geceleri Paris sokaklarında ilham arayan bir yazarın, bir anda kendisini 20’li yılların Paris’inde bulmasını kendisine konu edinen Allen, içinde fantastik tatlar barındıran bir komediye imza attı. Sanat dallarında gezinip, entelektüel komediler üreten Allen, Midnight in Paris’te seyircisini Paris’in altın dönemine götürüyor. Gil’in yaratıcılık krizini aşmak isteyen bir yazar olduğunu düşünürsek; Salvodor Dali, Pablo Picasso, Ernest Hemingway, Scott Fitzgerald ve Luis Bunuel gibi alanında devleşmiş isimlerle tanışıp sohbet etme imkanı bulması oldukça anlamlı. Pek çok çalışmasında yeni film modelleriyle karşımıza çıkan Allen, burada sırtını yaratıcı kalemine yaslıyor. Sanat yönetimi, nostalji duygusu ve mizahıyla akıllarda kalan Midnight in Paris, Allen’ın tatmin edici son filmiydi.

The Dictator (2012)

Saplantılı olduğu biricik ülkesine demokrasinin asla gelmemesi için hayatını dahi tehlikeye atan Kuzey Afrikalı diktatör Aladeen'in kahramanlık öyküsü olarak özetlenebilecek hikaye İngiliz usulü bir absürd komedi örneği. Sacha Baron Cohen, ilk olarak Saddam, Kaddafi gibi diktatörlerin olası zevk ve sefahat içindeki yaşamlarını tamamen kurgusal Aladeen karakteriyle hicvediyor. Henüz ilk dakikalarda başlayan kahkaha tufanı dinmek bilmiyor ve 80 dakika boyunca birbirinden unutulmaz sekansla (markette doğum sahnesi akıllara zarar) devleşiyor. Komedi filmlerinde komediyi tüm filme yaymak öyle sanıldığı kadar kolay değildir. Hele aynı tonu tutturup devam edebilmek büyük yetenek ister. The Dictator'ın en büyük kozu komik olmayı başarabilmesi. The Great Dictator'dan esinlenen filmde, diktatörün yerine geçen 'benzeri' fikri burada farklı bir biçimde uygulanıyor. 11 Eylül sonrası Amerikan halkının İslama ve Araplara bakışı -hiç eksik olmayan absürd mizah anlayışıyla- eleştirel bir boyuta da taşınarak içi boş bir komedi filmi olmanın ötesine geçebiliyor The Dictator. Larry Charles’ın yönettiği filmi sevip sevmeyeceğiniz de absürd mizaha bakışınızla yakından ilgili.

Crazy, Stupid, Love (2011)

I Love You Phillip Morris adlı komediyle adlarını duyuran yönetmenler Gleen Ficarra – John Requa’nın yetenekli senarist Dan Fogelman’la bir araya geldiği “Crazy, Stupid, Love”, romantik komedi alt türünün en iyi diyemesek de en komik örneklerinden biri. Karısının kendisini aldattığını ve boşanmak istediğini söylemesiyle dünyası başına yıkılan Cal, genç ve yakışıklı playboy Jacob’la tanışır ve ondan kadın tavlama sanatını öğrenir. Bu aynı zamanda kendisini keşfetmesini sağlayacaktır. Filmin merkezinde Cal olsa da, eşi ve çocuklarının aşk hayatı birbirleriyle kesişecek biçimde işleniyor.  Fogelman’ın ustalıkla ördüğü ilişki sarmalı, filmin ikinci yarısında karakterlerimizin birbirine girdiği bölümde içinden çıkılmaz bir hal alırken, gerçek bir kahkaha tufanı da kopuyor. Zirve noktası elbette unutulmaz ama espriler, filmin geneline yayılmış. Romantik komedi klişelerini kullanan ama yeri geldiğinden klişenin klişe olduğunu da söyleme erdemini gösteren ve asla pes etme mesajı veren “Crazy, Stupid, Love”, yıldız kadrosunun hakkını da sonuna kadar veren bir komedi.

Ted (2012)

Tv kökenli işleriyle tanınan komedyen Seth MacFarlane’in ilk yönetmenlik denemesi olan Ted’de 8 yaşında bir çocuğun, bir Noel gecesi oyuncak ayısının canlanmasını, kendisine gerçek bir arkadaş olmasını dilemesi ve bu dileğin gerçek olmasıyla başlayan tuhaf dostluğun hikayesi konu ediliyor. MacFarlane, Ted’de ilginç bir formülün izini sürüyor. Masalsı tabanda romantik komedi çekiyor, bunu da fantastiğe alan açarak yapmayı deniyor. Yazar-yönetmenimiz anlatıcı sese; “ Emin olabileceğiniz bir şey varsa, o da küçük bir çocuğun dileğinden daha güçlü bir şey olmadığıdır” dedirterek, Ted’in varoluşuna kafa yormamızı istemiyor. Amaç güldürmek olduğundan bize de bu masalın tadını çıkarmak düşüyor. MacFarlane, bahsettiğimiz masalsı tabanı açılış ve kapanışta kullanıp, komediye odaklanabilmek için Ted’i günlük hayatın sıradanlığının ortasına atıveriyor. Burada da tuvalet mizahı ve seks komedisi devreye sokuluyor. Bazen ucuz ama çoğunlukla iyi esprilerle amaca ulaşılıyor. 80’lerin kült fantezisi Flash Gordon’a saygı duruşunda bulunması ve klasiklere yapılan göndermelerle eğlence katsayısını artıran Ted, bir komedi filmi olarak tüm vaadlerini yerine getiriyor.

The Hangover (2009)

Road Trip, Old School ve Starsky & Hutch gibi orta karar komedi filmleriyle tanıdığımız Todd Phillips’in şeytanın bacağını kırdığı çalışması The Hangover, seçkimize girmekte hiç zorlanmadı.  Bekarlığa veda partisi için Las Vegas’a giden dört arkadaşın, başlarından geçen sıradışı olayları konu alan film, klişelerden uzak durmasıyla değerini katlayan bir yapım. Felekten bir gece çalmak isteyen dört arkadaşın, farkında olmadan aldıkları bir hapla kendilerinden geçmeleri, gece dair hiçbir şey hatırlamamaları ve başlarına açtıkları türlü dertle uğraşırken, hakiki bir komedi yaratmış yönetmenimiz Phillips. Karakterlerimizin ne yaptıklarını ve başlarına ne geldiğini hatırlamaması, seyircinin önüne çözüm bekleyen bir yapboz koyulmasını sağlamış. Adım adım ve çözülerek ilerleyen, karakterlerimiz dibe battıkça komedi dozunu artıran bir komedi The Hangover. Karakter çalışmasının ve oyuncuların kimyasının tutmasın da başarıda büyük pay sahibi olduğunu not düşelim. İki devam filmi çekilen The Hangover’ın, bu ilk filmiyle türe taze soluk getirdiğini söyleyelim.

Stranger Than Fiction (2006)

İyi komedi nedir sorusuna verilebilecek en iyi cevaplardan biri de Stranger Than Fiction’dır. İlk senaryosunu yazan Zack Helm inanılmaz bir yaratıcılık sergilerken, kamera arkasındaki yetenekli isim Marc Foster da kendisini aşarak bir başyapıtın doğuşunu sağlamış. Kafasının içinde kendi hayatını anlatan bir ses duyan Harold Crick, çok geçmeden bir roman kahramanı olduğunu ve yazarın da kendisini ödürmeyi planladığını öğreniyor. Harold’ın bir edebiyat profesöründen yardım almaya başlamasıyla komediyle trajedi arasında gidip geliyoruz. Stranger Than Fiction, her hikayenin mutlaka iki yüzü olmak zorunda diyor: Komedi ve trajedi…  Biz ise bir komedideyiz. Harold bunu araştırırken, aklımıza gelen ise iyi komedilerin yolunun dramatik açıdan da güçlü hikayelerden geçtiği oluyor. Yazar bunalımını işlerken, yazarların eserleri ve yarattıkları karakterlerle ilişkileri üzerine de içi dolu cümleler kuran film, kaliteli esprileriyle komediyi boşlamıyor. Benzer bir çıkış noktasına sahip Ruby Sparks’a da esin kaynağı olan Stranger Than Fiction, son yirmi yılın en özgün komedisi.

Little Miss Sunshine (2006)

79. Akademi Ödülleri’nde En İyi Film dahil 4 dalda adaylık elde edip, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Alan Arkin) ve En İyi Özgün Senaryo Oscar’ını kazanma başarısını gösteren bu bağımsız sinema şaheseri son 10 yılın en iyi komedisiydi. Adını; ailenin küçük kızı Olive’in katılmaya hak kazandığı güzellik yarışmasından alan filmde, her biri çeşitli sorunlarla boğuşan aile bireylerinin, Olive’i yarışmaya götürmek için sevimli sarı minibüsleriyle yaptıkları yolculuk esnasında yaşadıkları işleniyor. Arıza karakterlerini film boyunca çarpıştıran Little Miss Sunshine, sevimli, naif bir aile komedisi olmakla birlikte dramatik yapısı da oldukça sağlam bir iş.  Hatta aynı hikayeyle temiz bir drama da çekilebilirmiş. Karakterlerin birbirleriyle atışmaları ve yolculuk sırasında yaşadıkları birtakım sorunlarla komediye ulaşan yönetmenlerimiz Jonathan Dayton ve Valerie Faris; filmin komedi yükünü kokainman dede, ailesine küsüp konuşmamayı seçen Dwayne, Olive ve bir karakter gibi kullandıkları sarı minibüsün sırtına veriyor. Sıradan bir Amerikan ailesinin neşe dolu hikayesini aile olmanın, birlik olmanın altını çizerek anlatmayı deneyen Little Miss Sunshine’ın özetle “başkası olma kendin ol” mesajı verdiğini söyleyebiliriz.

29 Ocak 2025

Bir 90'lar Klasiği: Basic Instinct

90’lı yılların en sansasyonel filmlerinden biri olan Basic Instinct (Temel İçgüdü), eminim birçok sinemaseverin ‘guilty pleasure’u yani suçlu zevkidir. Buna sebep olan da baştan sona cesur seks sahneleriyle bezeli filmin, erotik film algısına kurban gitmesi diyebiliriz. Bu yazıda Basic Instinct'in türsel olarak ne ifade ettiği üzerine gidip, genel bir çerçeve de çizeceğiz.

Hollandalı yönetmen Paul Verhoeven, göstermekten çekinmeyen cesur bir isim. Bu cesareti zaman zaman tepki görmesine neden olsa da göstermekle göstermemek arasındaki o ince çizgide ustalıkla yürümeyi başardı bugüne dek. Yönetmenin en popüler filmi Basic Instinct, Michael Douglas ve Sharon Stone’u o dönem zirveye taşırken, hem bu iki starı benzer rollerde görmemize neden oldu hem de Poison Ivy (Zehirli Sarmaşık), Wild Things (Vahşi Şeyler)  gibi  başka erotik gerilimlerin türemesine önayak oldu.

Polisiye ve Neo Noir el ele

Sonu cinayetle biten sado-mazo eğilimli bir seks sahnesiyle açılan film, Catherine Tramell’ın bir ‘femme fatale’ olduğunun altını çizerek, suç dünyasının tehlikeli sularında yüzeceğimizin de ilk sinyalini veriyor. Bu açılışın ardından cinayet soruşturması devreye giriyor. Yakışıklı dedektif Nick Curran’la tanışıyoruz. Daha önemlisi iki ana karakterimiz tanışıyor ve çok geçmeden birbirlerinin çekim alanına giriyorlar. Cinayet mahallinin sunumu, sorunlu ve gözü kara dedektif karakteriyle polisiye örgünün klasik bir örneğine şahit oluyoruz. Ancak çok geçmeden türsel anlamda farklı bir filmle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Dedektif Nick Curran’ın yani kanun adamının bakış açısıyla polisiye ulaşan film,  ‘femme fatale’ karakterine biçtiği rolle -onun da bakış açısını dahil etmesiyle- polisiye mi neo noir mi sorusuna her ikisi şeklinde cevap verebiliyor. Finaliyle bu ortada kalmışlığı taçlandıran Basic Instinct;  seri katil filmi, polisiye, erotik gerilim ve neo noir arasında çıktığı gezintiyi mutlak bir zaferle noktalamasına rağmen yarattığı sansasyonun kurbanı olmaktan kurtulamadı.

Cüretkar sahneler pastanın üstündeki ‘çilek’

Filmdeki incelikli ve iğneleyici espriler, yazarımız Joe Eszterhas’ın güçlü bir mizah duygusuna sahip olduğunu gösteriyor. Basic Instinct, ilk yarıdaki mizah dolgusu ve olağan polisiye örgüsüyle ortalama seyrini, ikinci yarıda hikayesini derinleştirmesi, çetrefilli bir hale sokması ve nasıl bir sona bağlanacağını kestiremediğimiz yapısıyla, seyircinin her anından zevk alacağı bir filme dönüşüyor. Ve tabi iyi bir gerilim filminin özelliklerini de taşıyor.  Cüretkar sahneler ise pastanın üstündeki çilek işlevi görüyor. ‘Çilek’ mevzunu biraz açarsak, çileğin pastaya kattığı tatla beraber görünümünü de değiştirdiğini, dolayısıyla bu sahnelerin de polisiye filme farklı bir ambalajla birlikte, tat kattığını söyleyebiliriz. Madalyonun diğer yüzüne baktığımızda ise aşırıya kaçan erotizmin dünya çapında bir popülerlik getirirken, seyircinin gözünde filmi ‘ucuzlaştırdığını’ görürüz.

Çift katmanlı saygı duruşu

Paul Verhoeven’ın asansördeki cinayet sahnesinde çift katmanlı bir saygı duruşunda bulunduğunu atlamamak lazım. Brian De Palma, Dressed To Kill’in asansördeki cinayet sahnesinde Hitchcock’un Psycho’suna -duş sahnesine- açık bir gönderme yapmıştı. Verhoeven da Basic Instinct’deki sahneyle iki filme birden saygı duruşunda bulunuyor.

Sınır tanımayan bir oyuncu: Sharon Stone

Film, başarısını büyük ölçüde Sharon Stone’a ve Catherine Tramell karakterine borçlu. Sharon Stone; soyunacak, sevişecek, buz kıracağını eline alıp öldürecek, soğukkanlılığını kaybetmeyip, bizi bir ‘femme fatale’ olduğuna inandıracak. Stone, oyunculuğundan ziyade vücudunu cömertçe sergileyip, zeki, seksi ve tehlikeli Catherine Tramell’a hayat verirken, kendini tamamen yönetmenin ellerine bırakıyor. Catherine Tramell’in sorgu sahnesinin filmin de önüne geçmesinin sebebi malum ancak, işin oraya gelmesinin altında Stone’un rahatlığı ve Verhoeven’ın özgüveni yatıyor. Stone’un bu kadar ileri gidebilmesi ona starlığın yolunu açtı. otuz üç yıl sonra geriye dönüp baktığımızda bunun bir ‘cast’ başarısı olduğunu söyleyebiliyoruz. Hem karakterlerin doğru oyuncularda vücut bulması hem de oyuncuların birbirleriyle olan kimyası açısından…

23 Ocak 2025

Bir Zamanlar Sinema Öneriyor: #76 Elephant

Amerikan bağımsız sinemasının gözde isimlerinden Gus Van Sant; Mala Noche, My Own Private Idaho gibi başarılı olmuş bağımsız filmlerin ardından ana akıma yakın duran To Die For, Good Will Hunting gibi genel seyirci kitlesinin memnuniyetini kazanan filmler üretmiş bir sinemacı. Sant, 2000'li yıllarda Gerry, Elephant, Last Days üçlemesiyle ondan beklenen tarzda filmlerle kariyerini sürdürdü. 2003'te ona Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ve En İyi Yönetmen ödüllerini kazandıran filmi Elephant (Fil), bizi sıradan bir gün geçiren herhangi bir Amerikan Lisesine götürüyor. Amerika'da sıklıkla yaşanan okul katliamlarını mercek altına alan yapım, cevaplardan çok sorularla ilgileniyor ve olayı gerçekçi bir şekilde sunuyor.

80 dakikalık filmin ilk yarısı boyunca sırdan bir okul gününde öğrenciler arasında geziniyoruz. Öğrencilerin sorunları, günlük sohbetleri, dedikoduları bir amaca hizmet etmeden veriliyor, sadece gözlem yapılıyor. Filmde katliam başlamadan önceki tüm detaylar önemsiz birer ayrıntıdan öteye gidemiyor. Telaşsız, minimal bir anlatım yeğleyen Van Sant, tüm karakterlerle aramıza mesafe koymuş.Karakterler olabildiğince soğuk. Bunun sebebi seyircinin katliam yapan veya katliama maruz kalan gençlerle özdeşleşme yaşamamasının istenmesi sanırım. Teknik olarak da ilginç özellikleri -aynı sahnenin farklı açılardan tekrarlanması gibi- olan Elephant, deneysel bir çalışma denebilir.

İki ergen: Alex ve Eric'in psikolojisini, onları katil olmaya iten sebepleri bilmiyoruz ancak olay öncesinde gençlerin odalarında, biz seyircilere tanıtıldıkları bölümde bazı ipuçlarını yakalamak mümkün. Odalarında vakit öldüren Eric ve Alex'ten Alex, piyano çalarak -Hannibal Lecter gibi sanata düşkün bir kişilik olarak çizilmiş- büyük güne hazırlanırken Eric, bir bilgisayar oyununda insan öldürüyor. Sanki antrenman yapıyor. Gençler yaşayacakları deneyime farklı şekillerde hazırlanıyorlar. Televizyonda Hitler belgeseli izlemeleri de Nazi sempatizanı olabilecekleri izlenimini vermekle birlikte motivasyonlarının kaynağı olarak da yorumlanabilir. Ama bu, gençlerin öldürme eylemine sağlıklı değil sakıncalı bir açıklama getirebilir sadece. Gus Van Sant'ın üzerinde durduğu bir diğer mevzu ise silahlanma, silaha erişimin marketten sakız almak kadar kolay olması. Alex ve Eric, internetten ağır silah sipariş ediyorlar ve ertesi gün silah kargoyla ellerine ulaşıyor. Amerika gerçekten özgürlükler ülkesiymiş demeden geçemiyorum (!) Yasaların silahlanmaya tanıdığı serbestlik ve hükümetlerin silahlanmayı önleyici tedbirler almaması eleştiriliyor. Silah alabilmenin bu kadar kolay olduğu sürece bu ve benzeri olayların ardı arkası kesilmeyeceği vurgulanıyor.

Elephant, o bildiğimiz-alışık olduğumuz katliam filmlerinden biri değil. Açılış ve kapanıştaki mavi gökyüzü ve anlamsız bir levha görüntüsü bunu açıkça belli ediyor. Van Sant'ın şiddete yaklaşımı ezber bozan cinsten. Şiddet en duru haliyle resmedilmiş. Katillere kızamıyor, kurbanlara üzülemiyoruz. Neler olup bittiği, doğru ve yanlışlar seyircinin bakış açısına bırakılıyor. Son kertede Van Sant, hedefine ulaşıyor. Gerçek bir olaydan esinlenip, kurgusal ama sonuna kadar gerçekçi bir günümüz 'sorunlu' Amerikan gençliği portresi çiziyor bunu yaparken de evrenselliği yakalıyor.

17 Ocak 2025

Akira Kurosawa Biyografik Filmi Nasıl Olmalı


Japonya’nın dünya sinemasına en büyük armağanı olan usta sinemacı Akira Kurosawa; eğer yönetmenlerin hayatlarının beyazperdeye aktarılmasından bahsediyorsak, adını ilk anmamız gereken isimlerin başında geliyor. Şimdi zorluklarla geçen hayatını, uzun ve bir o kadar başarılı kariyerini göz önünde tutarak, “bir Akira Kurosawa biyografisi nasıl olmalı?” sorusuna cevap arayacağız.

Kurbağa Yağı Satıcısı

Akira Kurosawa’nın 70 yaşında kaleme aldığı otobiyografik eseri Kurbağa Yağı Satıcısı, yönetmenin çocukluğu, aile bireyleriyle ilişkileri, özel yaşamı, çektiği sıkıntılar ve kariyeriyle ilgili o kadar çok bilgi veriyor ki, filminizi doğrudan bu otobiyografik kitaptan uyarlayabilirsiniz. Ya da Kurbağa Yağı Satıcısı’nı her zaman başvurabileceğiniz bir yardımcı kaynak olarak kullanabilirsiniz. Uyarlamaya giriştiğiniz takdirde yapacağınız en mantıklı şey, filminizi Kurosawa’nın kitabını yazarken açmak olacaktır. Kurosawa yazar, biz de ilk anısından başlayarak hayat hikayesini izlemeye başlarız. Aralıklarla başlangıç noktamıza döner, yönetmenin hangi ruh hali içinde olduğunu görürüz. Onu, bu otobiyografiyi yazmaya iten neydi? Bu soruya kendi ağzından dökülen sözcüklerle cevap vermek gerekir: “İnsanlar benim kim olduğumu öğrenmek istiyorlarsa, onlar için bir şeyler yazmak benim görevim olmalıydı.” Kitapta çocukluk döneminden, hatırlamaya ve anlatmaya değer gördüğü her detayı yazan yönetmenin babası ve abisiyle olan ilişkisine daha fazla değindiğini ve her ikisinin de kariyeri üzerinde etkili olduğunu anlıyoruz. Kitap, olası bir biyografi için gerçekten tam bir hazine değerinde. Dolayısıyla özenli bir uyarlamayla filmi izlerken sanki yönetmenin kendi hayatını kendi anlattığı izlenimine kapılmak işten bile değil.

Akira Kurosawa ve sinema yolculuğu

Kurosawa, çocukluk döneminde sinemaya olan ilgisinin, yönetmen olmasıyla alakasının olmadığını söylüyor. Zaten çocukluk ve ilk gençlik yıllarında daha çok komedi sevdiğini belirtiyor. Sıkıntılarla boğuştuğu bir dönemde anlaşılır bir durum elbette. Buradan varacağımız nokta sinemasını şekillendiren birebir yaşadıkları olduğudur. Filminizde Kurosawa’nın yönetmenliğe başlama hikayesine yer verilmeli. Genç Kurosawa’nın, bir film stüdyosunun yönetmen yardımcıları aranıyor başlıklı gazete ilanına başvurmasına, bir hayli ilginç mülakat sürecine ve bununla birlikte ressam oluşunun yönetmenlikte kendisine ne gibi avantajlar sağladığına değinilebilir. Kurosawa’nın yönetmenlikle ilgili düşüncelerinden birkaçına otobiyografisini yazarken, kendi ağzından duysak hiç fena olmazdı:

Yönetmenin ilk çalışmaları çok da önemli olmadığından, kendisine uluslararası başarı getiren ve adını dünyaya duyuran Rashomon’a ayrı bir parantez açılabilir. Özellikle de kariyerinde altın yıllarını yaşadığı 50’li yıllar üzerinde durulabilir. Seven Samurai, Ikiru, The Hidden Fortress ve Throne of Blood gibi filmlerinin çekim süreçlerinde neler yaşadığı, kazandığı ödüllerin nasıl bir motivasyon sağladığını bir Kurosawa hayranı olarak şahsen ben filmde görmek isterdim. Yönetmenin William Shakespeare hayranlığına Ran üzerinden bakılabilir. Hatta genel olarak yaptığı uyarlamaları düşünürsek edebiyat ile ilişkisi mercek altına alınabilir diye düşünüyorum. Son olarak, 2. Dünya Savaşı’nın, sineması üzerindeki etkilerinin atlanmaması gereken detaylardan biri olduğunu söyleyeyim.

Akira Kurosawa biyografisi; daha önce bahsettiğimiz gibi Kurosawa’nın Kurbağa Yağı Satıcısı’nı yazdığı noktadan başlayacaksa, filmde şimdiki zaman 1970 olmak zorunda. Bu da sizi biraz sınırlayacaktır. Yönetmenin o tarihten sonra çektiği Dersu Uzala, Kagemusha, Ran gibi başyapıtlarının adını dahi telaffuz edemezsiniz. Ülkesinde batıcı olmakla suçlanan ve çoğunlukla filmlerini maddi sıkıntılar içinde çekmek durumunda kalan Kurosawa Hollywood’a yöneldi. Tora Tora Tora adlı savaş filminin yönetmen koltuğuna oturdu ancak çeşitli anlaşmazlıklar sebebiyle filmin başka bir yönetmene teslim edilmesiyle üzüntü içinde ülkesine döndü ve ilk renkli filmi Dodes’kaden’ı çekti. Ne var ki film hiç beğenilmedi. Bu durumun yönetmeni intiharın eşiğine getirdiği söylenir. Kurosawa oldukça duygusal, hassas bir insandı. Yönettiği bir filmin başarısız olmasının onu intihara sürüklemesin altında tam olarak ne yatıyordu bilemiyorum ama sinema sevgisi ve bir daha film çekememe kaygısı olduğunu varsayabiliriz. Sonuçta “Beni alın, sinemayı çıkarın, sonuç sıfır olacaktır.” diyebilen bir insandan söz ediyoruz.

Kim yönetir?

Sinema tarihinin büyük ustalarından Akira Kurosawa’yı anlatan bir filmin mutlaka çekilmesi ve projeyi de mutlaka kendi milletinden bir yönetmenin hayata geçirmesi gerektiği kanısındayım. Bilhassa da Kurosawa filmleriyle büyümüş bir yeni nesil Japon yönetmenlerden biri olmalı. Alacakaranlık Samurayı gibi başarılı samuray filmlerine imza atan Yoji Yamada olabilir. Kurosawa’dan etkilenen isimlerden biri olduğunu anlamak güç değil. Aklıma gelen bir diğer yönetmen ise Hirokazu Koreeda. Son 10 yıl içinde Bitmeyen Yürüyüş, Benim Babam Benim Oğlum gibi akılda kalan dramalar çekti. İsabetli bir seçim olacaktır. Pek tarzı olmasa da Takeshi Kitano da düşünebilir. Bebekler ve Zatoichi gibi filmleri neden olmasın diye düşünmemi sağladı diyebilirim.

11 Ocak 2025

Planet of the Apes Filmleri (Klasik Seri)

Çok uzak bir gelecekte, maymunların hüküm sürdüğü post apokaliptik bir dünya tablosu çizen Pierre Boulle fantezisi ‘Le Planete des singes’, 1968’de Franklin J. Schaffner yönetmenliğinde yolu sinemayla kesişen romanlar kervanına katılıyor ve gişe başarısıyla türün makus talihini değiştiren, yeni uyarlamaların önünü açan filmlerin başını çekiyordu. 70’li yılların ilk yarısında gelen dört devam filmiyle zamanda yolculuğa çıkarak, evrim teorisine kendi penceresinden bakış atan, yeni sorular sorup, cevaplarının peşine takılan Planet of the Apes (Maymunlar Cehennemi) serüveni, 2001’de tatsız bir yeniden çevrimin ardından sinemadaki yolculuğuna prequel üçlemesiyle devam etmişti. Son olarak geçtiğimiz yıl, Kingdom of the Planet of the Apes ile yeni bir üçlemeye start verildi. Hikayenin potansiyelini değerlendirememiş olsa da serinin devam ediyor olması sevindirici.

Planet of the Apes (1968)

Üç astronot bilmedikleri bir gezegene düşer ve yaşam formu ararken insanlar gibi avlanan maymunlara esir düşer ve hayatta kalan ana karakterimizin bu dünyayı keşif yolculuğu başlar. Filmin sonunda yapılan sürprizle sert bir toplum eleştirisine soyunuyor ve Planet of the Apes bir klasiğe dönüşüyordu. Planet of the Apes'te günümüzden çok çok uzak bir gelecekte insanlar ve maymunların geçirdiği evrim işleniyordu. Maymunların evrimi ileriye doğru giderken; maymunlar, düşünebilen, konuşabilen uygar bir toplum olmuştur. İnsanların evrimi ise geriye doğru işlemiş ve insan hayvandan farkı olmayan bir yaratığa dönüşmüştür. Film, evrim teorisinden yola çıkarak kendi gerçekliğini yaratıyor, evrim teorisini ters-yüz ediyordu. Planet of the Apes'in dünyasında maymunlar, insandan evrimleşerek üstün ırk olduklarına inanıyorlardı.  Film, insan ve hayvanın rollerini değiştirerek, bugünün dünyasına eleştirel bir bakış atıp, çukur ayna misali dünyamıza tersten bakmamızı sağlıyordu. Yönetmen Franklin J. Schaffner filmi hikayenin düşünsel alt yapısını yansıtabilmesi, sinematografisi ve dönemi için başarılı makyaj çalışmasıyla parlıyor, insanoğlunun geleceğine dair kapkara bir tablo çizerek, 70’li yıllarda post apokaliptik bilimkurguların canlanmasında önemli bir rol üstleniyordu.

Beneath the Planet of the Apes (1970)

Büyük başarı yakalayan Planet of the Apes'in ilk devam filmi olan Beneath the Planet of the Apes (Maymunlar Cehennemine Dönüş), hikayeyi kaldığı noktadan devam ettiriyor. Taylor’ı arayan başka bir astronot Brent, benzer şekilde cehenneme dönmüş dünyaya düşüyor ve önce maymunların geçirdiği evrime şahit oluyor sonra da kendi dünyasında olduğunu keşfediyor. İkinci filmde yasaklı bölgeyi keşfe çıkıyoruz aslında. Bu keşif sırasında tünellerde yaşayan telepatik vb. güçleri olan bir grup insana rastlıyoruz. İnsanoğlunun bir bölümünün evrimi geriye doğru işlediğini biliyorduk. Bu filmde bir grubun tıpkı maymunlar gibi evrimlerini sürdürdüklerini ve ancak ellerine geçirdikleri bir atom bombasına tapan çılgınlara döndüklerini görüyoruz. Planet of the Apes, post apokaliptik bir bilimkurgu iken Beneath the Planet of the Apes, düpedüz bir kıyamet filmi. Bundan sonra yapılmış ve yapılacağını varsayacağımız tüm filmler bu filmin öncesini anlatmak zorunda diyebiliriz. Yönetmenliğini Ted Post’un yaptığı film, ilk filmin felsefi derinliğini yakalayamasa da estetiğini korumayı başarıyor.

Escape from Planet of the Apes (1971)

Escape from Planet of the Apes, serinin bir önceki filminde kıyamet koparılınca serinin ileri gitme olasılığı kalmadığından iki bin yıl öncesine dönüyoruz. Taylor’ın uzay gemisiyle kıyametten kaçmayı başaran üç maymun günümüze ulaşır. Yönetmen koltuğunda bu kez Don Taylor’ın oturduğu, Escape from Planet of the Apes, ilk filmin kurallarını tersine çevirip uyguluyor. Maymunların hüküm sürdüğü bir dünyanın astronotlar üzerinde yarattığı şok; konuşabilen, medeni maymunların bugünün dünyasında benzer bir etki yaratması ve insanoğlunun kendi kötücül geleceğini öğrenip duruma müdahale etmesi işleniyor bu filmde.  Geleceğimizi değiştirebilir miyiz? sorusunun peşine takılan  Escape from Planet of the Apes, kaçınılmaz olanın gerçekleşeceği vurgulanıyor. Sıra dışı olayın toplum nezdinde nasıl karşılandığı da masaya yatırılıyor. 

Conquest of the Plane of the Apes (1972)

Geleceğimizden gelen Zira ve Cornelius’un bebekleri Ceaser, önce evrimi ardından da devrimi başlatıyor.. 2011 yapımı Rise of the Plane of the Apes’ten bahsetmiyorum. Yeni bir seri başlatmak için yola çıkıldığında Conquest of the Plane of the Apes temel alınmış. Önceki filmin 20 yıl sonrasında, 1991 yılının Amerika’sındayız. Maymunların evcil hayvan olarak kullanılmaya başlaması, bunun köleliğe evrilmesi ve evrim basamağını atlamış, konuşabilen tek maymun Ceaser’ın ülkede uygulanan totoliter rejime karşı maymunları örgütleyerek başlattığı isyan konu ediliyor bu filmde. Devrimin fitilinin ateşlenmesiyle de insanoğlunun sonunu getirecek olan olaylar dizisi başlamış oluyor. J. Lee Thompson’ın yönetmenliğini üstlendiği film, kölelik kavramına ve sert rejimlere bir eleştiri getiriyor.

Battle for the Planet of the Apes (1973)

Battle for the Planet of the Apes (Maymunlar Cehenneminde Savaş)’te maymun devriminden sonra insanlar ve maymunlar arasında bir savaş patlak vermiş ve nükleer silahların da kullanılmasıyla bazı bölgeler yaşanmaz hale gelmiştir. Ceaser önderliğinde göç eden maymunlar, artık insanlarla birlikte yaşamaktadır.. Ancak barış yılları çok da uzun sürmeyecektir. Serinin bu son filmiyle birlikte maymun-insan savaşının yanında kendi türleriyle de bir savaş verecektir maymunlar. Gorillerin kendilerini üstün ırk olarak görmeleri ve gücü-yönetimi ele geçirmek istemeleri, “maymun maymunu asla öldürmez” yasasının çiğnenmesine kadar gidecektir. Maymunların, öldürme ve ırkçılıkla karşı karşıya kalarak kendilerini üstün gördükleri insanlara benzemeleri, filmin en can alıcı noktaları diyebiliriz. Post apokaliptik dünyasını başarıyla görselleştiren Battle for the Planet of the Apes, parlak bir film olmasa da seriye iyi bir şekilde nokta koymasını biliyor.

4 Ocak 2025

Edebiyattan Sinemaya: #4 Bir Uyarlama Olarak Children of Men


Polisiye romanlarıyla tanınan P. D. James'in, bilimkurguya yöneldiği 1992 çıkışlı romanı İnsanlığın Çocukları, ilginç bir şekilde yazarın en önemli eseri olmayı başarmıştı. Bu başarıda şüphesiz ki, Alfonso Cuaron'un kısa sürede günümüzün klasiklerinden birine dönüşen Children of Men uyarlamasının etkisi de vardı. Edebiyattan Sinemaya yazı dizimin bu bölümünde, 2000'ler bilimkurgu sinemasına damga vuran bu özgün distopya uyarlamasını karşılaştırmalı olarak inceledim.

Romanın ve filmin distopik dünyasına bakış

P. D. James, kitabını Omega ve Alfa olmak üzere iki ana bölüme ayırmış. 1995'te son doğan nesile Omegalar deniyor. 25 yıl sonra ilk bebeğin doğacağı yılı ise Afa olarak adlandırıyor yazar. Romanda kısırlığın toplumda nasıl bir umutsuzluk ve kaos yarattığını öğreniyor, ölüm kültlerine ve iyiden iyiye artan yaşlı intiharlarına tanık oluyoruz. Yaşlılar intihara meylederken, gençler vahşileşiyor. Devlet destekli porno dükkanları ve zorunlu sperm testleri, toplumda pek hoş karşılanmayan uygulamalar olarak görülüyor. İngiltere Muhafızı olarak adlandırılan Başkan Xan Lyppiatt'ın baskıcı yönetimi ise halkın güvenini tamamen kaybetmesine neden olmuş. Filme gelirsek, Cuaron'un hikayeye daha sert girdiğini söylememiz gerekiyor. Sokaklardaki patlamalar bunun en bariz örneği. Romandaki isyancı grup daha mütevazıydı ve bombalama eylemlerine pek girişmiyordu. Cuaron, 2027'nin Londra'sını oldukça kirli ve kasvetli resmetmiş. Yaşlı intiharları veya az önce bahsettiğim diğer uygulamaları filmde göremiyoruz. Curaon, bunun yerine hikayenin merkezine hükümetin göçmen ve mülteci politikalarını yerleştirmiş. Filmin bütününü etkileyen bu tercihlerin sebepleri üzerinde durmamız gerekiyor. Öncelikle bu bir yakın gelecek bilimkurgusu ve Cuaron'un kafasında gerçekçi bir bilimkurgu çekme düşüncesi var. Gerçekçi bilimkurgunun dünyasını oluşturabilmek için de bugünün dünyasında halihazırda yaşanmakta olan toplumsal bir sorunu odağına almak istemiş. Diğer yandan kitapta da gördüğümüz otoriter yönetimin karşısına anarşist grupları koymanın, politik açıdan yetersiz kalacağını düşünmüş olabilir. Daha fazla kaos istemiş Cuaron, başkanın rolünü minimize ederken, askerler ve çatışmalar öne çıkarılmış. Cuaron'un dünyasında dünya ve toplumlar birer birer çöküyor. İnsanlık paranoya ve korkudan başka bir şey bilmeyen bir canlı türüne dönüşmeye başlıyor. Romanın en güçlü yönü incelikle ördüğü distopik dünyası ve o dünyaya ilişkin tespitleri. Bütün bu kaosu daha iyi anlatan; "İnsan geçmişini bilmeden yaşarsa küçülür, bir gelecek ümidi olmadan da canavara dönüşür." gibi üzerinde durulası cümleleri var.

Hikaye akışlarındaki temek farklılıklar

Roman gibi film de dünyanın en genç insanının ölümü ve bu ölümün toplum üzerindeki etkisiyle açılıyor. P. D. James, ana karakterimiz Theo'ya trajik bir geçmiş yazmış. Theo, küçük kızının ölümüne sebep olur ve eşi Helena ile ilişkisini daha fazla sürdüremez. Filmde Fish adı verilen terörist grubun lideri olan Julian, Theo'nun eski eşidir. Romanda ise eşi Helena idi. Yine romanda Julian'ın o grubun bir üyesidir. Esas farklılık hamile olan kadının Julian olması. Burada Cuaron temel bir değişikliğe gitmiş. Hamile olan kadını Afrikalı bir mülteci yapmış. Cuaron'un hükümetin mülteci politikalarından nereye varmak istediğini şimdi daha iyi anlayacağız. Romanda Julian'ın kendisini ve bebeğini hükümetin ellerine teslim etmeme gerekçeleri doğumda yakınlarının ölümünden sorumlu tuttuğu İngiltere Başkanının orada bulunmasını istememesi ve çocuğunun özgürlüğünün elinden alınacağına inanması veya bunu bilmesidir. Doğumunu kendi başına yapmakta direterek, kendini ve çocuğunun hayatını riske etmektedir. Dolayısıyla insanlığın geleceğini tehlikeye atmaktadır. Julian'ın mazeretlerinin kabul edilebilir ama çok inandırıcı olduğunu söyleyemeyiz. Cuaron'un, karakterlerimizin kaçışını gerçekçi bir zemine çekmek istediğini anlıyoruz. Hamile Kee, bir mülteci olduğundan doğumdan sonra bebeğinin elinden alınıp soylu birinin çocuğuymuş gibi göstereceklerinden emin. Zira mültecilere sanki birer hamamböceğiymiş gibi davranılıyordur. Romanda, Theo ve Julian'ın beş kişiden oluşan muhalif grubunun ormanlık alanda güvenli bir yer arayışı ve Omegaların saldırısına maruz kaldıklarını görüyoruz. Çocuğun babası grup içindekilerden Luke'tur ve bu saldırıda öldürülür. Filmde ise Kee, çocuğun babasının kim olduğunu bilmez. Romanda erkek doğarken, filmde insanlığın umudu bir kızdır. Romanda doğum kitabın sonunda gerçekleşirken, Cuaron'un bunu öne çektiğini görüyoruz. Çünkü bebeği o kaosun ve çatışmanın ortasında bırakıp hakiki bir gerilim yaratmak istemiş. Bununla birlikte bebeğin insanlar ve askerler tarafından fark edildiği anları uhrevi bir müzikle destekleyip, oldukça etkileyici sinemasal anlar yaratabilmiş. Roman umutlu bir sonla bitmişti. Hatta bebekle birlikte dünyanın değişeceğine, düzeleceğine vurgu yapılıyordu. Cuaron ise umutlu ama belirsizliklerle dolu bir son çekmiş. Daha dokunaklı ve inandırıcı olmayı da başarmış ama daha çok karakterlerimizin yolculuklarıyla ilgilendiği için dünyanın geleceğine dair bir şey söylemek istememiş.

Bir klasiğin yaratılışı

Kaynak metne baktığımızda, Cuaron'un elinde özgün bir distopya olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Sadık bir uyarlamaya girişse dahi, Children of Men yine önemli bir film olurdu muhtemelen. Ancak Cuaron elindeki metinle yetinmeyip, onu olabildiğince ileri taşıyabilecek akılcı fikirlerle geliştirme yoluna gitmiş. İnsanlığın kısırlaşması sonrasında devletlerin, bilhassa da İngiltere'nin otoriterleşme ve hükümetin toplumu kontrol altında tutma politikasını, göçmen ve mülteci politikası üzerinden kitapta olduğundan daha berrak bir biçimde anlatabilmiş film. Cuaron, sokakta yürümenin dahi tehlikeli olduğu, anarşiyi ve baskıyı hissedebildiğimiz bir distopyayı incelikle oluşturmuş. P. D. James'in, Joseph Campell'in Kahramanın Sonsuz Yolculuğu kitabında anlattığı ve üç ana bölüme ayırdığı kahramanın yolculuğu modelinin uyguladığını görüyoruz. Cuaron'un ise bu modelin ilk iki bölümünü kusursuzca uyguladığını söyleyebilirim. Bu modele göre kahramanın yolculuğu yola çıkış, erginlenme ve dönüşten oluşur. Cuaron, dramatik etkiyi arttırmak için Theo'nun misyonunu tamamlamasını uygun görmüştür. Sonuçta Theo hikayenin kahramanlarından biri olsa da, varlığı amacıyla anlam kazanıyordu. Seyirciyi ilgilendiren onun değil, anne ve özellikle de kızının yolculuğudur diyebiliriz. Romanda hamile kadının yanında son kalan kişi Theo'dur ama anlarız ki, onun yolculuğu kitabı noktaladığımızda da devam edecektir. Cuaron, bu fikri pek tutmamış. Theo, Kee ve bebeği çok daha zorlu bir yolculuk beklemektedir. Çatışmanın ve gerilimin doruk noktasına ulaştığı uzun mülteci kampı bölümü, kazanılacak zaferi daha anlamlı kılmıştır. Görüldüğü gibi Cuaron'un eklediği sahneler, yaptığı değişiklikler ve bütün tercihleri Children of Men'i, romanın ötesine taşıyarak, bilimkurgu sinemasına bir klasik kazandırmıştır. Emmanuel Lubezki'nin soğuk renkleri, kirli Londra tasviri, son derece gerçekçi bir Londra canlandırabilmesiyle sinemanın görselliğinin nimetlerinden çokça yararlanılmış. Hikayeyi basitleştirse de yaptığı değişikliklerle etki gücünü arttırabilmesi de tamamen Cuaron'un mahareti.