27 Aralık 2016

İntikam Meleği: Ms. 45


Amerikan bağımsız sinemasının, 80’li ve 90’lı yıllarda çektiği kalburüstü tür filmleriyle tanınan isimlerinden Abel Ferrara, o günleri aratsa da hiçbir eseri popüler olamadığı için sinemaseverler için filmleri hala saklı hazine olarak niteleyeceğimiz bir yönetmen. Ferrara’yı uluslararası üne kavuşturan filmi Ms. 45, hala pek bilinmiyor ne yazık ki. Bir suç gerilimi olan Ms. 45’i önemli kılan ana karakterimiz Thana ve onun inanılmaz dönüşümü. Dolayısıyla filmi de bu bağlamda ele almak gerekiyor.

Dilsiz olmasının yanı sıra çekingen bir genç kız olan Thana, işten eve dönerken, tenha bir köşede maskeli ve silahlı biri tarafından tecavüze uğrar. Polise gitmek yerine evine döner. O sırada evini soymakla meşgul olan soyguncu da ona tecavüz eder. Bu kez tecavüzcüyü öldürmeyi başaran Thana, farkında olmasa da geri dönülmez bir yola girer. Filmin hızlı açılış kısmını bu şekilde özetleyebiliriz. Thana’yı tam anlamıyla tanıyamadan, başına gelen trajik olaylar silsilesiyle biz de sarsılıyoruz. Geçmişine dair hiçbir şey bilmediğimiz Thana, yalnız yaşayan ve kendi ayakları üzerinde durmayı başarmış bir kadın. Her ne kadar zarif ve kırılgan bir yapısı olsa da karşılaştığı olaylar karşısında, daha çok o olaylardan sonra soğukkanlılığını koruyabilmesi, kaybetmeyi kabullenmemesi ve savaşçı özelliğiyle ilintili. Aynı gün iki farklı erkek tarafından tecavüze uğraması Thana’nın erkeklere bakışını kaçınılmaz bir şekilde tamamen değiştiriyor. Aslında kaçmayı, eski hayatına gönülsüzce devam edebilmeyi umarken, hayat buna izin vermiyor. Dolayısıyla da Thana, sessiz bir intikam yemini etmek zorunda kalıyor diyebiliriz. Ancak bu yemin sağ kalan tecavüzcüsüne değil, kadınlara kötü davranan, onları birer seks objesi olarak gören tüm erkeklere yönelik. Taxi Driver’ın Travis Bickle’ı gibi şehri pisliklerden temizlemek için harekete geçiyor Thana. O ürkek kız, yavaş yavaş ancak emin adımlarla yerini korkusuz bir Amazon’a bırakıyor deyim yerindeyse. Ferrara, Thana’nın dönüşümünü olması gerekenden hızlı bir şekilde veriyor. Nasıl oldu da Thana, bu noktaya gelebildi net bir biçimde algılayamıyoruz. Filmin belki de tek kusuru bu. Bu kusuru görmezden gelirsek, Thana’nın kişiliğiyle birlikte kıyafetlerinin ve görünümünün (makyaj da yapmaya başlıyor) de değişmesi iyi düşünülmüş bir detay. Geceleri korkusuzca erkek avlamaya çıkan Thana’nın erkekleri öldürürken hedefine kilitlenmiş bir Terminatör gibi hareket ettiğini görüyoruz. Yaşadığı travmatik olayın onu bu yola sürüklemesini karakteristik özelliklerine yormalıyız. Hissizleştiğini, bu hayattan bir beklentisinin kalmadığını ve eski Thana’yı gömdüğünü söyleyebiliriz. Thana yeniden doğuyor, bambaşka bir kadın olarak…

Mezarına Tüküreceğim (I Spit on Your Grave)’de olduğu gibi tecavüze uğrayan bir kadının intikamını izliyoruz. Ancak orada korku filmi kalıpları veya klişelerine hapsedilen mevzu, Ferrara’nın filminde sosyal psikolojinin alına girilerek işleniyor ve böylece derinlik de yakalanabiliyor. Toplumsal şartların modern bireyi nerelere sürükleyebileceğinin, özellikle de kadınlara biçilen rolün, kadının meta olarak görülmesinin sonuçlarının nerelere varabileceğinin filmi olduğunu söyleyebiliriz Ms. 45’in. Hikâyesini ele alırken farklı yollara sapmayan, ana temayı besleyecek ve zenginleştirecek hikâyeciklere gereksinim duymayan Ferrara, tertemiz bir anlatımla mesajlarını verirken, usta işi yönetmenliğiyle de filmi unutulmaz kılmayı başarıyor.

24 Aralık 2016

Snowden'a Dair...


3 Oscar ödüllü Oliver Stone, Amerikan istihbarat tarihinin en geniş kapsamlı güvenlik ihlalinin sorumlusu olarak bilinen Edward J. Snowden’ın hikayesini beyazperdeye aktardığı son filmi ile Snowden geri dönüyor. Film, 6 Ocak'ta vizyona giriyor.

Filmin konusu

Edward Snowden’ın, CIA’e girmek istemesinin en büyük sebebi, ülkesinin dünyada bir fark yaratmasına yardımcı olmaktı. Amerikan hükümetinin güvenlik adı altında e-postalara, sosyal medya hesaplarına, cep telefonu mesajlarına, hard disklerinize, kredi kartı ekstelerinize ve hatta masanızın üzerinde duran bilgisayar kamerasına kadar erişebildiğini öğrendi. İnternetin hudutsuz dünyasında hükümetler için gizli hesap diye bir şeyin olmadığını ve tüm bunların gizli kanunlarla yasallaştırıldığını 2013 yılı Haziran ayında tüm dünyaya duyurduğu gün “Amerikan tarihinin gördüğü en büyük vatan haini” ilan edilirken aynı zamanda da bir kahramana dönüştü. Üzerine kitaplar yazılan, belgeseli Oscar Ödülü kazanan Eward Snowden’ın gerçek hikayesi, bu kez Oliver Stone yönetmenliğinde Joseph Gordon-Levitt, Shailene Woodley, Melissa Leo, Nicholas Cage, Zachary Quinto, Tom Wilkinson’un bulunduğu ödüllü oyuncu kadrosuyla karşımıza çıkıyor.

Filme dair önemli detaylar

Platoon, JFK, Natural Born Killers ve Wall Street gibi çeşitli tarzlardaki beğeni toplamış filmleriyle Oliver Stone, kariyerini Amerikan kültürünün önemli noktalarını inceleyerek geçirdi. Vietnam Savaşından 9 Eylül’e kadar, filmlerinde kişisel olduğu kadar evrensel de olan tartışmalı konuları cesurca ele aldı. Edward Snowden’ın hikayesi, Stone’un yüksek makamlardaki riyakarlıkları ortaya çıkarmadaki ustalığı için adeta biçilmiş kaftan olarak çıktı karşısına.

Yeri göğü sarsan açıklamalarından önce, Edward Snowden her yönüyle kendini Amerikan hükümetine yardıma adamıştı. Devlet hizmetine adanmış bir ailede büyüdü ve ilk iş olarak seçilmiş Özel Kuvvetler’e ve Irak Savaşına katılma hedefiyle orduya yazıldı. Orduda, idmanlar sırasında geçirdiği bir kaza nedeniyle bacakları kırılan Snowden, yarış dışı kalmıştı. Sonrasında ise CIA’de ve daha sonra NSA’de bir kariyere yöneldi.

Oliver Stone, Snowden’ın hikayesinde henüz kamuya ifşa edilmemiş ne gösterebileceğini düşündü. Halihazırda Snowden’ın yolculuğunu anlatan Oscar kazanmış bir belgesel (Citizenfour), olay üzerine yazılmış birkaç kitap vardı. Stone’un kendi sözleri ise şöyle: “Ed’in zihninde olanları incelemek istediğime karar verdim, onu tüm bunları insanlara anlatmak zorunda hissettiren şey neydi? Ve bedelini biliyor muydu?”

Edward Snowden’ın Rus avukatı Anatoly Kucherena, Stone’un yapımcısı Moritz Borman ile irtibata geçti. Kucherena, bir kurgu hikâye yazmıştı ve Stone ile görüşüp romanının filme uyarlanışı hakkında konuşmak istiyordu. Avukat ile ön görüşmelerin ardından, Snowden’ın kendisi ile tanışmak için Stone Moskova’ya uçtu. “Başta kurgu üzerinden gidip gitmeyeceğimizden emin değildim,” diye açıklıyor Stone. “Hikâyenin iskeletini arıyorduk. Onunla konuşup biraz daha bilgi sahibi olunca kafamda bir taslak hikâye canlandı ve nasıl bir yol izleyebileceğimi gördüm.”

Yapımcılar sonunda hem Kuchenera’nın kitabını hem de Guardian muhabiri Luke Harding’in olayları ifşa eden gazetenin gözünden anlattığı The Snowden Files’ı kullanmaya karar verdi. Snowden’ın yardımlarıyla Stone, daha önce de kendisiyle birlikte Stuart Cohen’in The Army of the Republic romanının sinema uyarlaması üzerine çalıştığı, Tommy Lee Jones filmi The Homesman’in yetenekli genç yazarı Kieran Fitzgerald ile bir senaryo üzerine çalışmaya başladı.

Stone’a göre hikâye Edward Snowden’ın politik ve kişisel evrimi üzerine kurulu. “Long Island’dan kalkıp Vietnam Savaşına inandığı için savaşa giden Ron Kovic’i anlatan Born on the Fourth of July ile bir benzerlik var. Tamamen hayal kırıklığına uğrayıp Birleşik Devletlere savaş karşıtı protesto yapmak için geri dönüyor. Eninde sonunda bir kahraman olarak görülüyor. Bay Snowden için de benzer bir sonuç olacak mı bilmiyorum. Casusluk Kanunu ve hakkındaki suçlamalar yüzünden çok daha zor bir durumda.”

Filmi, antreman sırasında geçirdiği kazasıyla başlıyor ve devamında, buluştukları otel odasından Snowden’ın hayatındaki önemli anlara geri dönüşler yapıyor. “Özel Kuvvetler’e katılmak istedi, ama iki bacağını da kırdı,” diyor film yapımcısı. “Sonra CIA’e katıldı ve yükselmeye başladı. Irak Savaşı’na sonuna kadar inanan bir vatanseverdi. O zamanlardaki çoğu Amerikalı gibi doğru şeyi yaptığını savunuyordu.”

Yazarlar hikâyede yer yer sanatsal ve ahlaki nedenlerden ötürü kurmaca bazı eklemeler yaptıklarını fakat Snowden’ın macerasının özüne sadık kaldıklarını söylüyorlar. “Ed’in bize söylediği her şeyi sizinle paylaşamam,” diye açıklıyor Stone. “Ne yazık ki bir kısmı sır olarak kalmalı. Bence bu durumun tek çözümü Ed’in günün birinde bir kitap yazması.”

Sonuç olarak Edward Snowden hakkında neler hissettiği sorulduğunda, Kieran Fitzgerald belgeleri sızdıranın Snowden olmasının büyük bir şans olduğunu söylüyor. “Amerikan vatandaşı olmayı çok ciddiye alıyor ve herkesin vatandaşlık görevini ciddiye almasını bekliyor. Eğer 70’lerde CIA’in postaları okumasını dert edindiyseniz, e-postaları da dert edinmelisiniz.”

Yapım ekibi, film bittikten çok sonra bile insanları konuşturacak bir son sahnenin çekimi için tekrar Moskova’ya döndü. “O sahneyi bitirmek büyük bir gurur kaynağıydı,” diyor Stone. “Önemi olan bir film yapmıştık, gerçekçi bir gerilimi olan bir film.”

Yine de yapımcı işinin etkisi konusunda oldukça pragmatist. “Herhangi bir şeyi yeniden kurmaya çalışmıyorum,” diyor. “Bir filmle yapabilecekleriniz oldukça kısıtlı ve eylemcilik peşinde değilim. Sadece vicdanıma ve tutkuma uygun şeyleri yapmaya çalışıyorum.”

20 Aralık 2016

İlk İzlenim: Blade Runner 2049


Bilimkurgu klasiklerinin bir bir yeniden çevrildiği ve yeni serilerle yoluna devam ettiği bir dönemde, başta bu kervana katılmasından endişe duyduğumuz Blade Runner, endişelerimizi boşa çıkaran bir devam filmiyle geri dönüyor. Arrival ile bilimkurgu sinemasındaki yetkinliğini kanıtlayan Denis Villeneuve, Blade Runner 2049 için doğru isim olduğuna ilk fragman sonrasında bizleri inandırmayı başardı.

Öncelikle devam filminin konusuna kısaca değinelim. Blade Runner 2049, hikâyesini ilk filmin 30 yıl sonrasına taşıyor. K adlı bir LAPD polis memuru (Ryan Gosling), toplumu derinden sarsacak bir gizemi açığa çıkartır. Açığa çıkan bu gizem, Polis memuru K’yi, kayıp LAPD memuru Rick Deckard’ı bulma görevine sürükler.

Filmde Rick Deckard’ın olması orijinal Blade Runner ile sıkı sıkıya bağlı bir Blade Runner devam filmi izleyeceğimizin ispatı niteliğinde. Çünkü filmin kısa sinopsisinden anladığımız kadarıyla Blade Runner 2049’un hikâyesi orijinal filmin üzerine kurulmuş gibi duruyor. Dedikodulara göre filmde açığa çıkan gizeminin dört yıl ömrü olan Replikaların bu yasal standarttan çok daha uzun ömürlü yeni bir türünün olabileceği yönünde. Böyle bir durumda geleceğin dünyasında insandan daha fazla replika olabileceği sonucuna da varılabilir. Tabi ana hikâyenin şimdilik sır gibi saklanmasını anlayışla karşılamak gerekiyor. Blade Runner’a devam filmi çekilmesi ve bu devam filminde Rick Deckard’ın olması, Deckard insan mıydı, yoksa bir replika mı sorusunu anlamsız kılıyor. Bu elbette Ridley Scott’ın klasiğine gönülden bağlı bizler için ciddi bir sorun. Devam filmi, orijinal filmin gizemini bozmamalı. Duyduğumuz kadarıyla yönetmen Villeneuve, bu soruya cevap vermeyeceğini söylemiş.

Blade Runner 2049’un ilk fragmanı görsel açıdan izleyen herkesi büyüledi. Orijinal filmden aşağı kalmayan bir görselliği var bu filmin. Görüntü yönetmenin Roger Deakins olması çok doğru bir tercih. Oyunculara gelirsek Ryan Gosling her ne kadar bir bilimkurgu oyuncusu olmasa da sanırım rolünün altından kalkacak. Daha önemlisi bilimkurguda yadırgamayacağız kendisini. Fragmanda göremesek de Jared Leto da filmin ağır toplarından biri olabilir. Ancak Harrison Ford’un varlığı her şeye bedel. Sinemada bir Blade Runner filmi izleyecek olmak da öyle… Kısa tutulan ilk fragman fazla ipucu vermiyor. Daha ziyade heyecan yaratıyor diyebiliriz.

Blade Runner 2049, 6 Ekim 2017'de vizyona girecek. Heyecanlı bekleyişe devam…

16 Aralık 2016

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #56 The Devils


İngiliz sinemasının en özel yönetmenlerinden biri olan Ken Russell’ın İtalya, İrlanda ve Finlandiya gibi bazı Avrupa ülkelerinde yasaklanan çalışması The Devils (Şeytanlar), seyircisini şok etme konusunda son derece başarılı bir tarihi film. Russell’ın Aldous Huxley’nin The Devil of Loudun adlı kitabından uyarladığı film, tarihsel gerçeklere dayanıyor. Film de zaten ana karakterlerin yaşadığı ve detayları farklılık gösterse de ana olayların gerçekten yaşandığı ön bilgisiyle açılıyor. Her ne kadar bugün “True Story” bilgilendirmesi laçkalaşmış ve önemini kaybetmiş olsa da 70’li yıllarda durum böyle değildi. Dolayısıyla filmin sertliği olayların gerçekliğiyle birleşerek canınızı yakacak!

17. yüzyıl Fransa’sında bağımsız Loudun eyaletinde yaşanan olayları konu ediniyor The Devils. Peder Urbain Grandier adlı ana karakterimizin bir grup rahibeyi baştan çıkararak şeytana uymakla suçlanması ve bunu da şeytanın hizmetkârlığını yaparak gerçekleştirdiği iddiasıyla sorgulanmasının hikâyesi Russell’ın cesur anlatısıyla unutulmaz bir sinema deneyimine dönüşüyor. Şunu hemen belirtmekte fayda görüyorum: The Devils, ne klasik bir cadılıkla suçlanan insan hikâyesi ne de bir şeytan çıkarma filmi. Her ikisi de filmde kendisine yer bulsa da cüretkârlığı, kendine özgü şiddeti ve tarzıyla özel bir yapım bu. Dinin ve inancın, kitleleri istedikleri gibi yönetmek isteyen kral ve erkânınca nasıl bir sömürü aracına dönüştüğünü gözler önüne seren film, yozlaşmış din adamlarına ve kiliseye sert bir darbe indiriyor. Russell, sözünü sakınmıyor, mevzu ne kadar bıçak sırtı olsa da cesur ve ayrıksı sinemacı kimliğinden taviz vermiyor. The Devils’in benzerlerinden ayrılmasının ve yasaklı filmler listesine girmesinin sebebi de bu. Manastırdaki rahibelerin cinsel arzularını, bastırılmış duygularının açığa çıkmasını sakınmadığı bir cüretkârlıkla beyazperdeye aktaran Russell, dogmatik düşünceye savaş açıyor. Aracıları ortadan kaldırmak gerektiğini, inancın olduğu yerde çıkarların söz konusu olamayacağını ifade ediyor yönetmen. Russell’ın coşkun anlatımıyla seyircisini neye uğradığını şaşırtan The Devils, gerçek bir kült film. Önerirken iki kez düşündüm. İzlemeye niyetlendiyseniz siz de iki kez düşünün!

12 Aralık 2016

74. Altın Küre adayları açıklandı


74. Altın Küre Ödülleri'nde adaylar açıklandı. The Tonight Show ile tanıdığımız Jimmy Fallon'un sunacağı Altın Küre Ödülleri, 8 Ocak'ta sahiplerini bulacak.

En İyi Film (Drama)
Hacksaw Ridge
Hell or High Water
Lion
Manchester by the Sea
Moonlight
En İyi Film (Komedi/Müzikal)
20th Century Women
Deadpool
Florence Foster Jenkins
La La Land
Sing Street
En İyi Yönetmen
Damien Chazelle | La La Land
Tom Ford | Nocturnal Animals
Mel Gibson | Hacksaw Ridge
Barry Jenkins | Moonlight
Kenneth Lonergan | Manchester by the Sea
En İyi Erkek Oyuncu (Drama)
Casey Affleck | Manchester by the Sea
Joel Edgerton | Loving
Andrew Garfield | Hacksaw Ridge
Viggo Mortensen | Captain Fantastic
Denzel Washington | Fences
En İyi Kadın Oyuncu (Drama)
Amy Adams | Arrival
Jessica Chastain | Miss Sloane
Isabelle Huppert | Elle
Ruth Negga | Loving
Natalie Portman | Jackie
En İyi Erkek Oyuncu (Komedi/Müzikal)
Colin Farrell | The Lobster
Ryan Gosling | La La Land
Hugh Grant | Florence Foster Jenkins
Jonah Hill | War Dogs
Ryan Reynolds | Deadpool
En İyi Kadın Oyuncu (Komedi/Müzikal)
Annette Bening | 20th Century Women
Lily Collins | Rules Don’t Apply
Hailee Steinfeld | The Edge of Seventeen
Emma Stone | La La Land
Meryl Streep | Florence Foster Jenkins
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Drama)
Mahershala Ali | Moonlight
Jeff Bridges | Hell or High Water
Simon Helberg | Florence Foster Jenkins
Dev Patel | Lion
Aaron Taylor-Johnson | Nocturnal Animals
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Drama)
Viola Davis | Fences
Naomie Harris | Moonlight
Nicole Kidman | Lion
Octavia Spencer | Hidden Figures
Michelle Williams | Manchester by the Sea
En İyi Senaryo 
Hell or High Water | Taylor Sheridan
La La Land | Damien Chazelle
Manchester by the Sea | Kenneth Lonergan
Moonlight | Barry Jenkins, Tarell Alvin McCraney
Nocturnal Animals | Tom Ford

En İyi Animasyon Film
Kubo and the Two Strings
Moana
My Life as a Zucchini
Sing
Zootopia
En İyi Özgün Müzik
Arrival | Jóhann Jóhannsson
Hidden Figures | Benjamin Wallfisch, Pharrell Williams, Hans Zimmer
La La Land | Justin Hurwitz
Lion | Dustin O’Halloran, Hauschka
Moonlight | Nicholas Britell

Yabancı Dilde En İyi Film
Divines
Elle
Neruda
The Salesman
Toni Erdmann

10 Aralık 2016

Harika fikirlerden harcanan fikirlere: Iceman


Bazı hikâyeler o kadar iyi veya o kadar ilgi çekicidir ki, o hikâyeler nasıl ele alınırsa alınsın, ortaya çıkan film sizi tatmin etmese de en azından izlediğinize pişman olmazsınız. Böyle durumlar için hikâyenin potansiyelinin değerlendirilemediği yorumunda bulunabiliriz. Hikâyenin potansiyelini değerlendiremeyen kimdir? Elbette senaristtir. Yönetmeni ikinci plana atmak zorundayız. Elindeki senaryodan en iyisini çıkarmak için çabaladığına da inanıyorsak özellikle… İşte Fred Schepisi’nin yönetmen koltuğunda oturduğu Iceman, tam da bahsettiğimiz durumdan muzdarip bir yapım. Şimdi filmin ne anlattığına ve nasıl anlattığına bir bakalım.

Bir araştırma ekibi kutuplarda 40 bin yıllık olduğunu düşündükleri donmuş bir Neandertal insan bulurlar. Bilime hizmet etmesi amacıyla, mağara adamının buzlarını çözüp onu parçalamayı düşünen bilim insanları, hiç ummadıkları bir durumla karşılaşır. Hücreleri yaşayan mağara adamı hayata döndürülür. Peki, şimdi ne olacaktır? Filmin çıkış noktası; bir mağara adamını günümüze getirebilsek ondan ne öğrenebilirdik, ona nasıl yaklaşırdık ve onun bize ve yabancısı olduğu dünyaya yaklaşımı nasıl olurdu? gibi sorular. Schepisi’nin filmi bu sorularla ilgilense de gerek bilimsel gerekse de felsefi açıdan yetersiz kalıyor. Prodüksiyon içerisinde hikâyenin potansiyelini görebilen, görse de buna müdahale edebilen kimse olmamış. Esasında Iceman’i hayata geçiren ekibin böyle bir amacı olmadığını kabul etmemiz gerekiyor. 

Iceman’de ana karakterimiz tam da olması gerektiği gibi bir antropolog. Neandertal insanın dilinden anlayabilecek, onla iletişime geçebilecek tek kişi kendisi. Neandertal insan hayata döndüğünde, “Şimdi ne olacak? sorusuna mantıklı bir cevap verebilen ve izlenmesi gereken yolu gösteren de antropologumuz Shepherd oluyor. Shepherd, “Nasıl evrildiğimizi öğrenebiliriz” dese de, film daha basit sorulara cevap aramakla yetiniyor. Bu soru üzerinden gidebilmek için öncelikle senaryonun evrim bilimcilerin uzmanlığından faydalanılarak yazılması şart. Neandertal insanın görünümünün ve davranışlarının görsel karşılığını bulabilmek için uzman desteği alınmış şüphesiz ama bu zaten filmi çekebilmek için bir zorunluluk. Varmak istediğim nokta, basit soruların peşinden giderseniz, basit kalırsınız. Hedefi yükseğe koymayıp, mağara adamına günümüzde bir macera yaşatmakla yetinirseniz unutulmaya mahkûm olursunuz. Farkedilmezsiniz. Iceman’i kaç kişi izledi? Bu filmin varlığından haberdar mıyız? Konuyla yakından ilgili olanlar dışında izleyeninin çok olmadığını biliyorum. 

Iceman, Schepisi’nin memur yönetmenliğine rağmen eli yüzü düzgün bir film. Konuya ilgi duyuyorsanız, filmi de ilgiyle izlemeniz kaçınılmaz. İnsanoğlunun kötücül yanını göstermesi ve modern insan ile ilkel insanı karşılaştırarak vardığı sonuçlar düşündürücü. “40 bin yılda çok değiştik ama iyi yönde mi?” Filmde bunun gibi cımbızla çekebileceğimiz cümlecikler ve sorular var. Medeniyetle ve modernlikle üzerimizdeki vahşiliği atsak da hayvanlara ve doğaya hükmetme, dünyaya hâkim olma isteğimizin baki olduğu sonucuna varıyoruz. Eskiden vahşiydik, tehlikeliydik. Ya bugün? Aslında değişen pek bir şey olmadığını görüyoruz. Iceman en azından bu husustaki eleştirel tavrıyla takdir edilmeli diye düşünüyorum.

7 Aralık 2016

Nocturnal Animals ekibi filmi anlatıyor


Kendi gerçeklerinde yaşayan veya yaşamaya çalışan erkeklerin ve kadınların psikolojik ve duygusal dalgalanmalarını cesurca inceleyen Gece Hayvanları (Nocturnal Animals), yazar/yönetmen Tom Ford’un ödüllü A Single Man'den sonraki ikinci filmi. Bir hikaye tarafından tüketilen ve hikayeyi tüketirken geçmişiyle bugünü arasında sıkışıp kalan bir kadını konu alan film, 9 Aralık'ta ülkemizde de vizyona giriyor.

Yapımcı, Austin Wright’ın 1993 kitabı Tony and Susan’ı sinemaya uyarlarken kendisini bir kez daha hem senaryoya hem görüntüye eşit yoğunlukta odaklanırken bulmuş. Yönetmen Ford şunları söylüyor; “Yazmak, film yapımının en sevdiğim yanlarından biri. Senaryo aşamasında süreç tamamen tekil. Film de bu noktada sadece benim zihnimde, en mükemmel şeklinde var oluyor. Yazarken karakterlerle ve dünyalarıyla ilgili görüntüleri toplayarak başlarım. İç mekanlara, lokasyonlara, yarattığım karakterlerin farklı dünyalarında yaşayan gerçek insanlara ait görüntüler ararım. Sonra yazmaya başlarım ve genelde fotoğraf araştırmasında karşılaştığım detayları senaryoya aktarırım. Karakterlerimizin Gece Hayvanları’nda yaşadığı dünyalar benim son derece aşina olduğum dünyalardır. Teksas ve New Mexico’da büyüdüm ve hikayenin Batı Teksas’ta geçen kısmını yazmak benim için çok kolaydı ve Susan’ın Los Angeles’ta yaşadığı, bir şekilde arıtılmış dünya da benim için çok tanıdıktı. Her sesi ve görüntüyü gözümde canlandırırım ve genelde neredeyse film kareleri şeklinde yazarım.” 

“Gerçekten çekim aşamasına geldiğimizde genelde yakalamak istediğim detayların çoğunu çözmüş olurum. Güçlü bir yapım ekibiyle, güçlü oyuncularla çalışmanın güzelliği de çekimler sırasında benim hayal edemediğim spontan şeylerin yaşanmasıdır ve bunlar nihai ürünü çok daha zengin ve detaylı kılar. Çekim sırasında açık fikirli olmak ve bir şeylere yeni bir gözle bakmaya çalışmak önemlidir. Genelde çalışma masama yazmak için oturduğumda hayal ettiğimden farklı olsalar da çoğu zaman asıl an ve performans, filmin katmanlarına ve karmaşıklarına büyük katkıda bulunur.” Sadece hikaye içinde hikaye olmayan aynı zamana insan arzusunu, hırsını ve hoşgörüsünü inceleyen bu hikayeyi anlatma arayışında Ford, hem yönetmenlik, hem de senaryo yazarlığı yeteneklerini ilk filminden daha büyük bir oranda çalıştıracağını fark etmiş. 

A Single Man, önceki yıllara geri dönüşlerle 1962 yılında geçse de büyük oranda bir adamın dünyasını anlatıyordu. Buna karşın Gece Hayvanları, üç karakterin serüvenine, birbirleri arasındaki yolları kapatarak köprüler kuruyor. Tony and Susan’ı Gece Hayvanları için senaryoya aktarırken modern yaşam tarzı sahneleri, başroldeki Susan Morrow karakterinin ne kadar kayıp ve izole olduğuna dair aşırı uçları gözünde canlandırmasına yol açmış. 

Şunları söylüyor; “Bir film yaparken benim nihai amacım stil değildir. Özü olmayan bir stilin içi boştur. Ancak stile de çok dikkat ederim çünkü karakterlerle ve hikayeyle ilgilidir. Setler ve kostümler, sadece izleyicileri bilgilendirmekle kalmaz ayrıca oyuncuların rolü tam olarak içselleştirmesine de yardım eder. Tonun sürekliliği de benim için önemlidir ve uyumlu bir dünya yaratmak için o görüntüler, biçimsel bir şekilde yakalanarak hem filmin müziğiyle hem de ses tasarımıyla birlikte çalışır.”

“Ben bir filmin binlerse kelime söylediğini ve sinemanın gerçek bir görsel araç olduğunu düşünürüm. Bence bir film sessizce oynamalı ve sözcükler ve dil ancak hikayeyi devam ettirmek gerektiğinde kullanılmalıdır. Bununla birlikte bana çok uzun sahneler yazdığımızı söylerler. Bu daha önce dikkatimi çekmeyen bir şey ama bence karakterler arasında bağ kurma arzumdan kaynaklanıyor. Hayatta güzel bir sohbetten daha çok sevdiğim hiçbir şey yoktur. Bu yüzden de hiç düşünmeden izleyicinin hiç konuşmadan bir şey yapan birini izlediği, araları diyalogların serpiştirildiği sahneler yaratma eğilimindeyim.” 

Uyarlama süreci biraz zaman almış. Sonunda nihai senaryosu kitaptan uzaklaşmış. Ford şöyle anlatıyor; “Tony ve Susan adlı kitap çok güzel yazılmış. Müthiş bir hikaye. Kurgu eser aracılığıyla anlatılan ahlaki bir kinaye, kitap içinde kitap kavramının yeni ve orijinal olduğunu düşündüm. Okuduğum anda sevdim ve çok güzel bir film olacağını düşündüm. Fakat uyarlaması çok kolay bir kitap değildi ve nasıl yaklaşacağıma karar vermem uzun zaman aldı. Kitapla film çok farklı şeyler ve bir kitabın edebi yorumu genelde beyaz perdede iş yapmaz. Bana göre kitabın bana hitap eden temalarını almak ve daha sonra onları ekranda abartmak ve incelemek önemlidir.”

Bu açıdan Gece Hayvanları bazı hikaye unsurlarının orijinal olmasına ve ortam aslında kitaptan tamamen farklı olmasına rağmen kitaba sadık kalmış. “Tony and Susan, büyük ölçüde Susan’ın kafasının içinde geçen içsel bir monologdur. Kitapta aklında olduğunu ifade ettiği duygularını aktarmak için sahneler yaratmam gerekti. Ama duygularını film boyunca bir dış ses olarak kullanmadan anlayabilmemiz için görsel olarak yaptım. Ayrıca Edward’ın romanı, kitapta biraz belirsizdir ve ekranda net olması için abartılması gerektiğini düşündüm.” Diyor.

Şunları ekliyor; “Daha kullanışlı bir not olarak da kitabın mekanı da değiştirildi. Bunun bir nedeni de kitabın cep telefonlarının yaygınlaşmasından önce, 90’ların başında yazılmış olmasıdır. Hikayeyi, cep telefonunun çekmediği farklı bir mekana taşımasaydım kitabın merkezindeki suçun yöntemi bugünün cep telefonları ve çevirim içi iletişiminde geçemezdi. Hikayeyi Batı Teksas’a taşımayı seçtim. Orijinal hikaye kuzeydoğuda geçiyor. Çünkü Batı Teksas’ta cep telefonunun çekmediği yerler olduğunu düşünülebilir. Ayrıca dünyanın iyi bildiğim yerlerinden biridir. Eski “Bildiğin konuda yaz” deyişini benimsiyorum. “Tony and Susan adlı kitapta Edward Sheffield ‘kimse kendisiyle ilgili olmayan bir şey yazma.” Der. Ben de buna filme yer vermeyi seçtim çünkü bu ifadeye katılıyorum. Her şeyi kendi varlığımızın filtresiyle görürüz.”

“Edward, Gece Hayvanları adındaki kurgu romanını yazdığında aslında Susan’la olan geçmişindeki detaylarından ve duygularından oluşmaktadır. Ama ben Edward’ın açıkça Susan’la hayatı ve Susan’ın kendisine yaptığı sonucunda ne hissettiğinin açıklaması hakkında kişisel bir hikaye yazdığını vurgulamak istedim. Örneğin geri dönüşlerden birinde Susan’ı, Edward’ın kısa hikayelerinden birini okurken görürüz. Hikayeden sıkılır ve Edward yıkılır. O sahnede kırmızı bir koltukta uzanmıştır. Bunun Edward’ın zihninde iz bıraktığı açıktır çünkü romanında Susan’ı temsil eden karakteri öldürmeyi seçtiğinde onu kırmızı kadife bir kanepeye koymayı seçer.”

“Romandaki katil, 70’lerden yeşil bir Pontiac GTO kullanır ve Susan’ın, Edward’ı terk ettiği geri dönüş sahnesinde aynı araba görülür. Birlikteki hayatlarından detaylar, Edward’ın kurgu hikayesi boyunca dağıtılmış ve Edward’ın bilincinde yer etmişlerdir. Aynı anlayışla, benim hayatımdaki birçok şey de film için senaryoya girdi.” Ford şunları söylüyor; “Beni kişisel olarak etkileyen filmdeki temalardan biri de kültürümüzdeki erkeksiliğin incelenmesidir. Kahramanlarımız Tony ve Edward, kültürümüzün genelde beklediği basmakalıp erkeksilik özelliklerini taşımazlar. Ama sonunda ikisi de zafer kazanır. Teksas’ta büyüyen bir erkek olarak ben klasik bir erkek değildim ve bunun acısını çektim. Tony ve Edward karakterleriyle empati kurdum ve onların azmi bana hitap ediyor.”

Anlatımın ileri hareketi, hikaye içinde hikaye gerçekten sürükleyici. Geçmişe bakıldığında, insanı içine alan bir sinema deneyimi olarak kopyalanacak gibi görünür. Filmi götüren karakterlerin, olaya son verme ihtiyaçlarıdır. Kimi çabalarını, daha biz onları görmeden harekete geçirmiştir. Kimi sözde bir ani gereklilikle yakalamaya çalışmaktadır. Üç ana karakterin görünüşlerinin ve kararlı eylemlerinin tam etkisini nakletmek Ford’un A Single Man filminde üstlendiği bir şey olmuş. Gece Hayvanları’nda üç ana karakteri canlandırma görevi, ikisi de izleyicilerin ilgisini kazanmış ve çeşitli duygulara erişebilme performansını kanıtlamış iki baş karaktere gitmiş. 

Ford, Oscar adayı Amy Adams’la “duyguları diyaloglar olmadan sadece yüzü ve anlamlı gözleriyle aktarma konusundaki göz alıcı yeteneği nedeniyle” ilgilenmiş. “Amy, gerçekten harika bir oyuncu. Gözlerinde saf ve gerçekçi olduğu hissedilen bir şey var. Susan karakterinin sempatik olmasını istedim. Susan’dan nefret etmek çok kolay olurdu çünkü filmde kendisinin de dediği gibi ‘her şeyi var’ ama yine de mutsuz biri. Hayatta gerçek doğasına zıt bir yol seçmiş. Bir anlamda yetiştirilme tarzından ve kültürümüzde kadınlardan beklenilenlerden dolayı bir kurban.” 

“Susan’ın karakteri, filmin büyük bölümünde okuyor ve okuduklarına sessiz bir şekilde tepki veriyor. Burası benim için Amy’nin inanılmaz yeteneğinin öne çıktığı yer. Performansında çok içten. Susan’ın acısına, ondan nefret etmemiz yerine bizim de empati kurmamızı sağlayacak şekilde erişebilmeyi sağladı. Susan’ı canlandırması çok ince ve detaylı ve birçok yönden filmdeki en zor roldü çünkü o karakterin hissettiği acıyı iletmek için büyük el, kol hareketlerine ve hatta dile bile güvenemedi.” The Master ve American Hustle filmlerindeki rollerinde görüldüğü gibi Adams’ın izleyiciyle özdeşleşmeyi sürdürürken karakterlerini gri tonlarına yönlendirmesi için Ford şunu söylüyor; “Susan karakteri, yüzeyde sakin ve kontrollü görünürken birçok karmaşık duygu katmanı barındırıyor.”

Adams şunları söylüyor; “Ben belli bir yaştayım bu yüzden hayatınızda belli bir yaşta, düşünceli olmayı, seçenekleri değerlendirmeye başlamayı ve hangi seçeneklerin ileri taşınacağını düşünmekle bağ kurabiliyorum. Susan’ın bu yönünü ve yalan yüzünden yanma duygusunu anladım. Olmak istediği kişiyle olmayı seçtiği kişi arasındaki çatışmayı asla aşamıyor. Şunları söylüyor; “Bu karakterle deneme yapma fırsatını elde ettiğimi hissettim. Sette Tom, kameranın uzun süre çalışmasına izin veriyordu. Bazen kendinizi çok düşünüyorsunuz ama sonra onu aşıp harika bir şeye yol açmak için mücadele etmeniz gerekiyor. Bu yüzden yönetmenler genelde bir oyuncunun mücadele ettiğini gördüklerinde “kes” komutunu verirler. Ama Tom, bunun bizi yoğun duygusal anlara taşıyacağını biliyordu.” 

Daha önce birbirlerinin karşısında rol yapmamış olsalar da Ford, bir başka Oscar adayı olan Jake Gyllenhall’ın Adams’la iyi bir çift olacağını düşünmüş. “İki tanınmış ve çok güçlü oyuncunun hem 20’li, hem de 40’lı yaşlarında karakterleri canlandırmasının inandırıcı olmasının zor olacağını düşündüm. Jake ve Amy bu yeteneğe sahip. Gençlikleriyle daha olgun yaşları arasında davranışlarındaki ve konuşmalarındaki ince değişiklikler çok ustacaydı. İkisi de bunu çok güzel bir şekilde başardılar.” 

Yapımcı Gyllenhaal’ın hikaye içindeki hikayenin zorlu sahneleri için çaba göstereceğinden de eşit derecede eminmiş. “Edward/Tony için Jake’i düşündüm çünkü Jake’in rollerinde aldığı risklere hayranım. Bu zor ve çaba isteyen bir roldü. Jake’in muhteşem bir iş çıkaracağını düşündüm ve kesinlikle pişman olmadım. Gyllenhaal, Ford’un senaryosunu okuduğu zamanla ilgili şunları söylüyor; “Kendimi son derece etkilenmiş ve sarsılmış buldum. Senaryo, birçok yönden kalp kırıklığı yaşamanın nasıl bir şey olduğunu aktarıyordu. Ayrıca nasıl algılanmak istediğimizi ve kendimizi başkalarına nasıl sunduğumuzu ve bundan dolayı da gerçekte kim olduğumuzu ve birinin asıl gerçeğinin ne olduğu sorularını ele alıyor. Tom’un estetiğin dürüstlükten baskın geldiği düşüncesiyle mücadele ettiğini hissettim. Film yapımı da bunu ifade ettiği bir araç. Tom bana kamera önünde hassas olmak için ihtiyacım olan muazzam bir alan ve sessizlik verdi. İnanılmaz detay odaklıdır.”

Teğmen Bobby Andes ve Ray Marcus’un önemli yardımcı rolleri, hukukun farklı uçlarını temsil ediyor ve sırasıyla Oscar adayı Michael Shannon ile İngiliz oyuncu Aaron Taylor-Johnson tarafından canlandırılıyor. Her iki oyuncu da, çok yönlülükleri nedeniyle Ford tarafından seçilmiş. Bu ikisinin de farklı dönemlerden ve ülkelerden gelen karakterlerin içinde yok olmalarına olanak veren bir özellik. Öyle ki izleyiciler bu oyuncuları daha önce nerede gördüklerini hatırlamayabilir. Ford şöyle anlatıyor; “Bu özellik, ‘bu adamları tam olarak canlandırmak için önemliydi. Karakterler sadece Susan’ın okuduğu müsveddede yer alıyor olabilir ama canlandırmaların hayal gücünü yakalaması ve izleyicinin dikkatini çekmesi gerekiyordu.” 

Shannon şunları söylüyor, “Romandaki bir karakteri canlandırma fikrine bayıldım. Tony ve Bobby’nin yazar Edward’ın iki yönü olduğunu düşünüyorum. Bobby, klasik, ikonik bir karakter. Ona benzeyen karakterlerle ilgili referans verebileceğim uzun bir liste olabilir. Sahip olduğu özelliklerden bazıları bilinçaltından geliyor. Adalet sağlamak konusunda inatçı. Uzun yıllar kötü insanlarla uğraşmış, birçok hayatın kötü bir şekilde etkilendiğini görmüş. Bu yüzen Tony’nin bu suçları işleyen adamlarla yüzleşecek gücü bulmasına yardım etmek istiyor.” 

Gyllenhaal şunları söylüyor; “Michael’la çalışmak bir zevk. Bobby yorumunu izlemek olağanüstüydü. Çünkü Bobby ile Tony’nin durumu son derece ciddi. Ama Michael yine de birçok sahneye ironik bir özellik getirdi. Bu da gerçekten hoş oldu.”

Shannon şunları söylüyor; “İnsanlar ‘bir Tom Ford filmi’ diye duyduğunda herkesin smokinlerle dolaşacağını düşünebilir. Bobby ‘şık’ olmayı düşünmüyor. Sadece sigaraları ve bir silahı var. Jake, korkusuz bir oyuncu. Bir çekim daha yapmak isteyen biri. Bu hoşuma gidiyor çünkü ben de öyleyimdir. Aaron, karaktere bürünür, sabaha makyaj karavanına heyecanlı, yerinde duramayan bir halde geliyordu. Ray’i canlandırmak için çılgın bir enerjiyle dolu olurdu”


6 Aralık 2016

Tereddüt 16 Aralık'ta Vizyonda!


Minimalist sinemamızın önemli temsilcilerinden Yeşim Ustaoğlu'nun yeni filmi Tereddüt, 16 Aralık'ta gösterime giriyor. Dünya prömiyerini Toronto Film Festivali'nde, Türkiye prömiyerini ise Antalya Film Festivali'nde yapan ve beğeni toplayan yapım, Ustaoğlu'nun altıncı uzun metraj çalışması.

Hikaye

Hayatları aynı ama bambaşka iki genç kadının; Şehnaz ve Elmas’ın yolları soğuk ve fırtınalı bir gecenin sabahında kesişir ve bu karşılaşma uzun, zorlu bir hesaplaşmanın başlangıcı olur.

Yeşim Ustaoğlu Tereddüt'ü anlatıyor

Tereddüt, farklı deneyimden, kültürden ve sosyal sınıftan gelmiş iki genç kadının yollarının kesişmesi ve bir anlamda bu farklılıklara rağmen çok ortak bir açmazın içinde olduklarını fark edişlerini anlatıyor. 

Her iki karakterin birbirini anlamasıyla gelişen bu hikâye, modern ve geleneksel toplumlarda kadın ve ergen olmayı sorgularken, hem bu topraklarda, hem de aslında dünyada kadın olma hallerine bakan bir bakış açısına sahip. Geleneklerin, örflerin belirlediği moral değerler, özellikle modern toplumlardaki sert göç olgularıyla hızla gelişen modernitenin içinde bir arada yaşama modelini oluştururken; çarpıklaşıp değersizleşmeye ya da yozlaşmaya maruz kalarak yaşantılarımızda baş edemeyeceğimiz yargıların, sorunların oluşmasına neden oluyor. Ve bu sorunlar bizlerin birey olarak gelişimini, özgürlüğünü kısıtlarken, hayatımıza kendi irademizle karar verebilmemiz konusunda derin engeller yaratıyor, çoğu kez ihmal ve istismarlara maruz bırakıyor ve çok daha derinden, erkeğin de gelişiminde sağlıklı bir ilişki kurabilmesi konusunda önü alınmaz yaralar açıyor.

‘Tereddüt’, bu yapının içinde kadın olma hallerini, kadın erkek ilişkisini, aile kurumunun sorumluluklarını ve ihmallerini sorgularken, bir yandan da travma mağduru olan birinin hem psikolojik hem de adli süreçte yaşayabileceği sorunları tartışıyor.

Eleştirmenlerin görüşleri

“Prodüksiyon kalitesi, görüntü yönetimi, ele aldığı temayı senaryoya dökmekte ve karakter yaratmaktaki başarısıyla festivalin en iyilerinden biri olarak öne çıkıyor.”

Mehmet Açar / Habertürk

“Yönetmen, kariyerinin en egosantrik işine imza atmış. Türk kadınlarının yaşadığı kaosu, korkuları bize doğrudan hissettirirken işin içine fırtınayı da, renkleri de, rüyaları da sokmuş. ‘Yeni Türkiye’de kadınların çektiği acıları Bergman kanadından ameliyat masasına yatırmış. “Tereddüt”, adeta bu topraklarda ‘tereddüt’ içinde olan kadınların ‘ego/alter ego’ tasvirini, ‘net-muğlak’ gelgitlerini yansıtıyor. Funda Eryiğit çok iyi."

Kerem Akça / Habertürk

"Usta yönetmen Yeşim Ustaoğlu'nun en güçlü filmlerinden!”

Allan Hunter / Screen Daily

“Baş döndürücü yeni oyuncu Ecem Uzun samimi bir kadın dramına can veriyor.”

Deborah Young / The Hollywood Reporter

"Yeşim Ustaoğlu, yaptıkları iş ya da hayat tarzları farketmeksizin tüm kadınların hayatının Türkiye gibi bir ülkede neye benzediğini dobralıkla anlatıyor.”

Jared Mobarak / The Film Stage

“Filmin iki kadın oyuncusu, Şehnaz rolündeki Funda Eryiğit hem cesur, hem de karakterinin doğru notalarına basmayı bilmiş. Elmas'ı canlandıran genç oyuncu Ecem Uzun ise büyüleyici bir efor sarfetmiş.”

Burak Göral / Sözcü

“Tereddüt, kadın hikayelerinin kaş yaparken göz çıkardığı sinemamızda, konuya dair ders niteliğinde bir film. Şiddet sarhoşluğuna kapılmayan; başka bir filmde ya kurban ya suçluya dönüşecek iki kadın karakterini, birbirinin yaralarını saran iki birey olarak resmeden, bir ustalık eseri. Funda Eryiğit ve Ecem Uzun’un performansları harikulade.”

Selin Gürel / Milliyet Sanat

“Bu muhafazakâr zamanlarda “Teredddüt”ün tavizsizliği ilaç gibi geldi doğrusu.” 

Cüneyt Cebenoyan / Birgün

“Tereddüt filminin içinde farklı geçmişlerin ve temsillerin birer yansıması olan iki kadının hikayesi karşılaştığı anda; Ustaoğlu tarafından farklı bedenler aynı psişe içerisinde ters yüz ediliyor ve ortaya suyun yoğurduğu muazzam bir ruh anlatısı ortaya çıkıyor.”

Osman Karakülah / Filmloverss 

”Tüm ögeleri ile bütünselliğe ulaşmış, özü itibari ile önemli ve cesur bir film. Ustaoğlu'nun ustalık ürünü kanımca.”

Vecdi Sayar / T24

“Yeşim Ustaoğlu'nun 'Tereddüt'ü bence yönetmenin en iyi filmi. İki farklı dünyadan iki kadının birbirine bağlanan hikayesi tematik olarak 'Araf'la ilintilendirilebilir. Ama bu sefer Ustaoğlu senaryosuyla, oyuncu yönetimi ve yönetmenliği ile sert ve etkileyici bir dramı anlatıp kadınların kendi çemberlerini kırma mücadelesini çok iyi aktarıyor.”

Olkan Özyurt / Sabah

29 Kasım 2016

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #55 Danton


Fransız İhtilali sonrasında yaşananları, halkın sevdiği, güvendiği bir figür, bir idol olan George Tacaues Danton’u merkezine yerleştirerek ele alan Danton, 80’li yılların tarihi dramaları arasında özel bir yere sahip filmlerden. Usta yönetmen Andrzej Wajda’nın kamera arkasındaki işçiliği ve diğer bir usta Gerard Depardieu’nun unutulmaz Danton yorumuyla akıllarda yer eden film, sırtını tarihsel gerçeklere yaslayıp belgeselci bir nitelik kazanmasına karşın, iyi kurgusu ve Wajda’ın bakışıyla sinema duygusunu yaşatmayı biliyor.

Fransız Devrimi’nin halk üzerinde belki de en derin izi bırakmış figürü olan Danton’un hikâyesini, Devrim’den beş yıl sonrasında yaşananlar ekseninde beyazperdeye aktaran film, bu yönüyle kapsamlı bir biyografi değil. Ancak, Danton’u sona götüren gerçekleri tüm çıplaklığıyla göstermesi, filmi sıradan olmaktan çıkarıyor. Sinemanın doğal olarak sıklıkla Fransız Devrimi’ni işlemesi Danton gibi filmlerin kıymetini artırıyor. Wajda’nın filmi Devrim sonrasında ne oldu sorusuna iyi bir cevap niteliğinde.

Devrim’e hizmet eden Danton, devrimin korunabilmesi için barışa ihtiyaç duyulduğunu ve devrimci radikallerin rollerinin bittiğini düşünüyordu. Teröre karşı duruşunun yanı sıra mevcut hükümetin de karşısında durması ve onları kıyasıya eleştirmesi, Danton’un hükümet için bir tehdit unsuruna dönüşmesine neden oldu. Barış çığlıkları atan bir adam, neden Cumhuriyet’in önünde bir engel olarak görülüyordu? Sonuçta “Giyotinci olmaktansa, giyotinde ölmeyi yeğlerim.” diyen bir karakterden söz ediyoruz. Film, burada Hükümet ve Komite üzerinden insanların kendi çıkarları için doğruları görmezden geldiğini, gücü elinde tutanın, kendisini adaletin üzerinde gördüğünü hatta bizzat kendisini adalet olarak gördüğünü söylüyor. Bunun anlamı ise devrimin amacından saparak, yanlış bir yola girdiğidir.

Filmde Danton’un savunması en dikkat çekici bölüm diyebiliriz. Sonunu bilen ama yine de çaresizce kendisini savunan bir adamın son çırpınışlarını izliyoruz. Halkı bilinçlendirmek için gerçekleri tokat gibi yüzlerine vurması, Danton’un “Devrim, Satürn gibidir, sürekli kendi evlatlarını yer” ve “Hayatta kalmak istiyorsanız sevilmeyeceksiniz.” gibi etkili cümleleriyle veriliyor. Danton ile ilgili soru işaretleriyle alakadar olmayan Wajda, tek taraflı bir bakış açısıyla yaklaşsa da hikâyenin hakkını veriyor. Döneme ilgi duyan, özgürlüğün, adaletin ve gerçeklerin savunulduğu filmlerden hoşlananlar için son derece yerinde bir tercih olacaktır Danton. Wajda’nın dönemin Fransa’sını yansıtmadaki hüneri de görülmeye değer.

24 Kasım 2016

İlk İzlenim: Silence


Martin Scorsese, finans krizi başta olmak üzere çeşitli sebeplerle ertelenen projesi Silence’ı sonunda tamamladı ve bu yıl 89. kez dağıtılacak Akademi Ödülleri’ne yetiştirmeyi başardı. Shūsaku Endō’nun aynı adlı kitabının ikinci uyarlaması olan Silence’ın uzun zamandır beklediğimiz ilk fragmanının paylaşılmasıyla ben de filmle ilgili ilk izlenimlerimi paylaşmak istedim.

Film, Katolik Hıristiyanlığın, İsa Cemiyeti de denilen ikinci tarikatı olan Cizvitlerin 17. yüzyılda Japonya'da ünlü öğretmenleri Rahip Ferreira’yı bulmak ve orada misyonerlik faaliyetlerinde bulunmaları amacıyla genç iki rahibi Japonya’ya göndermesini, bu iki karakterin orada gördükleri zulmün ve vahşetin gerçeklere dayanan hikâyesini konu ediyor.

Martin Scorsese, filmin senaryosunu Jay Cocks ile birlikte kaleme almış. Scorsese’in Gangs of New York gibi rüya projesi olduğu ve yaklaşık 20 yıldır bu hikayeyi beyazperdeye taşımayı arzuladığı söyleniyor. Scorsese’in rüya projesi olması son derece önemli. Bu durum film için ne kadar heyecanlı olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla Gangs of New York gibi yeni bir başyapıt beklemememiz için hiçbir sebep yok diyebiliriz. Scorsese’in Shūsaku Endō’nun romanına ve anlatısına ne kadar sadık kaldığını bilmiyoruz. Ancak romanın yapısına fazla müdahale etmediğini düşünüyorum. Hikâye, kitapta olduğu gibi Andrew Garfield’ın canlandırdığı Rahip Rodrigues’in bakış açısından anlatılıyor gibi görünmekte.

Filmin merkezinde inanç meselesi var. Rahip Rodrigues’in ve Rahip Garrpe’nin Japonya’ya gönderilme amacı, ünlü öğretmenleri Rahip Ferreira’nın oradaki baskıya dayanamayıp inancından sapması, daha doğrusu bu iddianın gerçekliğini araştırmak. O dönemin Japonya’sında rahipler ve Hıristiyanlar çeşitli işkencelere maruz bırakılarak inançlarından vazgeçirilmeye çalışılmış. Onlara yardım etmeyi de amaç edinen ana karakterlerimizin aynı işkenceyi göreceğini de hesaba katarsak filmin inanç üzerine söyleyecekleri oldukça kıymetli. Scorsese’in The Last Temptation of Christ’ten ve Kundun’dan sonra bir kez daha inanç merkezli bir hikâyeye giriştiği bir tarihi drama olan film, adını Tanrının sessizliğinden alıyor. Buradaki sessizlik Tanrı’nın sessizliği, inananlar zulüm görüp büyük acılar çekerken, Tanrı’nın nasıl kayıtsız kalabildiği sorusu filmde kendine nasıl bir yer bulacak merak ediyoruz.

İlk fragmanın ardından Silence’ın 89. Oscar Ödülleri’nde En İyi Film ve En İyi Yönetmen dâhil birçok dalda adaylık elde edeceğine ikna oldum. Elbette söz konusu bir Scorsese filmi ise fragmanı görmeye gerek de yok bu sonuca varabilmek için. Silence, Oscar için düşünülmüş bir film değil, yönetmenin tutkulu projesi. Bu özelliği Akademi’nin gözünde bir değer taşır mı bilemiyoruz ama biz sinemaseverlerin heyecanının artmasını sağladığı kesin. Çarpıcı hikâyesi, enfes görselliği ve sinematografisiyle yılın en iyi filmlerinden birinin bizi beklediğini düşünüyorum. Filmin ülkemizde ne zaman gösterime gireceği şu an için belli değil. Şubat'ı beklemek gerekecek sanırım.


19 Kasım 2016

Son 15 yılın en iyi 15 bilimkurgu filmi


Bilimkurgu sinemasının 2000’li yıllarına The Matrix’in etkisiyle girildi. Sözünü ettiğimiz etki öyle kapsamlıydı ki, sanal gerçeklik veya başka bir âleme bağlanma durumdan beslenerek ait oldukları dönemde türe yön veren Avatar ve Inception da Matrix’in etki alanındaydı. Avatar, bilimkurgu sinemasını epik fanteziyle buluşturarak yeni bir alan açarken, Inception blockbuster bilimkuguların IQ seviyesini yukarı çekerek de gişede başarılı olunabileceğini kanıtladı. Bir yıl arayla vizyona giren Gravity ve Interstellar ise yeni bir dönemin habercisi oldu. Gravity, gişe zaferini kazandığı ödüllerle perçinleyerek, Interstellar ise birbirine uzak duran temaları harmanlayarak ve denklemdeki değişken sayısını artırarak türe duyulan ilgiyi arttırdı. Gravity, The Martian ve önümüzdeki yıl göreceğimiz Life gibi filmlerin doğuşuna önayak olurken, Interstellar, Arrival’ın müjdecisi oldu diyebiliriz. Bilimkurgu sinemasının klasik serilerini prequel veya sequeller ile canlandırma girişiminin sürdüğü ve bağımsız bilimkurguların parladığı son 15 yıllık dilimin en iyi 15 filmini, Arrival’ın gelişiyle listelemek istedim.

15- District 9


Neill Blomkamp’ın ilk uzun metraj denemesi District 9, istilacı uzaylı algısının çoktan yıkıldığı ve üzerine yeni bir eklemenin de yapılamadığı bir dönemde taptaze fikirleriyle takdirimizi kazanmıştı. Blomkamp’ın düşman uzaylı algısının yerine dost uzaylı koymadan bu işin altından kalkabilmesi azımsanacak bir başarı değil. Uzaylıları mülteci konumuna düşürülmesi, insanoğlunun tutsağı olmaları ve filmin de onların yanında yer alması önemliydi. Alt metinleriyle dikkat çeken District 9, zengin içeriğini biçimsel açıdan giriştiği stil denemesiyle servis ederek, yenilikçi bir bilimkurgu olduğunu kanıtladı. Filmin ilk yarısında bir mockumentary örneği sunması, görsel açıdan kendine has olabilmesi ve kimi bilimkurgu klasiklerine yaptığı referanslar, 2000’li yılların en kayda değer bilimkurguları arasında yer almasını sağladı.

14- Vanishing Waves


Litvanya sinemasından kopup gelen Kristina Buozyte imzalı bağımsız yapım Vanishing Waves, bilinçaltını mesken tutmasıyla Inception’dan etkilendiğini söyleyebileceğimiz film, bilimsel bir deneyi konu ediyor. Yapay ağ transferi aracılığıyla komadaki bir hastanın bilincine giren Lukas, çok geçmeden Aurora ile bağlantı kuruyor. Deney sürdükçe kadına bağlanan Lukas, kendisini gerçekliğini sorguladığı bir aşkın içinde buluyor. Aurora’nın bilinçaltında filmin genel izleğinden oldukça farklı bir atmosfer yaratan yönetmen, cesur ve oldukça kışkırtıcı sahnelerle seyircisini etkilemeyi başarıyor. Lukas, daha önce deneyimlemediği bir tecrübeye yaşadığından bilinçaltından ayrılmak istemiyor. Bu yoğun istek kendi gerçekliğinde birtakım sorunlar yaşamasına sebep oluyor. Onun durumu uyanmak istemeyeceğimiz, uyandığımızda da geri dönmek için yanıp tutuştuğumuz rüyaları anımsatıyor. Sıradışı bir deneyi ele alan Vanishing Waves, etkisi kolay kolay silinmeyecek bir bilimkurgu.

13- Avatar


Bilimkurgu sinemasının en yetkin yönetmenlerinden James Jameron’ın uzun bir bekleyişin ardından türe de görkemli bir dönüş yaptığı filmi Avatar, epik bilimkurguya yeni bir tanım getirdi. İyi formülize edilmiş, doğru noktalara temas eden bu film, bilimkurgunun 2000’li yıllardaki lokomotif filmlerinden olmakta hiç zorlanmadı. 3D kullanımı ve görselliğiyle çok konuşulsa da bunlardan ibaret olmadığını biliyoruz. Aksine bu özellikleri filmi küçümsemek için söylenir oldu tuhaf bir şekilde. Avatar; destansı anlatısıyla seyircisini galeyana getiren, görselliğiyle insanın aklını başından alan, özeleştirisi ve doğru mesajlarıyla takdir toplayan, fikir bazında olmasa da dünyasıyla oldukça yaratıcı bir sinema deneyimiydi. 

12- Interstellar


İnsanoğlunun kendi dünyasını artık yaşanmaz bir yere dönüştürmesi veya yok oluşa doğru sürüklemesi durumunun, özellikle 2000 sonrasında küresel ısınmanın da etkisiyle bilimkurgu sinemasında oldukça gerçekçi temsillerle tezahür ettiği bir dönemde, Christopher Nolan da bu temaya kayıtsız kalamadı. İnsanlığın sonu temasından, uzaya açılarak bir uzay yolculuğu filmine evrilen, uzay yolculuğu filminden de zaman kavramını işin içine katarak tür içinde yeni bir alan açmayı başaran son derece özgün ve de zengin bir bilimkurgu filmiydi Interstellar. Karakterlerinin motivasyonundan duygusal damarına, kurgusundan görselliğine kadar neresinden bakarsak bakalım birinci sınıf bir bilimkurgu Interstellar.


11- Gravity


Mekikleri parçalanınca uzayda asılı kalan deneyimli astronot Matt Kowalski ile ilk kez uzaya açılan tıp mühendisi Ryan Stone’un hayatta kalma savaşını zamana da endeksleyerek ele alan Alfonso Cuaron, uzayın enginliğini ve derin sessizliğini gerilim yaratmak için kullandığı Gravity ile ilk başyapıtını verdi. Uzayın gerçekliği, seyircinin kendisini adeta orada hissetmesini sağlarken, filmin görselliği de gözlerimizi perdeden almamıza imkân vermedi. Ana karakterimizin bireysel hayatta kalma savaşı belki klişeydi ama filmin de özgünlük iddiası yoktu. 


10- Eternal Sunshine of the Spotless Mind


Oğlan kıza rastlar ama bu sıradan bir rastlayış değildir. Tıpkı filmin sıradan bir aşk hikâyesi anlatmaması gibi… Büyük oranda Jim Carrey ile Kate Winslet’ın müthiş kimyasından güç alan ve yaratıcı romantik film açığını orijinal senaryosuyla kapatan Eternal Sunshine of the Spotless Mind, son dönemin mütevazı sinema dehaları Charlie Kaufman – Michael Gondry ikilisinin elinde çıkma bir başyapıt. Odak noktasına aşkı yerleştiren, romantik bilimkurgular içerisinde dahi ayrıksı bir noktada duran film, bugün günümüzün klasiklerinden biri olarak anılıyor.

9- Arrival


Denis Villeneuve, Close Encounters of the Third Kind’a Interstellar ayarı çekiyor deyim yerindeyse. Uzaylılarla kurulan ilk temas filmlerinde 70’li yıllardan bugüne söylenecek yeni bir şeyin kalmadığını düşünürsek Arrival’ın seyircisini şaşırtırken, doğru noktalara temas edebilmesi ve ufak da olsa yenilikler yapabilmesi çok kıymetli. Senarist Eric Heisserer, Interstellar’ın uzay yolculuğu filmine yepyeni bir boyut katmasını, Christopher Nolan’ın denkleme yeni değişkenler ekleme düşüncesini harfiyen Arrival’a uyguluyor. Interstellar gibi sırtını büyük numarasına yaslayıp, seyircinin aklını başından almayı beceren Arrival, kurduğu atmosfer, müthiş sinematografisi ve naif yaklaşımıyla tam bir başyapıt.

8- Paprika


Rüyalarımızı birer fantezi alanı olarak kullanan Satoshi Kon, hem çizgilerin hem de rüyaların verdiği özgürlüğe güvenerek benzeri olmayan bir âlem inşa ediyor Paprika’da. Karnavalı kâbusa dönüştürüyor ve akıllara kazınacak imgeleriyle parmak ısırtan bir işe imza atıyor. Rüyaların iç içe geçerek birleşmesi ve rüya âleminin gerçekliğe nüfuz etmesi gibi şaşırtıcı fikirleriyle son derece özgün ve hayranlık uyandırıcı bir anime olan Paprika, Satoshi Kon’un cesur anlatısı, seyircinin zekâsını hafife almaması, tekrarlanan sahnelerin büyüsü ve doyumsuz görselliğiyle unutulmayacak bir sinemasal deneyime dönüşüyor.

7- Star Wars III: Revenge of the Sith


Klasik Star Wars üçlemesinin prequel’i olan ikinci üçleme daha mekanik ve GGI efektlerine göbekten bağlı olduğu için çokça eleştirildi haklı gerekçelerle. Ancak ikinci üçlemenin final bölümü Revenge of the Sith, üçlemeleri bağlaması, hikâyenin en can alıcı kısmını ihtiva etmesi ve dramatik açıdan çok güçlü olması gibi sebeplerle listemizin ön sıralarında kendisine yer bulmakta zorluk çekmedi. Anakin’in Darth Vader’a dönüşümünü, gücün karanlık tarafına nasıl meylettiğini belki de olabilecek en mantıklı gerekçelerle anlatırken, bir Star Wars filminden bekleyebileceğimiz hemen hemen her şeyi veriyor George Lukas.

6- Wall-e


Yüzyıllar sonra bir çöp yığınına dönüşen gezegenimizi terk etiğimiz bir gelecek hayal eden ve başıboş bırakılmış dünyada tek başına kalmasına rağmen görevini sabırla sürdürerek temizliğe devam eden Wall-e adlı robotun hikâyesini anlatan animasyon film, sinema dili ve duygusal tonuyla seyircisini sarsmayı başardı. Pixar’ın kendini aştığı yapım olarak anılacak olan Wall-e, iki robotun aşkını inanılır kılabilmesinden çevreci yaklaşımına, bilimkurgu klasiklerine yaptığı göndermelerden görsel kusursuzluğuna kadar pek çok açıdan hedefini 12'den vurmuş bir yapım.

5- The Man from Earth


Jerome Bixby’nin 40 yılda tamamladığı söylenen senaryosundan, Richard Schenkman’ın yönetmenliğinde beyazperdeye aktarılan The Man from Earth, tek mekânda geçen bağımsız bir bilimkurgu filmi. 14 bin yıldır yaşadığını ve dünyaya bir cro mangon yani bir mağara adamı olarak geldiğini, yaşlanmadığını ve ölemediğini iddia eden John Oldman’ın hikâyesi öyle bir noktaya doğru gidiyor ki, resmen dudak uçuklatıyor. Bixby, Yaratılışı Evrimle açıklayıp dinler tarihini ters yüz ederken, seyircisini de nefessiz bırakan bir tartışmanın içine çekmeyi başarıyor. Bixby’nin hikâyesi, sadece sinema kapsamında değil, insanlık tarihi boyunca anlatılagelmiş en iyi kurgusal hikâyelerden biri. Bu da filmi listemde 5. sıraya taşımama yetiyor.

4- Melancholia


İzlerken zaman zaman yaşattığı "o kadar iyi film değil" hissiyatını, bittikten sonra "o kadar iyi film ki"ye çeviren; içeriği, anlatımı ve alt metinleriyle hazmetmesi zor bir film olan Melancholia, Lars von Trier’in kıyameti olabilecek en estetik, en sanatsal biçimde anlatmak istemesiyle ortaya çıkan benzersiz bir bilimkurgu denemesi. Trier, açılış sekansıyla ruhumuzu ve gözümüzü okşarken, kapanış sekansıyla da midemize sert bir yumruk indiriyor. Ufukta görünen sonun iki kız kardeşin bünyesinde yarattığı etkiyle ilgilenen Melancholia, resim, müzik gibi diğer sanatları da kullanarak bizi güzel bir sona hazırlarken, görselliğiyle de büyülüyor.


3- Her


Her’de bugünün sanal arkadaşlıklarını ve ilişkilerini yapay zekâ ile değiştirerek, yeni bir ilişki formunu resmeden yönetmen Spike Jonze, başyapıtı Being John Malkovich’deki anlatısın da aşarak modern bir klasik yarattı. Bir karakter üzerinden gidip hayatın her alanında mükemmeli arayan insanoğluna, olası bir yakın geleceğe ve o geleceğin ilişkilerine ayna tutarken, bugün imkânsız görünen bir aşkı olabildiğince inandırıcı ve samimi bir şekilde anlatmayı başardı. Günümüzün ayağa düşen, sıradanlaşan ve seyircinin kalbine dokunamayan aşklarının aksine izleyeni var olabileceğine inanmak istediği gerçek aşkı, romantik film kalıplarının dışına çıkabilen güçlü bir anlatı eşliğinde sunabilen Her, kâğıt üzerinde gülünç durabilecek bir aşkı soluyabileceğimiz bir dünyada yaşatıyor.

2- Inception


Bir anlamda kendi Matrix’ini yaratmak için yola çıkan genç deha Christopher Nolan, Matrix gibi devrimci olmasa da ondan daha katmanlı bir bilimkurgu klasiği yaratmayı başardı. Nolan’ın senaryosunu 10 yılda tamamlayarak hayata geçirdiği film, görsel ve zihinsel bir şov, bir meydan okuma… Sanal gerçeklik bilimkurgularına kendi yorumunu getiren Nolan, bilinçaltının sonsuzluğunda yepyeni bir dünya yarattı. Seyircisinin algılarıyla oynayan bu zekâ dolu film, her izleyişte yeni bir ayrıntısını keşfedebileceğimiz bir zenginlik sunarken, her seferinde kafanızda yeni sorular belirmesine de neden olabilecek bir tasarım harikası diyebiliriz. Dolayısıyla da bu yapısı, üzerinden ne kadar zaman geçerse kıymetinin o kadar artmasını sağlıyor.

1- The Fountain


1000 yıllık bir zaman diliminde merkezlerine aşkı yerleştirdiği üç hikâye anlatmaya soyunan ve bu üç hikâyeyi iç içe geçirerek anlatmayı seçen Darren Aronofsky, The Matrix’ten sonra daha ne kadar ileri gidilebilir sorusuna 2001: A Space Odyssey’i referans alarak cevap arıyor The Fountain’de. Aronofsky’nin arayışı o kadar tatmin edici bir sonuç verdi ki, nefret edenlerinin yanında dünyanın dört bir yanında sinemaseverlerin aklını başından alan bir bilimkurgu çıktı ortaya. Tıpkı 2001: A Space Odyssey gibi… Anlaşılmaz bulunmasında farklı okumalara son derece açık olmasının yanı sıra kurgusunun ve katmanlı yapısının da etkisi büyüktü. Bahsettiğimiz niteliklerinin ise The Fountain’in sinemasal başarısında önemli bir rolü var. Romantik bilimkurgu tanımını baştan yazan The Fountain; görselliğiyle ayrı, duygusallığıyla ayrı, kurgusuyla ayrı, tematik zenginliğiyle ayrı, felsefesiyle ayrı övgüyü hak eden bir şaheser. Kısacası neresinden bakarsak bakalım eline su dökülmesi zor bir film.

13 Kasım 2016

Üçüncü Türden ‘Zamansız’ Yakınlaşma: Arrival


Uzaylı istilası filmlerinin çaptan düştüğü, dost uzaylı kavramı üzerine ise söylenecek yeni pek bir şeyin kalmadığı bir dönemde çıkagelen Arrival, ait olduğu alt türün bugünkü handikaplarına ve ilk kez bir bilimkurgu film için kamera arkasına geçen Denis Villeneuve’un bu alandaki tecrübesizliğine rağmen hayli şaşırtıcı bir sinema deneyimi vadediyor. Şüphesiz ki bu başarıda Eric Heisserer’in senaryosunun ve Villeneuve’un günümüzün bilimkurgu kodlarını okumadaki yetisinin payı çok büyük.

Arrival, uzaylı istilası görünümlü bir ilk temas filmi. Film, uzaylılarla kurulacak ilk teması ana eksenine yerleştiriyor. Villeneuve, ana karakterimiz Dr. Louise Banks’ı kısaca tanıtıp, hızlıca meselesine dalıyor. Independence Day’de uzaylıların upuzun giriş sekansı ve oradaki ağdalı anlatım, Arrival’da yerini göstermekten kaçınıp merak uyandırmayı hedefleyen, tedirgin edici bir sakinliğe bırakıyor. Filmin afişlerine de yazılan “Neden buradalar?” sorusu, uzaylıların dost mu, düşman mı olduğu sorusunu beraberinde getiriyor ve gerilime hizmet ediyor. Villeneuve, giriş kısmını hızlı geçip, gelişme kısmını olabildiğince ağırdan alıyor. Hem hikâye yapısının bu şekilde kurulmasının hem de filmin dramatik çatısının bu anlatıyı zorunlu kıldığını söyleyebiliriz. Alt türü yenilemenin sanıldığı gibi hiç de kolay olmadığının farkında olan Villeneuve, ilk temas filmi çekip, ilk teması seyirciye göstermemek gibi ilginç tercihlerde bulunuyor. İlk temasın büyüsünü elinin tersiyle itiyor çünkü elinde çok daha fazlası olduğunu biliyor. Dikkat edilmesi gereken diğer bir husus ise “Neden buradalar?” sorusunun cevaplanmasıyla birlikte önemini kaybetmesi. Çünkü cevabı aldığımızda Arrival’ın şok etkisi yaratan büyük numarası açığa çıkıyor. Asıl soru cevaplansa da havada kalıyor, havada bırakılıyor. Bu noktadan itibaren hikâye ustalıkla genelden özele kaydırılıyor. Son derece doğru bir tercihle olayın toplumsal ayağı ikinci plana atılıyor. Dilbilimci Louise Banks’in kanserden kaybettiği kızıyla ilişkisini açılış sekansında özetleyen Villeneuve, film boyunca bu ilişkiye kısa kısa geri dönerek seyircisini odaklanması gereken yöne çekiyor. Bu ilişkinin dramatik yapıya hizmet etmenin yanında başka bir işlevi olduğunu seziyoruz.

Arrival, dünyamızda vuku bulacak bir uzaylı ziyaretiyle beraber yaşanacağını öngörebileceğimiz toplumsal olayları ve ülkelerin böyle bir durumda alacakları tavrı, insani boyutu ön plana çıkararak irdeliyor. Birbiriyle geçinemeyen, dünyada barış içinde yaşamayı beceremeyen milletlerin, birlik olup olamayacağı meselesi filmin kafa yorduğu konulardan biri. Arrival, suçu kendimizde aramamız gerektiğini söyleyerek çok doğru bir noktaya parmak basıyor. Villeneuve, asıl tehlikenin kendimiz olduğunu üstüne basa basa söylerken iletişimsizliğe vurgu yapıyor. Birbirimizle sağlıklı bir iletişim kuramıyorken, dünya dışı bir ırkla nasıl anlaşabiliriz? Cevap ise oldukça basit… Uzay gemileri dünyanın 12 farklı noktasına inse de, biz Amerikan cephesinden bakıyoruz ancak rahatsız edici Amerikancı bir bakış açısıyla değil. Diğer ülkelerin yaklaşımını göz önünde tutarak, Amerika’nın “bizim suçumuz değil, biz başlatmadık” demeye getirdiğini, sorumluluğu diğer ülkelerin üzerine atıp, kendisini masum gösterme çabası içinde olduğunu düşünmemiz de olası. Yine de bir Amerikan bayrağının dalgalanmaması ve Amerikan milliyetçiliği yapılmaması filmin artılarından.

Steven Spielberg’ün dost uzaylı algısıyla tür kapsamında çığır açan bilimkurgusu Close Encounters of the Third Kind (Üçüncü Türden Yakınlaşmalar)’ın Arrival üzerinde ciddi bir etkisi var. İlk teması filmin sonlarına saklayan ve uzun bir sekansla gerçekleştiren Spielberg, üçüncü türle iletişim sorununu müziğin evresel diliyle çözüyordu. Arrival’da bu sorun görsellikle bertaraf ediliyor. İlk temasın kurulması ve yöntemi dışında tamamen farklı kollardan besleniyorlar. Villeneuve’un filmi Close Encounters of the Third Kind’a Interstellar ayarı çekiyor deyim yerindeyse. 70’li yıllardan bugüne köprünün altından çok sular aktığını, söylenecek yeni pek bir şeyin kalmadığını düşünürsek, çehresi değişen bilimkurgu sinemasının aynı temalar etrafında dönerken gerekli modifikasyonu gerçekleştirmesi şart. Arrival’ın yaptığı da tam olarak bu. Senarist Eric Heisserer, Interstellar’ın uzay yolculuğu filmine yepyeni bir boyut katmasını, Christopher Nolan’ın denkleme yeni değişkenler ekleme düşüncesini harfiyen Arrival’a uygulamış. (Filmin tadını kaçırmamak için buradaki değişkeni yazmıyoruz) Böylece ilk temas filmi yepyeni bir hüviyet kazanabilmiş ve modernize edilebilmiş diyebiliriz. İşin en ilginç yanı ise burada bir “Olmasaydın… Olmazdık.” durumunun yaşanması. Interstellar olmasaydı Arrival -en azından bu haliyle- olmayacaktı. Interstellar etkisi o kadar bariz ki, film son düzlüğe girdiğinde kurgu anlayışından duygusal boyutuna kadar pek çok benzerlik görüyoruz. Taklit yok, etkileşim var diyelim. Toparlarsak; Interstellar gibi sırtını büyük numarasına yaslayıp, seyircinin aklını başından almayı beceren Arrival, kurduğu atmosfer, müthiş sinematografisi ve naif yaklaşımıyla günümüzün bilimkurgu klasiklerinden birine dönüşmekte hiç zorlanmayacak.

Son söz: Villeneuve, kabuğunu kırıyor ve anlatısını belki bir daha ulaşamayacağı bir seviyeye çıkartarak, son yılların en iyi bilimkurgu filmine imza atıyor. 10\10

9 Kasım 2016

Bir Zamanlar Sinema öneriyor #54 Across the Universe


Across the Universe efsanevi müzik gruplarından The Beatles'ın 33 şarkısının arz-ı endam ettiği 2007 yapımı bir Julie Taymor filmi. Liverpool'dan yola çıkıp kayıp babasını aramak üzere New York'a giden Jude'un orda Lucy ile tanıştıktan sonra kendisini savaş karşıtı protestoların içerisinde bulmasını ve çiftin inişli çıkışlı ilişkisini ele alan film, 60'ların Amerika'sının da bir portresini çiziyor. Across the Universe'deki ana tema aşk ancak bu Vietnam Savaşı'nın gölgesinde yaşanan bir aşk...

Yönetmen Julie Taymor, 1999 yılında Titus ile teatral bir işe imza atmıştı. 2002 yılında Frida Kahlo'nun sanat ve hayat hikayesini anlattığı filmiyle de resim sanatını mercek altına aldı. Across the Universe'de ise müziği filminin ana karakteri yapıyor. İlk olarak The Beatles hayranlarına seslenen Across the Universe, hikayesi biraz zayıf olsa da nefis The Beatles şarkıları ve görselliğiyle bu açığını kapatıyor. Filmde The Beatles yok ama unutulmaz Beatles şarkıları; Hey Jude, Lucy in the sky with diamods (ana karakterlerimiz Jude ve Lucy'e ismini de veren şarkılar) Let ıt be, Something in the way, All you nedd is love, I'am the walrus filme de adını veren Across the universe ve daha fazlası hikaye örgüsü içindeki yerleri itibariyle sırayla çıkıyor karşımıza. Ve Strawberry field forever eşliğinde çileklerin Vietnam'a bomba olarak yağdığı sahne filmin en etkileyici anları şüphesiz. The Beatles şarkılarını filmin genç ve yetenekli isimleri Jim Sturgess ve Evan Rachel Wood başta olmak üzere bütün oyuncular başarıyla seslendiriyor.

Across the Universe, başta animasyon sahnesi olmak üzere yer yer şarkılara eşlik eden koreografileriyle ve sanat yönetimiyle atası Pink Floyd: The Wall'ı, savaşa ve militarizme karşı olan tavrıyla da Milos Forman'ın 1979 tarihli müzikali Hair'ı hatırlatıyor hemen. Elbette bu iki klasikten etkilenirken ve onları referans alırken kendi kimliğini de ortaya koymayı başarıyor. Abba şarkılarından oluşan Mamma Mia gibi şarkıların neye hizmet ettiği belirsiz, dağınık bir iş değil karşımızdaki film. Aksine şarkılar bir bütünün parçaları gibi hikayeye ustaca yedirilmiş. Zaman zaman kopukluklar olsa da seyir zevkini etkilemediğini belirteyim. Ayrıca video klip estetiği de filme çok yakışmış. Filmi izlerken The Beatles 'best of'una uzun bir klip çekilmiş hissiyatına da kapılmanız olası ancak bu olumsuz bir eleştiri değil. Eleştirmenlerden ve seyirciden geçer not alan bu müzikal film, 60'lar ruhunu yansıtan sanat yönetimi, üslubu, sevgi ve barış mesajlarıyla ilgiyi hak ediyor. Filmi sevmek için Beatles hayranı olmaya gerek yok, ama müzikalleri sevmek şart.

1 Kasım 2016

Doctor Strange Yapım Notları


Çizgi romanlarındaki ilk çıkışını 1963’te yapan Mistik Sanatlar Efendisi Doktor Stephen Strange’in hikayesi olan Doctor Strange, beyazperdedeki ilk yolculuğuna çıkıyor. Bizde 4 Kasım'da seyircisiyle buluşacak olan film, vizyona girdiği yerlerde genel olarak olumlu tepkiler aldı.

Hikaye: Dünyaca ünlü nörocerrah Doctor Stephen Strange, geçirdiği korkunç bir araba kazasından sonra ellerini kullanamamaya başlıyor ve hayatı sonsuza dek değişiyor. Alışılmış tıp onu yarı yolda bırakınca iyileşme ve ümit için alışılmadık bir yere – Kamar-Taj olarak bilinen gizemli bir yerleşim bölgesine bakmak zorunda kalıyor. Çabucak burasının sadece bir iyileşme merkezi değil, aynı zamanda gerçekliğimizi yok etmek üzerine kurulu görülmemiş karanlık güçlere karşı bir savaş cephesi olduğunu öğreniyor. Strange kısa sürede yeni sihirli güçlerle kuşanıyor – ve şöhret ile statü dolu yaşamına geri dönmekle her şeyi geride bırakarak var olan en güçlü sihirbaz olarak dünyayı korumak arasında seçim yapmak zorunda kalıyor.

Yapımcı Kevin Feige, “Marvel Evreninde pek çok filmde gördüğümüz bazı sokak seviyesi anlatımları mevcut. Bunlar da ‘Thor’, ‘Galaksinin Koruyucuları’ ve ‘Yenilmezler’ filmlerinin bizi götürdükleri kozmik seviyeler. Ama Marvel çizgi romanlarının her zaman süper önemli bir doğaüstü yanı da var ve biz henüz ona pek dokunmadık. Ve ‘Doctor Strange’ filmi bu diyara girmemiz için kusursuz bir giriş noktası oldu.”

Filmi yönetmek üzere katılan Scott Derrickson, “Lanet” ve “Şeytan Çarpması” gibi pek çok filmiyle tanınıyor. Derrickson bu filme, seyirciyi Marvel Sinema Evreninin en yeni Süper Kahramanını tanımlayan sihir dünyasına ve alternatif boyutlara taşıyacak doğaüstü ve paranormal görüşü katıyor. 

Yapımcı Kevin Feige, “Scott Derrickson’ın muazzam bir başarı listesi var ve eğer en eski günlerden en yakın filmlerine kadar yaptığı işlere bakarsanız sürekli janrlarla oynadığını; sürekli janr yıktığını görebilirsiniz.” şeklinde yorumluyor ve sözlerine şöyle devam ediyor; “Bazen dosdoğru içine dalıyor, bazen biraz çeviriyor. Biz de Marvel’de tam olarak bunu yapmayı seviyoruz. Yaptığımız birkaç harika toplantıda bizi Doctor Strange yolculuğuna çıkartacak adamın bu adam olduğunu anlamıştık.”

Derrickson için “Doctor Strange” filmine yönetmenlik yapma fırsatı sadece hayalinin gerçekleşmesini sağlamamış, aynı zamanda çok da iyi uymuş. Derrickson, “Doctor Strange her zaman en sevdiğim çizgi roman karakteri olmuştur. Sadece Marvel Evreninde değil, bütün çizgi romanlar içinde. Bu çizgi romana yakınlık hissetmemin sebebi mistisizm düşüncesini ve tamamen gizemli bir evren kavramını çok ciddiye alıyor olmam. Etrafımızın bilim araçlarıyla ölçebildiğimizden fazla şeyle çevrili olduğuna inanıyorum ben. ” diyor.

Derrickson, bu filmin görsel olarak canlandırılmasına yaklaşımı, alternatif boyut bilimini ciddiye almak ve boyut teorisinin son derece inanılır ve mantıklı olabileceğine fikrine saygı göstermek ve bunu Marvel Sinema Evreninin şu ana kadar yarattığı zemine giden bir yol olarak kullanmak oldu. 

Ama bu “Doctor Strange”deki tüm sihrin bilimsel olduğun anlamına gelmiyor. Derrickson bunu şöyle açıklıyor; “’Doctor Strange’ filminde sihir sadece sihir. Ve bu sihri ‘sihir’ yapan şey de bilimsel anlayışın ötesine geçiyor olması. Mistisizmi ‘Mistisizm’ yapan şey bizim bilimsel, olgusal ve kanıtlanabilir saydığımız kategorilerimizin ve bilgimizle anlama becerimizin ötesine geçmesi. Ben mistisizm fikrini gerçekliğin yokluğu olarak değil, algıladığımızdan daha fazla gerçekliğin var oluşuna bağlıyorum.”

Yönetmene göre Doctor Stephen Strange’in kavraması gereken bilimle sihir arasındaki bölünme onu ilginç bir karakter yapıyor ve; “Şüpheci ve materyalist biri olan, sihir ve mistisizme karşı son derece karşıt düşünen Stephen Strange, zihnini bu dünyada düşündüğümüzden fazlası olabileceğine açmak zorunda kalıyor. Dünya görüşünün tamamen genişlediği bu karakterin yolculuğuna hayran kaldım. Gerçek dünyada insanların zihinlerini açmaya cesaret ettiklerini ve dünyanın düşündüklerinden daha fazlasına sahip olabileceğini gördükleri zaman da onlara hayranlık duyuyorum ve Stephen Strange’in yolculuğu da bu.” diyor. 

Marvel Stüdyolarının “Doctor Strange” filmi dünya çapında pek çok mekanda çekildi, buralara Londra, New York, Hong Kong ve Katmandu, Nepal dahil. Bu da filmi gerçekliğe bağlamaya ve karakterlerin gerçekten var olabilecekleri inancını arttırmaya yardımcı olan 21 pratik setin yapımını kapsıyor.

Bir gerçeklikten diğerine, iki, üç, dört boyutlu dünyalara ve ötesine geçişler sırasında hikayenin yön bulması için filmin tasarımına özgün renk, ışık, yansıma ve grafikler kullanılmış. Wood, “Bu tarz hayalimsi dünyaların hepsine ışıltı yaratan renkler, ışıklar ve yansımalar koymayı denedik. Yarattığımız alanların hepsi oldukça grafik oldu. Bu film çizgi romandan uyarlandığı için sürekli güçlü ve grafik, fazla renkli değil ama zengin olan bir hayal gücü için çaba gösterdik ki bu da hiç kesilmeden Doctor Strange’in ziyaret ettiği gizemli yerlerde devam ediyor. Bu çok ilginç bir film çünkü gerçek bir sette bir kapıyı açtığınız zaman tam olarak neyin içine gireceğinizi asla bilmiyorsunuz.” diyor.

Seyirci Doctor Strange'i izlerken ne beklemeli? 

Benedict Cumberbatch şöyle cevaplıyor, “Bu filmde çok fazla gerçek dünya canlı aksiyon bulunuyor. Çokça drama ve komedi var. Ama aynı zamanda Marvel’in her bir filmde giderek daha da iyi olduğu olağanüstü fantastik bir macera ve çılgınlık var. Bu sahnelerdeki ortamların önemi, içerik ve aksiyon daha da zengin. Bu harika bir sinema deneyimi olacak.”

Rachel McAdams ekliyor, “Burada paralel evrenler, zaman yolculuğu, yıkım ve tekrar yapım var. Kendimizle ilgili kabul edebileceklerimiz ve sınırlarımızı ne kadar zorlayabileceğimiz konusunda beyinde yepyeni bir bölümün kilitlerini açıyor. Bence bu çok heyecan verici.”

Yönetmense kusursuz bir şekilde özetliyor. "Doctor Strange’in garip, tutkulu, çılgın ve uç noktalarda bir aksiyon filmi olmasını bekleyebilirsiniz. Bu film daha önce hiç görmediğiniz şeylerle dolu. Her bir set parçası, geçmişte hiç görmediğimiz şekillerde ve seyirciye taze görsel, eğlence ve adrenalin dolu sahneler sunmak üzere kullanılmaya çalışıldı.”