30 Kasım 2011

2000'li yılların en iyi 10 filmi

2000'li yılların en iyilerini seçmek 1970'lerin veya 80'lerinkine oranla çok daha zor. Sebebi bugünün başyapıtlarının birbirine daha yakın durması elbette. (Aynı durum 90'lı yılların filmlerinde de var) Listede iki animasyonun olması da türün bu dönemde en parlak yıllarını yaşıyor olmasından kaynaklanıyor. Sayısız  film arasından 10 filmi belirlerken liste dışında kalan ve bu listeye girmeyi hak ettiğini düşündüğüm başyapıtlardan bazılarını da paylaşmak istiyorum. Oldboy, Eternal Sunshine of the Spotless Mind, Big Fish, Star Wars III: Revenge of the Sith, Big Fish, The Lord of the Ring: Fellowship of the Ring, Pan's Labryinth, The Dark Knight, In The Mood For Love, 21 Grams, The Return, ve çok daha fazlası. 


 2000'li yılların en iyi 10 filmi

1- Mulholland Drive, David Lynch (2001)

2- Requiem For A Dream, Darren Aronofky (2000)

3- The Fountain, Darren Aronofsky (2006)

4-  Kill Bill Vol 1-Vol 2 Quentin Tarantino (2003-2004)

5- Memento, Christopher Nolan (2000)

6- Lord of the Rings: Return of the King, Peter Jackson (2003)

7- There Will Be Blood, Paul Thomas Anderson (2007)

8- Spring, Summer, Fall, Winter... and Spring (2003)

9- The Man Who Wasn't there, Coen Brothers (2001)

10- Spirited Away, Hayao Miyazaki (2001)

Perfume: The Story of a Murderer


Patrick Süskind'in 1985'te yayımlanan ve kısa sürede 45 dile çevrilip 15 milyon satan romanı Perfume'e yıllardır sinemaya uyarlaması imkansız olduğu düşüncesiyle bakıldı. Gerçekten öyle miydi? Bunu öğrenmenin tek yolu cesur bir sinemacının elini taşın altına koymasıydı. O isim de son dönem Alman sinemasının Run Lola Run ile ışıl ışıl parlayan yönetmeni Tom Tykwer oldu. Romanı Perfume: The Story of a Murderer (Koku: Bir Katilin Hikâyesi) adıyla beyazperde için yeniden yaratan yönetmen, bu sıra dışı tanımlamasını sonuna kadar hak eden edebi yönü güçlü eserden, görselliğinin yanı sıra hikâyenin ruhunu da taşıma iddiasında bir film çıkarmasını bildi. Gösterime girdiği yıl tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de büyük beğeni toplayan filmi özel kılan nedir bir bakalım.

Kokunun dayanılmaz cazibesi

Kokulara karşı inanılmaz bir duyarlılığı olan Jean-Baptiste Grenouille’in hikâyesini doğumundan itibaren kronolojik olarak anlatmaya başlayan film, farklı olanın dışlanması, yetenekli ve özel olanın ulvi bir amaca yürümesine iyi bir örnek teşkil ediyor. Sinema daha önce böyle bir film görmedi. Görsel karşılığı olmadığı için kokular sinemanın pek yüz vermediği bir duyu olageldi bugüne dek. Suskind’in eserinin uyarlanamayacağının düşünülmesi de bundan. Görsel karşılığı olmayan bir şeyi nasıl görünür ve hissedilebilir kılabilirsiniz? İşte Tykwer ve görüntü yönetmenimiz bu sorunun cevabını bulmuşlar. Kokuları bazen yakın çekimlerle, bazen kamerayı doğada hızlıca gezdirerek, farklı kamera açılarıyla vererek bazen de tanımlamaya çalışarak bizim de o kokuyu hissetmemizi sağlayacak şekilde görselleştiriyor Tykwer.

Eksantrik bir seri katil hikâyesi

Filmin ilk yarısı karakterimizin büyüyüp serpilmesi ve kendini keşfetmesiyle ilgili. İkinci yarıda amacını bulması ve bu amaca hangi yoldan ulaşabileceğine karar vermesiyle karakterimizle birlikte film de tamamen değişiyor. Tüm kokuları bilen ve tanımlayabilen Grenouille, kendi kokusu olmadığını fark ediyor ve toplum içinde her birey gibi var olabilmek için yeteneğine güveniyor. Film bu noktadan sonra Grenouille’in kendi kokusunu yaratmak için genç ve güzel kadınları bir bir öldürmesi ve kadınlardan yağ çıkararak arzuladığı kokuyu yaratabilmek için gözünü karartan bir caniye dönüşmesi biçiminde devam ediyor. Grenouille’in öldürdüğü kadınların sokaklarda bulunmasıyla başlayan panik ve korku, 18. yüzyılın Fransa’sında görülmemiş bir seri katil hikâyesine uzanmamızı sağlıyor. Perfume’ü eksantrik bir seri katil hikayesi yapan unsur karakterimizin amacı şüphesiz. The Silince of the Lambs’da Buffalo Bill, kaçırdığı genç kızların derilerini yüzerek kendisine bir giysi dikmeye çalışıyor. Giysisini diktiğinde hep arzuladığı gibi kadına dönüşeceğine inanıyor. Grenouille’in durumunu Buffalo Bill’e benzetebiliriz. Her şeyi toplum içinde kabul görebilmek ve kimliğini bulabilmek için yapıyor. 

Sinemanın büyüsünü hissettiriyor

Grenouille’in yaptığı parfümü, idamını bekleyen kalabalığın üzerine serpiştirdiği anda halkın ve şehrin ileri gelenlerinin kendinden geçmesi, bu dünyaya, kendilerine ait tüm kuralları, dogmaları unutarak aşkla ve şehvetle birlikte oldukları sahne sinemanın büyüsünü derinden hissettirecek kadar güçlü. Bir kokunun insanoğlu üzerinde böylesine bir etki gösterebilmesini, onun beş duyumuzla algıladığımız dünyaya ait olmamasıyla açıklayabiliriz. Maddi dünyada maneviyatını unutan insan, cennetlik kokuyu algıladığında hırslarını, egosunu, açgözlülüğünü, kibrini ve daha birçok kötü özelliğinden sıyrılıyor. Uhrevi olanla karşılaşan insan acizliğinin farkına varıyor. Bu farkındalığı tüm filmde olduğu gibi inanılmaz bir görsellik ve anlatımla veren Tykwer, eşsiz bir sahneye imza atıyor.

29 Kasım 2011

Pan's Labyrinth


Meksikalı yönetmen Guillermo Del Toro, altıncı uzun metrajı Pan'ın Labirenti ile bir anda adını a sınıfı yönetmenler arasına yazdırmayı başardı. Daha çok Blade II ve Hellboy'un yönetmeni olarak tanınan Del Toro'nun adını duyduğumuzda aklımıza ilk gelen filmi Pan'ın Labirenti artık. 1944 yılında iç savaşın hüküm sürdüğü İspanya'dayız. Ofelia, sancılı bir hamilelik dönemi geçiren annesi Carmen ile acımasız üvey babası yüzbaşı Vidal'ın görev yaptığı yeni evlerine (Aynı zamanda bir tür karargah) taşınır. Ofelia, çok geçmeden evlerinin yakınında bir ağacın kovuğundan girilen büyük bir labirent keşfeder. Burda labirentin bekçisi Pan ile tanışır. Pan, Ofelia'nın yeraltı dünyasının prensesi olduğunu söyler ve bunun gerçek olabilmesi için de ona bazı görevler verir.

Fantezi ve dramın dört dörtlük bir bileşimini sunuyor Pan'ın Labirenti. İzlememiş olanlar için belirtmekte fayda var. Filmin fantastiği ne Harry Potter'a ne de Yüzüklerin Efendisi serisine benziyor. Bu tarz bir film beklentisiyle izlenmemeli. Ayrıca bahsettiğimiz filmlerle aynı kategoriye dahil edilemeyecek bir film Pan'ın Labirenti. Del Toro'nun yeraltı alemi ve başta Pan olmak üzere bütün yaratıkları sınırsız bir hayal gücünün ürünü. Del Toro'nun da dediği gibi bu, kendine özgü bir yapısı ve kuralları olan bir film. Küçük bir kız çocuğunun gözünden izlediğimiz karanlık bir masal.

Fantastikten bahsederken filmin asıl meselesi olan dramatik yapısı ve ele aldığı dönem atlanmamalı. Zira film, İspanya'nın faşist rejim altında ezildiği dönemi fon alıyor. Aslında fon almakla da kalmıyor bunu filmin ana iskeleti yapıyor. Del Toro, bir yandan masalsı bir alemi resmederken diğer yandan iç savaşın sert yüzünü olabildiğince gerçekçi ve yer yer kanlı ve sert sahnelerle ustaca betimliyor.

12 yaşında  bir kız çocuğunun sevgi ve şefkate en çok ihtiyaç duyduğu dönemde kan, şiddet ve nefretle sarmalandığı bir ortamda kaçışı masallarda bulması zaman zaman fark etmesek de hepimizin başvurduğu bir yöntem. En basiti günlük hayatın derdinden, tasasından bir müddet uzaklaşmak için sinemaya gitmek ve kendinizi sinemanın gerçekliğinden soyutlayıp izlediğiniz hikayenin bir parçası gibi hissetmek. Bunu yapmanın en iyi yolu da fantastik öyküler elbette.

Fantastik filmleri çocukça bulan kitleyi bile avucunun içine alabilecek türü sevenlerin ise hemen başyapıt ilan edebilecekleri bir film bu. Guillermo Del Toro'nun en kişisel filmim dediği Pan'ın Labirenti; derinlikli hikayesi ve birer görsel efekt ürünü olan mitolojik yaratıklarıyla oluşturduğu fantastik dünyasını harmanlayarak kısa sürede bir klasik olmayı başardı. 

28 Kasım 2011

History of the World: Part 1


Oyuncu, senarist, yönetmen ve yapımcı Mel Brooks seveni, el üstünde tutanı çok olsa da hak ettiği değeri görememiş sinemacıların başında geliyor ne yazık ki. The Producers, Silent Movie, Blazzing Saddles, Young Frankenstein ve High Anxiety gibi unutulmaz parodilerle komedi sineması içinde kendine özel bir yer edinen Brooks'un 1981 tarihli History of the World: Part 1'i insanlık tarihinin pek çok kırılma noktasını parodi anlayışıyla merceğine alarak güldürmeyi başaran, sinema tarihinde eşine az rastlayabileceğimiz komedi filmlerinden..

History of the World: Part 1'in episodik bir yapısı ve iki izleği var. Birincisi epik filmler başta olmak üzere bir çok filmin parodisine girişmesi. İkincisi ise dünya tarihindeki önemli dönemleri ve olayları ti'ye almasıdır. Mel Brooks, filmini "Atalarımız" adlı bölümle açıyor ve dünya tarihini ilk insanlarını evrimci bir bakışla ele alıyor ve (film daha sonra dine dönüyor) ilk göndermesini de 2001: A Space Odyssey üzerinden yapıyor. Sonra zamanda bir miktar atlayarak Taş Devrine geçiyoruz. Bu bölümle birlikte çok komik olmasalar da esprilerini bir bir patlatmaya başlıyor Brooks. History of the World Part 1'in en komik ve yaratıcı kısmı ise Roma Dönemi. Hz. İsa ve Leonardo Da Vinci ve Son Akşam Yemeği tablosu üzerinden inanılmaz espriler çıkarıyor usta ve filmini unutulmayacak bir komedi şölenine çevirmeyi başarıyor. Şahsen, Sanat Tarihçi olmanın verdiği avantajı fazlasıyla gördüm History of the World Part 1'i izlerken. Özellikle de Roma İmparatorluğu döneminde. İkonografik ayrıntıları bilmek ve bu ayrıntılar gözetilerek yapılan esprilere daha büyük kahkahalar atmanızı ve doğal olarak filmi daha çok sevmenize vesile oluyor. (Yanlış anlaşılmasın ukalalık yapmak aklımın ucundan geçmez haşa)

İspanyol Engizisyonu da kimi  komik anlar sunmakla birlikte filmin düşüşe geçmeye başladığı bölüm oluyor ne yazık ki. 5. ve son bölüm olan Fransız Devrimi ise güldürmekten uzak ve sıkıcı maalesef. History of the World Part 1'in en büyük kusuru da her devrin aynı tadı verememesi ve komik olmayı başaramamasıdır. Aksi takdirde bir komedi başyapıtından söz edebilirdik. Ele aldığı dönemlere ilişkin ayrıntılarda  ve sanat yönetimindeki işçilikle Mel Brooks'un önce Roma Döneminde komedyen bir filozof, İspanyol Engizisyonundaki bir rahip ve sonra Fransız ihtilalinde de Kral XVI. Louis ile gösterdiği oyunculuk filmi ayakta tutan ve her şeye rağmen sonuna kadar izletmeyi başaran etmenler.

Sonuç olarak Mel Brooks'u, onun espri anlayışını ve elbette parodileri seviyorsanız tam size göre bir film History of the World Part 1. Bir de Part 1 demişken bu duruma da bir açıklık getirelim. Part 2 asla çekilemedi. Filmin sonunda Part 2'de neler olacağına dair bazı görseller izlemiş olsak da hikayenin devamını çekmedi veya çekemedi usta Mel Brooks.

27 Kasım 2011

The Prestige

Christopher Nolan eğer elinde iyi bir hikaye varsa ondan kolaylıkla başyapıt düzeyinde bir film çıkartabilen ender yönetmenlerdir. Nolan, Christopher Priest'in 1995 yılında yayımladığı "The Prestige" adlı romanını kardeşi Jonathan Nolan ile birlikte senaryolaştırdı ve karşımıza bol sürprizli ve oyunlarla bezeli bir başyapıt çıkardı.

Hikaye İngiltere'de Viktorya döneminde geçiyor. (20. yy başları) Birbirine rakip olan iki sihirbaz; Rupert Angier ve Alfred Borden, başlangıçta arkadaştırlar ve birlikte çalışmaktadırlar. Bir gün sihirbazlık gösterisi sırasında yaşanan ve kaza olup olmadığını asla bilemeyeceğimiz acı bir olay sonucu yollarını ayırırlar hatta birbirlerine düşman kesilirler. Ne var ki, bu düşmanlık onları tahmin edemeyecekleri bir noktaya sürükleyecektir.

Filmin oyunlarla süslü hikayesini (izlememiş olanları da düşünerek) fazla açık etmemek için üstü kapalı bir özet geçerek asıl konumuza gelelim. Pirestij'in öne sürdüğü bir sav var. O sava göre bir sihirbazlık gösterisi vaat, dönemeç ve prestij adlı üç bölümden oluşuyor. Nolan, numarasını tam burda yapıyor ve filmini bir sihirbazlık gösterisine dönüştürüyor. Vaat ve Dönemeç'in ardından gelen Prestij bölümüyle. Christopher Nolan ilk filmi Following ve ardından gelen başyapıtı Memento ile kurgu  konusunda söyleyecek çok şeyi olduğunu kanıtladı. Keza Prestij'de de lineer kurgu akışına sırtını dönerek kafamızı epey karıştırıyor ve tadından yenmeyecek bir işe imza atıyor. Pür dikkat izlense bile hangi sahnenin filmin neresinde durduğunu tam  olarak kestirmek zor.


Filmin bu karmaşık yapısı tekrar tekrar izlemek ve yeni ayrıntılar keşfetmek için de iyi bir sebep veriyor. Kusursuza yakın bir şekilde yaratılan Viktoryen İngilteresi ile dönem filmi sevenlerin de gönlünü feth edebilecek bir film bu. Oyuncu kadrosu da oldukça iyi. Hollywood'un yükselen yıldızları Hugh Jackman, Christian Bale ve Scarlet Johansson'dan sadece Johansson'un aksadığını söyleyebiliriz. Usta Michael Caine ise her zamanki gibi. David Bowie ise aldığı kısa süreye rağmen Tesla karakteriyle renk katmayı başarıyor filme. Söz oyunculardan açılmışken filmin kurgusu kadar kafa karıştıran bir yanının da hangi karakterin hangi tarafta olduğunu kestirmenin çok güç olmasıdır. Nolan, seyircinin zekasını hiç de hafife almıyor ve onlara güveniyor. Ona bu güveni veren şey son yıllarda sıkça karşımıza çıkan karmaşık yapılı filmler ve bu filmlerin gösterdiği başarı olsa gerek.

Prestij, başka birinin elinden çıkmış olsa (çok da büyük bir hikayesinin olmadığını düşünürsek) ortalama bir film olabilecekken Nolan kardeşlerin titiz senaryosu, kurgusu, görüntü ve sanat yönetimi, oyunculukları ve hepsinden önemlisi ağızları açık bırakacak finaliyle unutulmayacak bir sinema keyfi yaşatıyor.

25 Kasım 2011

1970'lerin en iyi 20 filmi

Film listeleri yapmak keyifli olduğu kadar da zordur. Özellikle yaptığınız listeyi bir başkasıyla paylaştığınızda. 1970'li yılların en sevdiğim 20 filmini seçerken liste dışında kalan filmlere de üzülmedim desem yalan olur. Listeye girmeyi hak ettiğini düşündüğüm ama alamadığım filmlerden bir kesit sunayım önce: Monty Python: Life of Brian, The Tenant, Carrie, The Conversation, The Passengers, Harold and Maude, Suspiria, Sleeper, Badlans, The Man Who Fell to Earth ve daha fazlası elbette.



En iyi 20 film (Sırasız)

Clocwork Orange, Stanley Kubrick-1971
Apocalypse Now,  Francis Ford Coppola-1979
Close Encounters of the Third Kind, Steven Spielberg- 1977
The Godfather, Francis Ford Coppola-1972
The Godfather II, Francis Ford Coppola-1974
Chinatown, Roman Polanski-1974
Guguk Kuşu, Milos Forman-1975
Love and Death, Woody Allen-1975
Star Wars, George Lukas-1977
Strawdogs, Sam Peckinpah-1971
Alien, Ridley Scott-1979
Don't Look Now, Nicholas Roeg-1973
Jaws, Steven Spielberg-1975
Stalker, Andrey Tarkovski-1979
Barry Lyndon, Stanley Kubrick-1975
Novecento, Bernardo Bertolucci- 1976
Taxi Driver, Martin Scorsese-1976
Halloween, John Carpenter-1978
Dersu Uzala, Akira Kurosawa-1975
The Exorcist, William Friedkin-1977



24 Kasım 2011

Avatar mı İnception mı?

İki Bilim-Kurgu filmi; Biri bilinçaltını diğeri eşşiz güzellikte bir gezegeni mekan edinen 2009-2010 yıllarının en çok izlenen, en çok tartışılan filmleri Avatar ve İnception. Şimdi sakin kafayla kısa bir değerlendirmenin ve işin en keyifli kısmı olan karşılaştırmalarını yapmanın vakti geldiğini düşündüm.

Öncelikle iki dev sinemacı var karşımızda; Genel izleyici kitlesinin neyi sevip neyi sevmeyeceğini çok iyi bilen ve ince eleyip sık dokuyan iki yönetmen: James Cameron ve Christopher Nolan. Şöyleki Cameron, Avatar'ı çekebilmek için 12 yıl uzak kaldı sinemadan. (Bu arada çektiği belgeselleri saymıyorum) Haklı gerekçeleri vardı kuşkusuz. (Teknolojik sebepler) Nolan ise hikayesine istediği şekli verene kadar bir 10 yıl bekletti bu projeyi. Kalburüstü filmlerle sürdürdü kariyerini. Büyük heyecana sebep olan Avatar ve İnception'ın kaderinde The Matrix ile karşılaştırılmak varmış. Matrix'teki sanal ortama bağlanma durumu kıyısından köşesinden de olsa bu iki filmde de var. İnception vizyona girdiğinde "The Matrix taklidi" veyahut karşılaştırmalar yüzünden "Matrix'in tırnağı bile olamaz" şeklinde anlamsız yorumlar aldı.  Avatar'daki durum ise biraz daha farklıydı. The Matrix'den yönetmenin kendi filmi Aliens'a ve daha bir çok filme benzetildi ve hatta her filmden bir şeyler aşırmakla suçlandı. 1999 yapımı The Matrix teknolojik anlamda çığır açtı ve öncü bir film oldu. 10 yıl sonra gelen Avatar'ın da 3D teknolojisiyle benzer bir etki bırakmaya başladığı aşikar. (3D filmlere her gün bir yenisinin eklendiğini düşünürsek) Gelelim İnception'a; İnception'ın sinemada devrim yapmak gibi bir derdi ve iddiası yok. (İddiası yok kısmı yanlış anlaşılmasın)


Ana Akım sinemanın demirbaşları olduğunu söyleyebileceğimiz Avatar ve İnception gerek gişede gerekse de aldıkları olumlu eleştirilerle (İki filmi de başyapıt olarak karşılayan eleştirmenler olduğunu düşünürsek) gösterime girdikleri yılların en çok konuşulan filmleri oldular. Avatar, görsel olarak 7'den 70'e izleyen herkese unutulmayacak bir deneyim yaşattı. İnception ise bilinçaltına yaptığı yolculukla birbirine benzer aksiyon filmlerinin ard arda vizyona girdiği bir dönemde (2010 yazı) ilaç gibi geldi ve ucu açık finaliyle de epey tartışıldı. Baş döndüren rüya içinde rüya sahnelerini de unutmadan. İki film de başarısını yarattığı dünyanın büyüsüne borçlu. Gerçekliğini sorgulama ihtiyacı duymadan koşulsuzca bağrımıza bastığımız Cennetvari Pandora ve uçsuz bucaksız rüyalar. Bununla birlikte destansı yapısı ve aşk öyküsüyle izleyeni çar çabuk kendisine bağlayan Avatar bir adım öne geçse de nefis kurgusu ve yaratıcılığı sayesinde arayı hemen kapatıyor İnception. İki filmin IMDB puanları başta sorduğumuz sorunun cevabını da verir nitelikte: Avatar 8.1 iken İnception 8.9
Son Söz: Avatar mı İnception mı? sorusuna en iyi cevabı "zaman" verecektir.

23 Kasım 2011

2001: A Space Odyssey


1964 yılında soğuk savaş etkisi taşıyan ve kötücül bir sona sahip olan Dr. Strangelove or: How I learned to stop worrying and love the bomb ile bilimkurgu türünde ilk başyapıtını veren Stanley Kubrick, 1968 yılında ustalık dönemini de müjdeleyen başyapıtların başyapıtı 2001 A Space Odyssey'i çekerek bilimkurgu sinemasının gidişatını kökünden değiştirdi. Tabi ki bu değişimde 1968'in bir diğer başyapıtı Planet of the Apes'in de katkısı büyüktü. Bilimkurgu edebiyatının usta yazarlarından biri olan Arthur C. Clarke'ın The Sentinel adlı kısa öyküsünden yola çıkan Stanley Kubrick ve Arthur C. Clarke, 2001: Uzay Macerası'nın senaryosunu birlikte yazdılar.

50'li ve 60'lı yılların ortalarına kadar bilimkurgu sinemasında istila filmleri hakimdi ve bu filmler daha çok genç kesimin ilgisini çeken ve birer eğlencelik olmaktan pek de öteye geçemeyen çerezliklerdi. Bilimkurgu sineması 2001: Uzay Macerası sonrasında ciddiye alınmaya başladı ve kendisine saygın bir konum edindi. 2001: Uzay Macerası'nın uzun planlardan oluşması, dingin anlatımı, evrim, varoluşumuz gibi derin konuları ele alması, felsefi yapısı ve klasik müzik kullanımı gibi özellikleri, o dönem bilimkurgularında görülmüş şeyler değildi. Kubrick'in türün kodlarını yazdığı filmi, 70'li yıllarda ortaya birbirinden ilginç konu ve temalara sahip bilimkurgu filmleri çıkmasında büyük rol oynadı. 2001: Uzay Macerası, ardından çekilecek tüm bilimkurgular için bir model teşkil etti diyebiliriz.

Kubrick, insanın doğuşunu evrim teorisini arkasına alarak görselleştirdiği destanı 2001: Uzay Macerası’na bu teorinin tezatı yaratılıştan aldığı referansla başlar. Engin karanlıklardan insanın doğuşuna, oradan uzay çağına ve sonsuzluğun ötesine doğru bir yolculuğa çıkarır bizleri. Filmini üç bölüme ayıran Kubrick, “Dawn of Men” adını verdiği ilk parçada insanın doğuşunu evrimci bir yaklaşımla ve fakat adını koymaktan özellikle kaçındığı tanrısal bir bilgelikle, dışardan bir müdahale ile gerçekleştirir. Evrim basamağında ilk adımını atan insanoğlu, bulduğu ilk aleti silah olarak kullanır. İnsanoğlu, tarihini kan ve göz yaşıyla yazacağını ilk günden belli eder. Sinema tarihinin en meşhur eşleştirmesiyle havaya atılan kemikten uzayda süzülen bir gemiye geçeriz. Kubrick, birkaç milyon olarak varsayılan süreci tek bir sıçramayla vermekte sakınca görmez. Çünkü insanoğlu ancak kendi yarattığı mekanik çağda veya uzay çağında evrim basamağında bir adım daha atabilecektir. Bu adımın hangi yöne doğru atıldığı (ileriye mi, geriye mi?) ise tartışılır. Kubrick, insanoğlunun evrim sürecini ele alırken bunu tesadüflerle değil, tanrısal bir müdahale ile gerçekleştirir. Bunu da filmde dört kez karşımıza çıkardığı monolit (siyah yekpare taş) simgesiyle yapar. Filmin ve karakterlerin soğuk yapısı ise Kubrick filmlerinin genel karakteristiği ile açıklanamaz. İnsanoğlu uzay çağında soğuk ve duygusuz bir canlı türü olup çıkmıştır. Yüksek teknoloji ürünü yapay zeka ise olmaması gerektiği kadar insanidir. Bu değişkenler makine-insan savaşıyla farklı bir noktaya taşınacak ve insanoğlunun yolculuğu sonsuzluğun ötesine doğru devam edecektir.

2001: Uzay Macerası'nın ne anlattığı üzerine düşünmeye başlayacaksak çıkış noktamız filmde 4 kez karşımıza çıkan monolit (yekpare taş) olmalıdır. Peki nedir bu monolit, nerden gelmektedir ve gönderiliş amacı nedir gibi yığınla soru çıkıyor karşımıza. Monolit'in ne olduğuna ilişkin verilebilecek tek bir cevap ve iki farklı görüş var kanımca. Monolit, kainatı yaratan ve düzenini sağlayan bir güç tarafından gönderilmekte. Buraya kadar kimsenin itirazı olacağını sanmıyorum ama Monolit, Tanrı mı yoksa varlığı bilinmeyen başka bir güç tarafından mı gönderildi tartışmaya açık nokta işte bu. Filmin Evrim teorisini temel aldığını bilsek de Kubrick'in teistik evrime inanıp inanmadığını bilmiyoruz. Hangi evrim modeline inandığını bilseydik daha sağlıklı bir yorumda bulunabilirdik. 

Bugün, bilimkurgu sinemasının en çok işlediği temaların başında makine ve insanın amansız mücadelesi gelmekte. 2001: Uzay Macerası, makine-insan ilişkisini sinemada derinlemesine işleyen ilk filmdir. Filmin soğuk ve duyguya yer vermeyen yapısı bir çok insanı filmden uzaklaştırsa da işlenen "makineleşen insan" temasını düşündüğümüzde  bu bir zorunluluktur... Üstat da bunun farkındaydı. 

Kubrick'in destanı türe yeni açılımlar getirmekle kalmadı, 70'li ve 80'li yıllarda hatta bugün bile sinemayı derinden etkilemeye devam ediyor. Sık sık yapılan sinemanın en iyileri listelerinde daima ilk beşte yer almayı başaran 2001: A Space Odyssey, inanılmaz görsel efektleri, hipnotize edici müziği, ele aldığı konulara getirdiği bakış açısı ve Kubrick'in akıl almaz yönetmenlik becerisiyle dört dörtlük bir sinema şöleni sunmakla kalmıyor her insanın bir kez de olsa yaşaması gereken bir deneyim vadediyor.

22 Kasım 2011

Barbarella


Bugün geriye dönüp baktığımızda 1968 yılının bilimkurgu sineması için bir dönüm noktası olduğunu söyleyebiliyoruz. 2001: A Space Odyssey ve Planet of the Apes türü inanılmaz bir noktaya taşıdılar. Bu iki filmin gölgesinde kalan 1968 tarihli Barbarella da unutulmaması gereken kült bir film. Yönetmenliğini Roger Vadim yaparken filmin başrolünü de dönemin güzellik sembollerinden, eşi Jane Fonda'yı görüyoruz. Hikaye, çok çok uzak bir gelecekte M.S. 40.000. yüzyılda geçmektedir. Duran Duran adlı Dünyalı bir bilim adamı pozitif elektron ışını denilen bir silah icat etmiş ve ardından da ortadan kaybolmuştur.  Evrende yüzyıllardır sürüp giden barışın bozulmasını istemeyen güneş sisteminin başkanı da bir ordusu olmadığı için uzay seyir subayı Barbarella'yı Tou Ceti adlı bir gezegende olduğunu öğrendikleri Duran Duran'ı bulması için görevlendirir. Barbarella, bu gezegende Pyger adlı kör bir melekle tanışır ve birlikte tehlikeli bir maceraya yelken açarlar.

60'lı yılları ve o dönemin bilimkurgu filmlerini düşündüğümüzde Barbarella'nın önemi artıyor. İlk kez bir bilimkurgu filminde dünya ve evreni kurtarma görevi bir kadına bahşediliyor. Bu bakımdan Barbarella'nın öncü bir film olduğunu söyleyebiliriz. 1979 yapımı Alien'daki Ellen Ripley ve Terminatör filmlerindeki Sarah Conner karakterine esin kaynağı olduğu tartışma götürmez bir gerçek. Barbarella, ele aldığı konu itibariyle ciddi olsa da mizahı ve tavrıyla kendisini pek de ciddiye almayan bilimkurgu filmlerindendir. Film, 1930'lu yıllardan buyana sıkça karşılaştığımız çılgın bilim adamı stereotipini karşımıza çıkartıyor.

Yaratılan Barbarella karakterinin her önüne gelenle özgürce sevişmesi o dönemin gelişmekte olan özgürlük hareketleri ve 68 ruhuyla da birebir örtüştüğünü belirtelim. Film, makyajı ve kostüm tasarımıyla dikkat çekmekle birlikte kitsch (bayağılık) estetiğine sahiptir. Bugünün görsel efektlerine ve set tasarımlarına alışmış seyirci için komik kaçabilecek hatta gırgır konusu yapılabilecek bir film Barbarella. Şu günlerde düşünülen yeniden çevriminin bir çok sinemaseveri memnun edeceğini düşünsem de bugün kült bir film olarak kabul edilen Barbarella'nın gerek barışcıl gelecek öngörüsüyle gerekse de yarattığı dünyayla izlenmeyi fazlasıyla hak ettiğini belirteyim. Aslında Jane Fonda'nın yer çekimi olmayan uzay gemisinde havada süzülerek soyunduğu açılış sekansı bile filmi izlemek için yeterli bir sebep oluşturmaktadır.

20 Kasım 2011

Turkish Twilight

 Edward ve Bella uzun bakışmaların ardından biyoloji dersinde tanışırlar
-Edward: Ben Edward
-Bella: Berna ama Bella'yı kullanıyorum
-Edward: Niye ki?
-Bella: Daha havalı oluyo. Şey bu arada yüzün kireç gibi. Hasta falan mısın?
-Edward: Yo iyiyim ben. Biraz fondöten biraz da pudra sürdüydüm.
-Bella: Fondöten ve Pudra ha! Nesin sen?
-Edward: Annem 9 ay boyunca kız olacak diye beklemiş. Sonra da kız gibi yetiştirdi beni
-Bella: Kız güzelliği var zaten sende.


Edward, çıkışta Bella'nın hayatını kurtarır. Yakınlaşmaya başlarlar. Bir süre sonra Bella, Edward'ın bir vampir olduğunu keşfeder.
-Bella: Vampirsin sen!
-Edward: Aaa! Nası anladın?
-Bella: Google diye bi şey var heralde. 
-Edward: Korkuyor musun peki?
-Bella: Bi Allah'tan korkarım Bi de Ajdar'ın rüyama girmesinden.
-Edward: Bak ondan ben de korkuyorum. Neyle beslendiğimi biliyor musun bu arada? 
-Bella: Şey! Sucuk-ekmek mi?
-Edward: Bırak gırgırı kana ihtiyacım var.
-Bella: İstersen bi anons yaptırayım. Hatta Twitter'da RT de yaptırırız. Hangi kan grubundan lazım?
-Edward: Yemek seçmem ben
-Bella: O zaman önce bize gel sana tavşan kanı bi çay demleyeyim. Buz gibisin zaten biraz için ısınır
-Edward: Bir şartla gelirim. Akşam Şebonun konseri var. Birlikte gidecez
-Bella: Hımm! Gelmek isterdim ama akşam Muhteşem Yüzyıl var
-Edward: Bırak Allah aşkına ya! Ben sana ne olup bittiğini anlatırım birinci ağızdan
-Bella: Nası yani anlamadım
-Edward: 650 yaşındayım ben. Çocukluğunu bilirim Kanuni'nin
-Bella: Vay Canına! Haremde yaşananlar doğrumu peki?
-Edward: Uzun hikaye sonra anlatırım
-Bella: Ölümsüzsün o zaman sen
-Edward: Bizi öldürecek tek bir şey var
-Bella: Dur tahmin edeyim. Kokoreç!
-Edward: İyi denemeydi. Sahte Rakı
-Bella: Deme!
-Edward: Dedim bile. Bak Bella, benden uzak durman senin yararına olur
-Bella: Niyeymiş o?
-Edward: Dünya'nın en tehlikeli yırtıcısıyım ben. Katilim, gün ışığına çıkamıyorum. Daha neler neler...
-Bella: Boşversene. Bakarsın ben de vampir olurum
Bella'nın Günlüğü: Sevgili günlük, bugün Kurban Bayramının birinci günü. Zor da olsa Edward'ı 7. ortak olarak bizle kurban kesmeye ikna ettim. Bi de boğa kaçmasın mı? Neyseki Edward hemen yakaladı. Usain Bolt'tan bile hızlı bu çocuk. Bu arada kişi başı 32 kilo et düştü. Laf aramızda kemikli kısımlarını Edward'a kakaladık. Hıyarağası etten hiç anlamıyor varsa yoksa kan. Yine de aşığım ona.



16 Kasım 2011

Çekilmemeli, Çekilemez, Çektirmeyiz !!!

Son dönemde gelen remake (yeniden çevrim) haberleri üzerine kağıdı kalemi aldım elime, (evet hala kağıt, kalem kullanıyorum) başladım düşünmeye; Ne oluyor, nereye gidiyoruz diye! Hollywood, içine düştüğü bu dar boğazdan çıkamazsa olan biz sinemaseverlere olacak. Baş tacı ettiğimiz kült ve klasik filmleri doğal olarak hafızalarımızda yer ettiği halleriyle hatırlamak istiyoruz. Her gün yeni bir remake haberiyle uyanmak ve daha hangi filmlerin yağmalanacağı endişesi can sıkıcı bir durum oluşturmakta.

Sırada hangi filmler olabilir adlı zihin egzersizinin ardından küçük bir liste bile çıkarttım kendime. Tam o an başlık düştü aklıma. Çekilmemeli, Çekilemez, Çektirmeyiz dediğim ilk filmler Stanley Kubrick başyapıtları oldu haliyle: Clockwork Orange, Full Metal Jacket, The Shining vs. Özellikle The Shining'in Stephen King romanı olması ve yazarın mevcut uyarlamadan hazzetmemesi iyiye işaret değil söyleyeyim. Stanley Kubrick, Alfred Hitchcock, Sam Peckinpah, Andrey Tarkovski gibi kaybettiğimiz usta yönetmenlerin filmlerinin yeniden çevrimini yapmak hayatta olanlarınkine kıyasla daha kolay. Zaten Hitchcock'un en meşhur filmi "Sapık", 1998 yılında Gus Van Sant tarafından birebir tekrarlandı. Sırada da yine bir Hitchcock klasiği olan "Kuşlar" var. Sam Peckinpah'ın başyapıtı Straw Dogs ise 2012 yılı içerisinde remake'i ile karşımızda olacak maalesef. Çekilmemeli, Çekilemez, Çektirmeyiz başlığındaki listeye dönecek olursak; Daria Argento'nun korku klasiği Suspiria, David Cronenberg'in Videodrome adlı kült filmi, Roman Polanski'nin Chinatown ve Rosemary Baby'si, Epik filmlerin babası Ben-Hur, Luc Besson'un unutulmaya yüz tutmuş filmi Nikita, Terry Gilliam'ın Brazil'i Andrey Tarkovski'nin Stalker'ı ve herhangi bir Steven Spielberg filmi ilk aklıma gelenler oldu. 

Stalker
Söz konusu yeniden çevrimler olunca Wes Craven'e ayrı bir parantez açmak şart oldu. Kendi filmlerinin yeniden çevrimine önayak oluyor. Dünden razı bir havası var ustanın. Ya Michael Haneke'e ne demeli? Sen git Funny Games adlı filmini Hollywood'da Amerikalı oyuncularla hiç bir değişiklik yapmadan baştan çek. Ne lüzumu var? 

Ç Ç Ç'nin Çektirmeyiz kısmını hafife almayın derim. Milyonlarca hayranı olan kült bir filmin remake haberi karşısında sosyal medya aracılığıyla gösterilecek organize bir tepki belli mi olur yapımcılara geri adım bile attırabilir. Çok zor görünse de imkansız değil. Star Wars fanlarının George Lukas üzerindeki etkisini unutmayalım. Yeniden çevrimler yeni değil elbette. Zamanında Brian De Palma, Howard Hawks klasiği Scarface'in yeniden çevrimine imza attı ve inanılmaz bir başarı yakaladı. David Cronenberg'in The Fly'ı da bir remake ve aynı şeyler söylenebilir. Geçen ay vizyona giren The Thing, yine bir remake olan 1982 yapımı John Carpenter klasiğinin öncesini anlatıyor. Suyunun suyu yani. Benzer bir projeye de Ridley Scott girişti. 1979 yılında başlattığı ve devam filmlerini çekmeye yanaşmadığı Alien'ın öncesini anlattığı filmi "Prometheus"un çekimlerini tamamladı bile. Açıkçası remake yerine  bu tip projelere yönelmek daha mantıklı.

A Nightmare on Elm Street
Son dönemde özellikle korku ve bilim-kurgu klasiklerine yöneliş var. A Nightmare on Elm Street onca devam filminden sonra ve hafızalarda tazeyken çok gereksiz bir remake ile çıktı karşımıza. John Carpenter filmleri yağmalandı adeta. Halloween, The Fog, Assault on Precinct 13, The Thing şimdi de Escape from New York'un adı anılmakta. Bugün Martin Scorsese, David Fincher ve Coen biraderler gibi usta ve yaratıcı yönetmenlerin de bu furyaya katıldıklarını, hiç olmazsa eli yüzü düzgün filmler çıkardıklarını görüyoruz. (Fincher'ın filmini görmedik henüz)

Yeniden çevrimlerin iyi tarafıysa (var mı ki dediğinizin farkındayım) Belki de hiçbir zaman izleyemeyeceğimiz, kenarda köşede kalmış iyi bir filmi farketmemizi sağlaması veyahut örneği az da olsa orjinalinden daha şık bir filmin çıkabilme olasılığıdır. Örneğin Kore yapımı İnternal Affairs televizyonda defalarca kez karşıma çıktı. Filmle ilgili bilgim olmadığı için hiç yüz vermedim. İtici geldi bana. Sonra Martin Scorsese'nin The Departed adlı remake'i çıkageldi. İyi bir polisiye örneği izlemiş olduk. Japon korku filmi Ringu'nun yeniden çevrimi Halka için de benzer şeyler düşünüyorum.
Son Söz: Görünen o ki: Amacı para kazanmak olan Hollywood remake'lere biz de "Şu filmi izledin mi?" "İzlemedim. O film aslında şu filmin yeniden çevrimi, sen asıl onu bi izle" demeye devam edeceğiz.

14 Kasım 2011

Ten Ten'in Maceraları

Steven Spielberg, İndiana Jones: Kristal Kafatası Krallığı'nın ardından 3 yıl sonra iki filmle birlikte döndü. Savaş Atı'nı (War Horse) beklerken ustanın ilk animasyon çalışması olan Ten Ten'i kafamdaki soru işaretlerini bir kenara bırakıp izledim sonunda. Herge'nin çizgi romanını hiç okumamış olsam da 90'lı yıllarda çizgi filmlerini izlemiş ve çok sevmiştim. Yıllardır konuşulan sinema filmi "The Adventures of TınTın", Ten Ten'in macera dolu üç hikayesinin birleşiminden oluşuyor: Tekboynuzun Esrarı, Altın Yengecin Kıskacı ve Kızıl Korsanın Hazinesi. Bu üç hikaye usta işi bir senaryoyla birbirine bağlanmış. Hikaye Ten Ten'in maket bir korsan gemisi almasıyla açılıyor. Bu geminin aslında eski bir sırrı barındırması ve sırrın peşindekilerin bu maketi ele geçirme çabaları hikayenin ana eksenini oluşturuyor. Büyük bir haber peşinde koşan Ten Ten olaya balıklama atlıyor haliyle ve tehlikeli bir maceranın içinde buluyor kendini.

Hareket yakalama tekniğiyle çekilen Ten Ten, öncülü Bewolf'tan aşağı kalmıyor. (Kutup Ekspresini hiç saymıyorum) İlk kez 3D teknolojisiyle tanıştığım film olan Ten Ten'in 3D'ye ihtiyacı var mıydı sorusu izleme esnasında hep aklımın bir köşesindeydi. Yine de burdan olumsuz bir sonuç çıkarmamak lazım. Sadece o çokça konuşulan filmin içindeymiş hissini yaşatmadığını söylemek istiyorum. Zamansız bir dönem filmi olan Ten Ten görsel açıdan kusursuza yakın özellikle çöl sahneleri görülmeye değer. Sahne geçişlerine de değinmeden olmaz. Bilhassa bir iki tanesi Vay canına! dedirtecek cinsten. 


Ten Ten'in eleştiri kısmına bakacak olursak; Eleştirmenlerin ağız birliği etmişcesine "aksiyonu fazla kaçmış" eleştirisine kesinlikle katılmıyorum. Spielberg, hikaye neye ihtiyaç duyuyorsa; macera, mizah, egzotik mekanlar vs. dozunu kaçırmadan yedirmiş filmine. Şöyle de bir şey var: Modernize edilmiş bir Ten Ten yerine tamamı o eski çizimlerle oluşturulmuş bir Ten Ten olsaydı nasıl olurdu sorusu kafamı kurcalıyor. Ancak Spielbeerg filmin gişesini de düşünmek zorunda o yüzden hak vermiyor değilim kendisine. 

Ten Ten'in maceraları Ana karakterlerinin perdeye yansıtılışı ile sınıfı geçmeyi başarıyor. Ten Ten karakteriyle Jamie Bell sırıtmıyor, Kaptan Haddock'la hareket yakalama üstadı Andy Serkis (Gollum, King Kong) çok iyi bir iş çıkarmış. Kötü karakteri oynayan Daniel Crag'i ise tanıyamadım açıkçası. Gelelim filmin en sevimli karakteri Milu'ya (Ten Ten'in meşhur köpeği) Hemen hemen her sahnede yer alan Milu, Kaptan Haddock ve Dupont&Dupont kardeşlerle birlikte filmin mizah yükünü sırtlıyor. Milu olmadan Ten Ten de olmaz zaten.


Bir üçleme olarak tasarlanan Ten Ten'in ikinci filmini Peter Jackson yönetecek olması ikinci filmi sabırsızlıkla beklemek için yeterli bir sebep veriyor.
Son Söz: Nefis açılış jeneriğinden son dakikasına dek bitmek bilmez bir dinamizme sahip olan Ten Ten'in Maceraları sinema perdesine çok yakışmış. Görülmeli 7.5\10

12 Kasım 2011

Romantizm kokan filmler 2. Bölüm

Before Sunrise
Avrupa'da bir tren yolculuğu sırasında tesadüfen tanışan iki romantik ruhlu genç; Jessie ve Celine Viyana'da trenden inip ertesi günün sabahına kadar şehirde dolaşır ve durmadan konuşurlar. Konuştukça da yakınlaşırlar. İkisi de o gecenin birlikte geçirecekleri ilk ve tek gece olduğunun bilincindedir. Başrollerinde Ethan Hawke ve Julie Delpy'nin yer aldığı Before Sunrise, romantik film kalıplarının dışına çıkan ve kısa zaman içinde türü sevenlerin vazgeçilmezlerinden olmayı başaran özel bir film. "Hayatının en romantik anları sadece bir gece sürebilir mi?" diye soran Before Sunrise'ın 9 yıl sonrasını anlatan başarılı bir devam filmi de var: Before Sunset
Ne zaman izlemeli: Bir ruh eşinizin olduğunu düşünüyorsanız ve hala bulamamışsanız izlemek için yer ve zamanın bir önemi yok

Sleepless in Seattle
Sam karısının ölümünün ardından oğlu Jonah'la yaşamaktadır. Jonah, babasının yalnız olmasından hiç hoşlanmamaktadır. Bir gece "Siz ve Duygularınız" adlı radyo programını arar ve babası için bir eş istediğini söyler. İstemeyerek de olsa kendisini telefonda bulan Sam, eşini ve onsuz yaşamanın nasıl bir şey olduğunu anlatmaya başlar. O sırada radyo dinleyenlerden biri de Annie'dir. Meg Ryan ve Tom Hanks'i ilk kez bir filmde buluşturan Sleepless in Seattle 90'lı yıllar romantik filmleri içinde ana karakterlerini fazla bir araya getirmeyen yapısıyla ve duygusunu seyirciye geçirmeyi başarmasıyla kilit bir noktada duruyor. Sam'in telefonda tüm Amerika'ya kaybettiği karısını anlattığı sahneyi izlerken yutkunma ihtiyacı hissedeceksiniz.
Ne zaman izlemeli: Bir yerlerde sizi de bekleyen romantik bir erkek\kadın olduğunu düşünüyorsanız hemen

In The Mood For Love (Aşk Zamanı)

1962 yılının Hong Kong'u. Chau ve Eşi Şangay'lıların yaşadığı bir eve taşınırlar. Chau, taşınma esnasında yeni kapı komşusu Li-Chun ile tanışır. Li-Chun ve Chau eşlerinin işte oldukları zamanları birlikte geçirmeye başlarlar ve kısa bir süre sonra aşık olurlar. Daha sonra anlarla ki eşleri arasında da bir ilişki vardır. Duygusunu sözcüklerden çok oyuncularının beden diliyle vermeyi başaran Eleştirmenlerin yere göğe koyamadığı Aşk Zamanı uzak doğu sinemasından hazzetmeyenler için zor bir seyirlik olabilir. Merkezine imkansız bir aşk öyküsü yerleştiren bu film  hüzün kokan ve romantizmi iliklerinize kadar hissedebileceğiniz  bir deneyim vadediyor.
Ne zaman izlemeli: Soğuk ve kasvetli bir kış günü için ideal

Pretty Woman


Zengin ve yakışıklı iş adamı Edward bir gece New York caddelerinde güzel bir sokak kadını olan Vivian ile tanışır. Beraber geçirdikleri güzel bir gecenin ardından bir anlaşma yaparlar. Bir hafta boyunca sevgili olacaklar ve sonra herkes kendi hayatına dönecektir. Julia Roberts ve Richard Gere ikilisinin bu ilk buluşmaları tam bir gövde gösterisine dönüşüyor. 1990'lı yılların  romantik komedi adına en iyi işlerinden olduğunu söyleyebileceğimiz Pretty Woman'ı izlerken vaktin nasıl geçtiğini anlamayacaksınız. Romantizminin yanında komedi tarafı da güçlü olan film tekrar tekrar izlenebilecek bir peri masalı. Julia Roberts'a ilk Altın Küresini kazandıran filmin Soundtrack'i de iddialı.
Ne zaman izlemeli: Sorması bile ayıp :)

10 Kasım 2011

Joe Smith Campell'la Tüm zamanların en tuhaf röportajı

Şeytan Çorap Giymez, Milyon Dolarlık Sekreter ve son olarak da Temel Britanica adlı filmiyle kısa zamanda zirveye çıkmayı başaran Hollywood'un son altın çocuğu Joe Smith Campell ile soğuk bir kış günü İstinye Parkta buluşuyoruz.

-E.Y Joe, ilk sorum çok tartışılan son filminle ilgili olacak. Sence Temel Britanica'yı bu kadar tartışılır yapan nedir?
-Joe İlk sebebi Jessica ile olan ayak güreşi sahnesinin daha film vizyona girmeden basına sızdırılmış olmasıdır. Asıl sebebi ise filmin bir sahnesinde Temel Britanica ansiklopedisini okurken inancımı kaybediyor oluşumdur.
-E.Y Peki bu sence de biraz garip değil mi?
-Joe Garip kelimesi hafif kalır. Unutmayın ki bu filmin iddiası şuydu: Bu filmden daha garip olan bir şey varsa o da yine bu filmin son 12 dakikasıdır.
-E.Y Çocukken ne olmak isterdin?
-Joe Kabzımal
-E.Y Uğruna inandığınız bir eşyanız var mı?
-Joe Çin malı güneş gözlüklerim var
-E.Y Nasıl bir uğur getirdiğine inanıyorsunuz?
-Joe Gözlükleri her taktığımda bir lolitayla tanışıyorum. Bak bugün de senle tanıştık
-E.Y Yanlış anlamadıysam bana asılıyorsunuz
-Joe Yanlış anlamışsınız ben sadece lolita olduğunuzu söyledim.
-E.Y Oyuncu olmaya nasıl karar verdin?
-Joe Dünmüş gibi hatırlıyorum. 16 yaşındaydım ve bir televizyon kanalında çaycılık yapıyordum. Bir gün asansörle çayları götürüyorum yanımda da kısa boylu, tombul bir adam var ama o gün çok dalgın olduğum için adamın yüzüne hiç bakmadım. Derken elektrikler kesildi. Asansörde mahsur kaldık. Adam, cebinden bir çakmak çıkarıp yaktı. Asansör biraz aydınlandı. Bir de baktım yanımda Zekeriya Beyaz Hoca var. "Hocam nısılsınız?" dedim. "İyiyim çocuğum sağol" dedi. Nasıl kurtulacaz filan derken Hocayla koyu bir muhabbete daldık. Hoca'nın derin sinema bilgisi beni bir hayli şaşırttı. Hoca "Eğer biraz yeteneğin varsa hiç durma şansını dene, ben sana destek olurum" dedi. Sonra "İstersen konulu konusuz her türlü filmde oynatabilirim seni" deyince içime bi kurt düştü. Bu Zekeriya Hoca olamaz dedim. Tam o anda elektrikler geldi. Asansör aydınlanınca bir de baktım karşımda Deni De Vito duruyor. Bozuntuya vermedim tabi. Oyuncu olmaya böyle karar verdim işte.
-E.Y Keşke yapmasaydım dediğiniz bir şey var mı?
-Joe Kendime hep şunu diyorum: keşke "Şeytan çorap giymez" filminde oynamasaydım.
-E.Y Neden? Filmin hasılatı hiç fena değildi.
-Joe Eleştirmenler ağzıma etti ama. Sonra bir de o yıl Altın Ahududu'yu layık gördüler bana
-E.Y Hayatınız bir filme çekilseydi adı ne olurdu?
-Joe İğnem ipliğim diktiğim kimliğim.
-E.Y Biraz da yeni projelerinizden bahsedin
-Joe İki yeni film projem var: Birincisi "Karayip'te son tango" İkincisi ise "Yeni başlayanlar için dar alanda topuk pası vermenin püf noktaları" adlı çok cesur bir futbol filmi

8 Kasım 2011

Bir yönetmenin intihar girişimi üzerine

Evet iddialı bir başlık attığımın farkındayım. Neyse ki yönetmenimiz bizim kadar kötümser olmadığı ya da bütün filmlerini çok sevdiği için intihara kalkışmadı Akira Kurosawa gibi. Tabi bu intihar girişimi tahmin edeceğiniz üzere "Sinemasal bir intihar" M. Night Shyamalan'ın filmografisini bir ucubeye dönüştürüşünü izlemek üzücü. Tüm dünyanın tanıdığı ve her filmi merakla beklenen bir yönetmenseniz projelerinizi daha dikkatli seçmeli ve eğer senaryosunu da kendiniz yazıyorsanız ince eleyip sık dokumak zorundasınız. Quentin Tarantino, Jackie Brown'dan sonra 6 yıl bekledi ve Kill Bill çıktı ortaya. Darren Aronofsky, Requiem for a dream'in ardından yine 6 yıl bekledi ve The Fountain geldi. (Woody Allen'ı bu değerlendirmenin dışında tutuyorum) İşte Shyamalan'ın da böyle uzun bir nekahat dönemine ihtiyaç duyduğu aşikar.

Ses getirmeyen ilk iki filmi Praying with anger (1992) ve Wide Awake (1998) sonrası Altıncı His ile tüm dünyanın tanıdığı bir yönetmen haline gelen M. Night Shyamalan ard arda çektiği başarılı filmlerle (Unbreakable, Sings, The Village) Korku\Gerilim sinemasında kült bir figüre dönüştü. Shyamalan'ın tökezlemeye başladığı ilk film olan Lady in the water ilginç sayılabilecek bir hikayeye sahip olsa da içi boş bir masal. Bazı eleştirmenlerden geçer not almış olmasına bakmayın siz. Sudaki Kız çakma bir masal, ne yetişkinlere hitap ediyor ne de çocuklara. Bu filmin ardından bir kitap bile yazıldı: "Sesler duyan adam: Ya da M. Night Shyamalan kariyerini bir peri masalı için nasıl riske attı." Sudaki Kız'ın ardından bu başarısızlığı unutturabilecek bir filme imza atabilseydi belki bugün bunları konuşmayacaktık.

Tam da Shyamalan'dan beklenebilecek bir öyküsü olan The Happening ise belli bir noktaya kadar merak uyandırıyor ve ilgiyle izletiyor kendisini ama finaliyle bir çuval inciri berbat ediyor, adeta saç baş yolduruyor. Filmlerinin senaryolarını da kendisi yazan Shyamalan belli ki yaratıcılığını kaybetmiş. Lady in the water ve The Happening hikayelerinin inandırıcılığı ve samimiyeti hususunda sınıfta kalıyor.

Yönetmeni bu sinemasal intiharın eşiğine getiren proje The Last Airbender elbette. Bu film ile farklı bir tür denemesine girişiyor Shyamalan. Milyonlarca hayranı olan bir çizgi film serisinin sinema uyarlamasının yönetmenlik koltuğuna oturmak Shyamalan'ın tarzını da düşündüğümüzde alabileceği en büyük riskti. film gişede neredeyse battı. Eleştirmenler, yönetmenin fanları ve çizgi serinin hayranları kimse yüz vermedi bu fantastik filme. Yeteneğinden şüphe duymadığımız(?) Shyamalan kredisini tüketti ama eski filmlerinin hatırına  2013 yılında çıkması beklenen After Earth adlı bilimkurgu filmiyle son bir şansı hak ediyor.

Son söz: Biz Shyamalan'ın sürpriz sonlarını sevmiştik kötü birer sürpriz olan son 3 filmini değil.

7 Kasım 2011

Pi


Darren Aronofsky’nin 60 bin dolar gibi oldukça mütevazi bir bütçeye sahip ilk uzun metrajı çalışması Pi, 90’lı yıllarda atılım yapan Amerikan Bağımsız Sineması’nın en önemli örneklerinden biri. Topladığı ödüller ve övgülerle Aronofsky’yi sinemaya kazandıran bu ilk film, alışılmadık tarzıyla dikkat çekerken, felsefi derinliğiyle düşündürür. 

Kim bu Max Cohen? 

Ana karakterimiz Max Cohen genç bir matematik dehası. Uzun yıllar boyunca yaptığı çalışmalar sonucunda tabiatın sayısal bir kodlama sistemine sahip olduğunu keşfetmiştir. Kodu çözdüğünde her şeyin bilgisine ulaşacağına inanmış ve bunu bir saplantı haline dönüştürmüştür. Bu yorucu arayış, delilikle dahilik arasında gidip gelmesine sebep olmuş, onu münzevi bir hayata sürüklemiştir. Halüsinasyonlar görmeye başlar, paranoyaklaşır ve sonuca yaklaştığını hissettiğinden kendisinin seçilmiş kişi olduğu düşünür. Şiddetli baş ağrıları ve geçirdiği nöbetlerle fiziksel, yıllardır süren ızdırap verici arayışı ise ruhsal anlamda çöküşün eşiğine getirmiştir onu. 

Diğer yandan kabalacı Yahudiler kendisine yanaştığında, Max’in de bir Yahudi olduğunu anlıyoruz ama dindar olmadığını daha doğrusu dinle işi olmadığını öğreniyoruz. Büyük şirketler peşine düştüğünde ise materyalist olmadığını söyleyen bir Max var karşımızda. Görüldüğü üzere Max, ne maddi dünyayla ilgilenmekte ne de uhrevi olanla. Sadece varoluşunu anlamlı kılabilmek istiyor. Amacına ulaştığında ne yapacağına ilişkin hiçbir fikrimiz yok. Bu noktada Max’in meslektaşlarından bir çırpıda ayrıldığını, klasik bir bilim insanı olmadığını söyleyebiliriz. Onun motivasyonu çok daha farklı. Saf bir gaye ile bilinmeyenin bilgisine ulaşabilmek… 

Hayatın anlamını aramak 

Aslında hepimizin içinde bir Max Cohen gizlidir. İnsanoğlu ezelden beri varoluşunu sorgulayagelmiş, hayatın anlamını aramıştır. Hakikate ulaşabilmek için hepimiz farklı metotlar kullanmışız. Bazılarımız felsefeden, bazılarımız dinden, bazılarımız da bilimden medet umarak en büyük sırra erişebilmeyi arzulamışız. Max ise matematiğe dayanarak tez ve hipotezler üretiyor ve anlam arayışında belli bir mesafe katetmeyi başarıyor. Her bilim insanı gibi keşif tutkusuyla yanıp tutuşuyor. Ancak bulacağı sonuç dünyadaki kaosa bir son mu verecektir yoksa daha büyük bir kaosa mı yol açacaktır? İşte bu ikilem Max’in kontrolünü kaybetmesi anlamına geliyor. Bilimin insanlık yararına hizmet etmesi gerektiğini düşünen Max, peşine düşen uluslar arası şirketler ve kafayı kabala ile bozmuş dindar Yahudilerden kurtulabilmek ve daha önemlisi sır açığa çıktığında oluşabilecek kargaşanın sorumluluğundan kaçabilmek için bir karar vermesi gerektiğini anlıyor. Bu anlamda Max’in seçimi oldukça önemlidir. Ve vardığı sonuç da bilmediğini bilmenin en iyisi olduğu yönündedir. Huzuru ancak bu gerçeği kabullendiğinde yakalayabilmiştir. Senaryoyu da kaleme alan yönetmen Aronofsky, hayatı anlamlı kılanın belki de o arayışın kendisi olduğunu söylemek istemiştir. Peki bir de şöyle düşünelim: Hakikat dediğimiz şey gerçekten bulunmak istiyor mu? İnsanoğlu hayatın anlamına vakıf olduğunda ya bir yığın anlamsızlıkla baş başa kalırsa? İşte Pi’nin düşündürdüğü sorulardan birkaçı… 

Halüsinatif bir yolculuk… 

Aronofsky, tüm film boyunca bizi ana karakterimiz Max’in zihninde gezindiğimiz hissiyatını yaratır. Max’in bilgisayar ağıyla donatılmış odasının, beyninin içini simgelediğini düşünmemiz olasıdır. Bu yorumu filmin geneli için de yapabiliriz. Zaten bazen hangi sahnenin sanrı hangi sahnenin gerçek olduğunu ayırdedemeyiz. Bu da yönetmenin istediği etkiyi yakaladığının ispatıdır. Siyah-beyaz renk tercihi, ışık-gölge oyunları, ani yakın çekimler, sallanan kamera, gece çekimleri, Max’in içinde bulunduğu durum, paranoyası ve Clint Mansell’in müzikleri filmin tekinsiz atmosferine hizmet eder ve Aronofsky’nin hakiki bir gerilim yaratmasına imkan tanır. Filmin bir kabusu andıran atmosferi finali daha anlamlı kılar. Aronofsky finalde sanki şu soruyu dile getirmek istemiştir; bilginin getireceği kaosu mu tercih edersiniz, yoksa cehaletin getirdiği mutluluğu mu? Kuşkusuz ki, her seyircinin kendi cevaplarını bulmasını istemiştir yönetmen. Daha önce bahsettiğimiz gibi herkesin içinde bir Max Cohen gizli olduğuna göre, siz hangi seçeneği tercih ederdiniz diye sormadan duramıyorum. 

Aronofsky, bir ilk film için öyle yetkin bir iş ortaya koydu ki, tüm dikkatleri üzerine çekmekte hiç zorlanmadı. Bugün, yönetmenin sinemasını değerlendirirken, o sinemanın kişisel özelliklerini henüz ilk filminde görebilmek mümkündür. Hızlı kurgu, tekrarlanan sahneler ve tekrarlanan sahnelerin aynı kurguyla verilmesi ve sayısız kesme yapmak bunlardan sadece birkaçı. Aronofsky, daha sonra The Fountain’de tekrarlayacağı gibi; bilimi, dinsel argümanları, mistisizmi, felsefeyi, tarihi ve efsaneleri bir potada kusursuzca eritmiştir. Pi; düşünsel anlamda oldukça zengin, seyircisinin aktif katılımını isteyen özel bir film, bir başyapıttır.

4 Kasım 2011

Persepolis

Marjane Satrapi'nin otobiyografik çizgi romanından uyarladığı 2007 yapımı animasyon çalışması 1970'lerde İran'da yaşanan devrimi ve ardından yaşanan süreci küçük bir kız çocuğunun gözünden anlatıyor. Persepolis'in neredeyse tamamı Marji adlı küçük kızın anılarından oluşuyor. Dolayısıyla da 3-4 sahne haricinde siyah-beyaz bir animasyon bekliyor bizleri. Persepolis'in en dikkat çekici ve onu diğer animasyonlardan ayıran özelliği elbette çizim tekniği. Marjane Satrapi çizgi romanındaki üslubunu, yönetmenliğini de üstlendiği (Vincent Paronnaud ile birlikte) filmde tekrarlayarak çok doğru bir iş yapmış.

Tahran'da ailesiyle birlikte yaşayan Marji zeki ve cesur bir kızdır. Yaşanan savaş ve Şah devriminin yıkılmasıyla Marji'nin ailesi daha demokratik bir sürecin başlayacağına inanmaktadırlar ancak İran halkını zor günler beklemektedir. Ailesi, 14 yaşına geldiğinde Marji'yi Viyana'ya gönderir. Marji burdaki hayata uyum sağlamakta zorlanır ve yıllar sonra İran'a geri döner. Yaşadığı kültürel değişim sonucunda artık her şeye farklı bir gözle bakmaktadır.


Marjane satrapi, yaşadıklarını oldukça sahici ve samimi bir şekilde anlatmayı başarıyor. Bilhassa Marji'nin farklı bir kültüre alışma çabaları ard arda giren birbirinden güzel sahnelerle hedefini tam onikiden vuruyor. Film vizyona girdiğinde beraberinde bir çok tartışmayı da getirdi. Eleştirel tavrı ülkesi İran'da tepki çekti. Persepolis'in ele aldığı hikayeyi ve eleştirel tavrını düşünürsek yetişkinlere hitap eden bir animasyon olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Film, gösterime girdiği yıl Cannes film festivalinde jüri özel ödülünü aldı. Oscar'larda ise en iyi animasyon dalında aday olmasına karşın ipi göğüsleyemedi. Sinema yazarları ve genel izleyici kitlesinden geçer not aldığını hatta başyapıt olarak karşılayanların da bulunduğunu belirteyim. Henüz izlememiş olanlar varsa fransızcasını tercih etmelerini tavsiye ediyorum. Filmin seslendirme kadrosunda Fransız Sinemasının en önemli isimlerinden Catherine Deneuve gibi dev bir ismin de yer aldığını söyleyelim.


Neşe dolu küçük bir kız olan Marji'nin kafaya koyduğu iki hayali vardı: Büyüyüp bacaklarını traş etmek ve Galaksinin son peygamberi olmak. İşte böyle bir çocuğun yitip gidişini yer yer neşeli yer yer de hüzünlü bir dille anlatmayı başaran Persepolis farklı bir tat arıyorsanız tam size göre