Interview with the Vampire (Vampirle Görüşme) gibi bir vampir filmi çekmiş usta
yönetmen Neil Jordan’ın uzunca bir aradan sonra korku sinemasının eskimeyen alt türüne dönüş filmi
Byzantium (Bir Vampir Hikayesi), 2000’li
yıllarda değişim geçiren vampir filmlerine ayak uyduruyor. Jordan, 200 yıldır birbirlerin tutunarak, saklanarak ve sürekli yer değiştirerek varolma savaşı veren anne-kız vampirlerin hikayesiyle alt türe taze kan aşılayan önemli bir eserle çıkageliyor.
Neil Jordon’ın filmi esasen
Twillight’ın romantik vampir filmi denemesiyle açtığı yolu takip ediyor. Ancak hikâyeyi
romantizm odaklı kurmak gibi bir gayesi olmadığından, yani dozunda kullandığı
romantizmle Twillight ile olan ilişkisini minimumda tutarak, yönünü Let the
Right One In’e çeviriyor. Bunun anlamı Byzantium'un dramatik yapısıyla da dikkat çeken bir vampir filmi olmaya çalışması diyebiliriz. Hayata farklı pencerelerden bakan anne-kızın ilişkisiyle dramatik altyapısını çok sağlam olmasa da en azından düzgün bir biçimde kurabilen Byzantium'da aşk hikayesi filmin ikinci yarısından itibaren
devreye sokuluyor ve vampir anne-kızımızı bir kırılma noktasına doğru götürüyor. Genel olarak ise Jordan’ın zaman zaman
Vampirle Görüşme tadı veren bir iş çıkarttığını düşünüyorum. Bu benzetmenin ana
sebebi ise iki filmin de günümüzde açılıp, vampir karakterlerimizden birinin
hikayesini anlatmaya başlamasıyla geçmişe yürümesi. Byzantium özellikle
geçmişle bugün arasında git gelli bir yapı kuruyor. Burada geçmişin işlevi
vampirliğin kökenini-kaynağı aydınlatmak olarak karşımıza çıkıyor.
Peki, Byzantium ne yapıyor da
türe taze kan aşılıyor ona bakalım. Öncelikle filmin hali hazırdaki vampir
mitolojisini kullanmak yerine kendi yarattığı mitolojiyi kullanması en önemli
ayrıntı. Bu mitolojiye göre de vampir olabilmenin altın kuralı değiştirilmiş.
-Spoiler olmaması için detayına girmeyelim- Filmi izlemeden önce yapmanız
gereken şey vampirlere dair bildiklerinizi -ölümsüz olmaları, kanla
beslenmeleri ve birkaç küçük ayrıntı dışında- unutmak olacaktır. Gün ışığına çıkamayan, soluk benizli,
soğuk tenli, uzun dişli, kazıkla öldürülebilen, kutsal sudan ve sarımsaktan
hazzetmeyen ve son olarak kanını emdiği kişiyi de bir vampire dönüştüren
vampirlere sırtını dönebilen bir film Byzantium. Vampirliğin kökenine yönelik getirilen yeni yorum ise kuşkusuz ki, vampir külliyatı içinde çığır açabilecek bir çabanın ürünü. Ancak Neil Jordan, tüm yenilikçi fikirlerine rağmen Byzantium'u unutulmaz bir filmle dönüştürmeyi başaramamış. Fantezi ve korku unsurlarının yerini büyük oranda gerçekçi betimlemelere bırakması sorun yaratmasa da filmin düşük temposu Byzantium'un en büyük eksisi olmuş.
Son söz: Yeni bir Vampir tanımıyla karşımıza çıkan Byzantium, kusurlarına rağmen türü sevenleri tatmin edebilecek yetkinlikte bir eser. 7\10
İlk
yıllarından bugüne hangi türde olursa olsun sinemada değişmeyen bir şey varsa o
da ‘aşk’ temasıdır. Sinemanın klasik döneminde daha naif aşk öyküleri izlerken
bugün aşkın da değişen zamana ayak uydurduğunu görmekteyiz. Temel olarak romantik ve romantik komedi olarak ikiye ayırabileceğimiz duygusal filmler,
daha çok kadınlara hitap etse de biz erkekler için de önemi yadsınamaz. romantik
başlığında değerlendirdiklerimiz hüzünlü aşk öyküleridir ve çoğunlukla mutsuz
sonlara ulaşırlarken, romantik komediler, sevgililerin çeşitli aksiliklere
rağmen sonunda kavuştuğu kendini iyi hisset filmleridir. Sinemada aşkın
merkezde olduğu hikayeler, ister komedi ister drama olsun belli formülleri
kullanır. Bu formülleri
harfiyen uygulayan filmlerle, hikaye ve anlatım bakımından belli ölçülerde
klişelerin dışına çıkabilen özgün örneklerden bir seçki hazırladım. Klaket Aktuel Dergisi için hazırladığım dosyadan alıntıdır.
Romeo + Juliet
Willia Shakespeare’in destansı aşk
hikayesi Romeo ve Juliet, Baz Lurhman yönetmenliğinde modern bir anlatıyla
karşımıza çıkmıştı. Birbirlerine düşman iki ailenin çocukları olan Romeo ve
Juliet’in trajik bir sonla biten aşklarını bilmeyen yoktur. Aşk ölümü bile göze
alabilmektir söylemiyle imkansız aşk temasının altının çizildiği bu klasik
eserin modern bir yorumu olan 1996 tarihli Romeo + Juliet uyarlaması, hikayeyi günümüze
taşıyor. Florida’da geçen hikayede kılıçlar yerini silahlara bırakıyor.
Lurhman’ın filmi temel olarak aynı hikayeyi anlattığından zamanın değişmesi
fark etmiyor. Shakespeare’in metnine sadık kalarak teatral tadı muhafaza eden
Lurhman, etkileyici bir aşk filmi çekmeyi başarmış. Başrollerde Leonardo Di
Caprio ve Claire Danes var.
(500) Days of Summer
Aynı şirkette çalıştığı Summer’a aşık
olan Tom’un 500 günlük aşk hikayesi olarak özetleyebileceğimiz filmde, Tom
sevdiği kız Summer’a açılamamaktadır. Bunu başardığında ise başka bir gerçekle
yüzleşir: Summer, Tom’la romantik bir ilişki yaşamak istememektedir. (500) Days
of Summer, romantik komedilere yenilik getirme düşüncesinin bir ürünü. Yönetmen
Marc Webb, Tom ve Summer’ın 500 gün süren ilişkilerini alıyor ve düz hikaye
akışı yerine zamanda ileri-geri giderek farklı bir izlek tutturuyor. Filmin
başında “bu bir aşk hikayesi değil, bir tanışma hikayesidir” uyarsıyla
seyircinin beklentisiyle oynanıyor ve aşka farkı cepheden bakan iki insanın
ilişkisi komediye hizmet edecek biçimde aktarılıyor. İzlerken kendinizden bir şeyler bulacaksınız.
Jeux D’enfants
Julian ve Sophie, okul yıllarından
tanışan iki arkadaştır. Sophie kökeni nedeniyle sınıfta ırkçı tacizlere maruz
kalırken, Julian’ın kanser olan annesi ve sorunlu babasıyla yaşadığı sıkıntılar
onları yakın arkadaş yapar. Çocukların cesaret üzerine kurulu oyunları, zamanla
birbirlerine cesaret aşılamalarını sağlayan bir yaşam biçimine dönüşür. Büyüyüp
serpildiklerinde aşık olan çiftin, aşkın da etkisiyle cesaret oyunları
tehlikeli bir hal alacaktır. Biçimsel olarak Amelie’ye benzeyen Cesaretin Var
mı Aşka?, dijital efektleriyle ve rengarenk hayal alemiyle kafamızdaki romantik
film imajının dışına çıkabilen ve şöhretinin hakkını verebilen bir film. Kimi
zaman gülecek kimi zaman hüzünlenecek ama mutlaka romantizmi hissedeceksiniz.
The Wedding Singer
Robbie Hart, şarkı sözü yazarı olma
hayaliyle yaşayan ve küçük bir yerde düğün şarkıcısı olarak çalışmaktadır.
Düğün günü terk edilen Robbie, bunalıma girer. Bir gün düğünlerde garsonluk
yapan Julia ile tanışır ve arkadaş olurlar. Evlenmek üzere olan Julia’nın
Robbie’den yardım istemesiyle bu arkadaşlık aşka dönüşecektir. 80’li yılları
fon alan The Wedding Singer, “How Soon is Now”, “You Spin Me Round” gibi dönemin
hit olmuş şarkılarıyla nostaljik bir tat bırakırken, özellikle düğün şarkıcısı
rolüyle Adam Sandler’ın performansı filmin eğlence kat sayısını artırıyor.
Basit bir hikayesi olan film, sevimli ve bir hayli romantik finaliyle türü
sevenleri tatmin edecektir. The Wedding Singer, bir kendini iyi hisset filmi.
Blue Valentine
Dean, aşık olduğu Cindy ile evlenir
ve kısa süre sonra kızları olur. Başlangıçta her şey güzel gitse de zaman bu
ilişkiyi bir hayli yıpratacaktır. Çiftimiz de evliliklerini kurtarma umuduyla
bir otelde tek gecelik bir kaçamak yapacaktır. Blue Valentine’de Dean ve
Cindy’nin sorunlarla boğuştuğu bugününü ve tanıştıkları ilk andan evliliklerine
kadar olan süreci birbirine paralel olarak izliyoruz. Film kısaca, sınıfsal farklılıkları
olan kadın ve erkeği bir araya getiriyor, aşık ediyor fakat hayatın gerçek
yüzünü göstermekten de geri durmuyor. Genel hatlarıyla bir ilişkinin tüm
safhaları gerçekçi bir betimlemeyle ve usta işi bir sinema diliyle anlatılıyor.
Ryan Gosling ve Michelle Williams, karakterlerinin dünü ve bugünü arasındaki
ruhsal ve fiziksel değişimi inandırıcı performanslarla süslediği Blue Valentine
hüzünlü bir romantik film.
Addicted to Love
Sam ve Maggie, eski sevgililerinin
romantik bir ilişkiye başlaması üzerine intikam almak için birlik olur. Sam,
kız arkadaşını geri istemektedir, Maggie’nin dileği de aynıdır. Ve bu
birlikteliği bozmak için ellerinden geleni yapacaklar ama hayat onlara başka
bir sürpriz hazırlayacaktır. Sam ve Maggie’nin eski sevgililerinin evlerine
girip, onların kıyafetlerini giymeleriyle kendilerini aşkın sıcaklığına bırakırlar.
Biz de filmin en unutulmaz sahnelerini izleriz böylece. Yönetmen Griffin Dune,
bu dörtlü aşk öyküsüne mizahı öne çıkararak yaklaşmış ancak hünerli ellerden
çıkma senaryo, Meg Ryan ve Matthew Broderick’in inanılmaz uyumuyla birleşip,
aşkı, aşık olmanın büyüsünü seyirciye geçiriyor. 90’lı yılların en keyifli
romantik komedilerinden olan Addicted to Love’ı
tüm romantiklere öneriyorum.
Love Story
Köklü ve zengin bir aileden gelen
Oliver, bir gün işçi sınıfından Jennifer’a aşık olur. Gençler evlenmeye karar
verir ancak Oliver’ın babası bu evliliği onaylamaz. Baba, oğlunu mirasından
mahrum bırakmakla tehdit eder. Her şeyi göze alan çift evlenir ama Oliver’ın
okulu Harvard’a devam edebilmesi için farklı işlerde çalışması gerekmektedir.
Bu aşkın önündeki engeller bitmeyecektir. “Aşk, sonradan üzgün ve pişman
olduğunu asla söylememektir” sloganıyla gösterime giren bu klasik, romantik
filmlerin en bilinen örneklerinden. Aşkı en yalın haliyle anlatmak gibi bir çabası
olan Love Story, bugün hala aynı etkiyi bırakıyor. Günümüzün hızlı tüketilen
aşklarına inatla tüm zorluklara göğüs geren Oliver’la Jennifer’ın tutkulu aşkı
filmin tamamında yoğun biçimde hissedilmekte.
Wes Anderson'ın Grand Budapest Hotel’ini
beklerken seyretmekten zevk aldığım bu kısa film, Prada'nın reklam filmi gibi
gözükse de aslında Wes Anderson'ın filmlerinde izlediğim o atmosferi ve rengi
yansıtmakta geç kalmıyor. Prada geçen sene Roman Polanski ile başlattıkları
"Terapi"den sonra yeni kısa filmlerine de Wes Anderson ile devam
ediyorlar. Wes Anderson'ın Prada ile bir reklam filmi daha var. İlgilenenler
araştırabilir. O kısanın tadı da ayrı. Tabii ben ilginizi "Castello
Cavalcanti"ye çekmek istiyorum.
Burç Karabulut yazdı
1955 yılında Castello Cavalcanti adlı bir
kasabadayız. Yarış arabaları kasaban geçiyor. Kasabalılar bu duruma alışkın
olduklarını verdikleri destekle gösteriyorlar. Onlar için kesinlikle rutin bir
durum. Bir kısa filmin olmazsa olmazı rutini kendine has üslubuyla tek bir
kareyle vermeyi başarıyor Wes. Jed Cavalcanti yani kaza yapan yarışçı, kafede
oturan ahali tarafından hemen bağırlarına basılıyor. Telefon edip haber vermek
durumunda olan Jed, aslında kendi ailesinin ve atalarının olduğu bir kasabada buluyor
kendini.
Fellini hayranı olduğunu bildiğimiz Wes,
Fellini'nin "Dolce Vita"sında kullandığı İsa heykelinden, Amarcord'da
kullandığı yarış arabasına referans veriyor. Bir saygı duruşunda bulunuyor. Wes
Anderson, Fellini'yi onurlandırıyor. Steve Zissou'nun hayatını Felli'nin
ülkesinin Cinecitta’sında çeken bir yönetmenden daha azı beklenemezdi.
Filmde, İtalyanlılık kimliğini vurgulamak için
spaghetti, İtalyan misafirperverliği, aile değerlerine vurgu yapmak için
ata ve İsa heykeli, örgü ören teyze gibi birçok öğeye yer veren Wes, zaten
artık tanıdığımız Jason Schwartzman'ın komik performansıyla birleşiyor.
Jed'in (Jason Schwartzmann) kaza yaptıktan sonra
girdiği kafede bulduğu İtalyan olma bilinci de gülmenin dozunu artırıyor.
Ayrıca kasada oturan dilber ünlü italyan film aktrisi Sofia Loren imajını da
seyirciyle paylaşıyor. Homage yani Fellini'ye saygı, Wes'in auteurliğini açık
eden renkli karakterleri ve kamera arkasındaki Darius Khondji'nin yaptığı işle
müthiş kotarılmış bir kısa film.
Renkli mizansene de ayrı bir bakış atmadan yazıyı
sonlandırmadan olmaz. Sarının ağır bastığı bir tonla özellikle Jed'in telefonu
kullandığı sahnede kırmızı ve sarının bolca kullanıldığı adeta Formula 1
arabalarının dizaynına benzeyen bir dizayn yapıldığı görünüyor. Sarı perdelere
eşlik eden yeşil mobilyalar da cabası.
Prada mı Wes'i seçti, yoksa Wes mi Prada'yı seçti
bilinmez ama günümüzün rüya işçilerini kamera arkasında klas bir markayla
görmek sinema sanatının takdir görmesi demektir. Tabii ki artı olarak Wes
Anderson'ın hayran kitlesini ve onun sanatını öne taşıdığı da bir gerçek. Yine
de elimizde eli yüzü düzgün bir auteur Wes filmi niteliğinde bir kısa film var.
Benim gibi hayranları için yazmadan geçemezdim.
İlk uzun metrajı District 9 ile
2000’ler bilimkurgu sinemasına iz bırakacak bir eser bırakan Neill Blomkamp,
yoluna bilimkurguyla devam ediyor. Blomkamp, District 9’un beklenmedik başarısı
sonrasında ister istemez ana akım bilimkurguya kaymış ve daha büyük bir bütçe ve
Matt Daman, Jodie Foster gibi iki yıldızla yapımcılarını memnun edecek bir işe
imza atmış Elysium’da. Tabi yalnız yapımcıları değil.. Genel kitleyi ve benim
gibi has bilimkurgu tutkunlarını da arkasına alabilecek bir film çıkarmayı
başarmış.
Elysium; 70’li yıllardan Zardoz,
80’lerden Robocop, 90’lardan ise The Matrix’ten aldığı temalar ve fikirlerle
bir alt tür melezi yaratıyor.
Zardoz’dan Elysium’a uzanan tematik bir yolculuk
70’li yılların pek kıymeti
bilinmemiş bilimkurgularından Zardoz’a bugün geri dönüp baktığımızda bilimkurgu
sinemasına yeni temalar açması bakımından kritik bir noktada durduğunu görürüz.
Refah içinde yaşayan üst sınıfın alt sınıfı izole ettiği, sömürdüğü ve kendi
sahte cennetlerinde mutlu bir hayat sürdükleri sınıflara ayrılmış dünya
tasvirinin bilimkurgu sinemasındaki ilk örneklerinden Zardoz, bu tema etrafında
şekillenecek bilimkurguların da atası konumundadır. 2000’li yıllarda In Time ve
Upside Down gibi filmlerle bahsettiğimiz sınıfsal farklılıkları işleyen
bilimkurgular ilginç ve orijinal fikirlerle tazelenme sürecine girmişken,
Elysium uzaya açılma ve dünyanın baskıcı bir rejimle dışardan yönetilen bir tür
hapishaneye dönüşmesi gibi fikirler üretip daha klasik bir hikâyeyle karşımıza
çıkıyor. Zardoz-Elysium benzetmesi filmler arasındaki
uçurum nedeniyle belki garip gelebilir ama bir zorunluluk. Elysium’da ana
karakterimiz Max’in yaşanmaz bir hal alan kendi dünyasından kopup, zenginlik
dışında başka bir ayrıcalığı olmayan insanların yarattığı sahte cennete gidip
yerleşik düzeni yıkması, Zardoz’da Zed’in yaptığından pek de farklı değil.
Robocop ve The Matrix etkileşimi
Max’in içine düştüğü durum,
Robocop’ın Alex Murphy’sinden hiç farklı değil. Alex, öldürüldükten sonra
vücuduna eklenen makinelerle yarı insan yarı makine bir bedende yeniden doğuyor
ve görevine devam ediyordu. Max’in ise hedefine ulaşabilmesi, görevini
başarabilmesi için daha basit bir makineyle bütünleşmesi gerekiyor. Burada devreye
The Matrix’in yeniden doğum sonrasında kablolarla sanal dünyada yaşam alanı
bulabilen karakterleri giriyor. Max ve Neo’nun insanlığın kurtuluşu için verdikleri
mücadele de eşleştirilebilir.
Hikâye tanıdık, şablon da…
Küresel ısınma, ozon tabakasında
açılan delik, ekolojik dengenin bozulması gibi güncel olaylar 2000’li yılların
bilimkurgularını derinden etkiledi. Dünyamızın yaşanmaz bir hale geldiği ve
insanların başka dünyalar bularak yurtlarını terk ettiği Wall-e ve After Earth
gibi post apokaliptik bilimkurgularla akrabalık kuran Elysium’da, nüfus artışı
ve kirlilik sebebiyle harabeye dönen dünyadan ancak zenginler kaçabiliyor.
Elysium’un asıl tanıdık kısmı ise Max’in daha çocukken bir kurtarıcıya
dönüşeceğinin belli olması ve filmin tahmin edilebilir bir sona yürümesi.
Neill Blomkamp District 9'dan kopamamış
Elysium, hem biçim hem de içerik
olarak District 9’u andırıyor. District 9’da uzaylıları göçmen konumuna düşüren
Blomkamp, burada da herhangi bir dünya vatandaşını uzaydaki yeni cennete
girmeye çalışırken aynı duruma sokuyor. İki film görsel olarak da birbirine
oldukça yakın duruyor. Distrixt 9’un Afrika’sıyla Elysium’un dünyası görsel
olarak birbirinden pek farklı değil. Ayrıca District 9’un uzaylılarıyla
Elysium’un robotları tasarım anlamında bir benzerli taşıyor. Ana
karakterlerimizin geçirdiği fiziksel değişimi de unutmamak gerekiyor. District
9’un belgeselci üslubu ve taze fikirleriyle Elysium’un Hollywood
bilimkurgusunun dışına çıkamaması iki film arasında keskin bir ayrım yapmamızı
da sağlıyor.
Son söz: Düşünsel anlamdaki kimi
yanlışlarına rağmen, Neill Blomkamp’ın iyi yönetmenliği ve yükselen temposuyla
seyirciyi yakalamayı başarabilen bir bilimkurgu olmuş Elysium. 7.3\10
80’li
yıllarda yapılan araştırmalara göre en çok izlenen bu kısa animasyon, Norman
Mclaren’a ait olup kısaca iki adamın bir çiçek uğruna birbirleriyle kavga
etmesine dayanır. Aslında görünenden çok daha fazlası vardır filmde. Norman’ın
hayatına kısa bir bakış atarak bu filmin kökenine inmek doğru olacaktır.
Burç Karabulut yazdı
Aslen
Kanadalı olan Norman, filmi yapmadan önce kısa bir süre Çin’de kalmış. O zamanda
ise Çin Mao tarafından yönetilmektedir. Devrimin henüz başlarına tanık olmasına
karşın Norman, bu durumdan çok etkilenir ve savaş üstüne bu kısa filmi yapmaya
kendini teşvik eder. Bunun üzerine Montreal’deki Ulusal Kanada Film Daire’sinde
çalışmaya başlar. Bu filmi yaptıktan sonra filmdeki sahnelerden birini
çıkarması istenir. Bu sahne ise; iki adamdan da birinin ailelerini
öldürmesidir. Bu yüzden film, Avrupalı ve Amerikan seyircilerine
gösterilebilmesi için değiştirilmiştir. Tabii bu durum Vietnam Savaşı’nın
başlamasıyla tamamen değişecektir. Çıkartılan sahneler yerine konulacaktır.
Hem kısa
film hem animasyon
Norman, animasyon filmi için pixilation yöntemini kullanmıştır. Bu yöntem; gerçek
hayatta var olan insanların bir animasyon malzemesi gibi kullanılmasıdır. İlk
kez Grant Munro adlı bir animasyon kısası Pixilation ile popürleştirilmiştir. Film
genelinde hızlı fotoğraflama tekniği ile stop frame uygulamalarının
birleşmesiyle oluşturulmuştur. Mesela bir sahnede gerçek aktörlerin havada
kalmış gibi görünmesi; oyuncuların öne zıplayıp aynı anda bel yukarılarının
fotoğranlanması şeklinde yaratılmıştır. Bu öncülüğüne rağmen Neighbours bugün
herhangi bir animasyon filmine kıyasla animasyon değil sadece kısa film adını
alır.
Çiçek bir
ganimet adeta!
Filmin çıkış
yerinin ve motivasyonun bir savaş karşıtı film yapmak olduğunu yukarda
söylemiştim. İlk sahneden itibaren özellikle okunan gazeteler yoluyla savaş ve
barış kelimeleri gözümüze ilk sahnede görünüyor. Film, sert bir söylem yerine
sembolizasyon seçiyor. Bir çiçeğin paylaşılamaması üzerine odaklanıyor. İki
komşunun da dikkatini çeken, hatta arzu nesnesi haline gelip filmdeki
kargaşanın da nedeni olan sadece bir çiçek… O çiçek üzerinde anlaşamayan iki
komşu birbirlerine giriyor. Çiçeğin sembol olarak iktidarı temsil ettiği iki
komşunun da eğer iki taraf olarak belirlesek topraklarına katmak istediği bir
ganimet halini alıyor.
Karakterlerimiz
komşuluklarını, arkadaşlarını ve insanlıklarını yitirip birer yok etme makinesi
haline dönüşünce ortada ne çiçek, ne toprak ve ne yaşam kalıyor. Yüzlerindeki mimiklerden
insanlıklarını yitirdiklerini rahatlıkla anlıyoruz. Belki de burada bir hiç
uğruna ne savaşlar çıkıyor mesajıyla da finali getirmek mümkün. Keza iki karakterde
birbirlerine ölesiye zarar verip arzu nesnesine ya da ganimete sahip olma
derdine düşüyor.
Genel olarak
çiçeğin sembolize ettiği arzu nesnesini petrole, altına ya da herhangi bir
değerli metaryele çevirebiliriz. Filmin evrensel dili söz kullanmadan çok
şeyler söylüyor. Basit sembolizm, gerçekçi savaş temsili ve savaş karşıtı mesajı
serpilmiş bir film olarak Komşular ya da Neighbours, vermek istediği mesajı
başarıyla veriyor. Bunca süredir bir klasik olarak kalması da bu savaş karşıtı
mesajın ne kadar güçlü verildiğinin kanıtı oluyor. 1980’lerde de yapılan bir
araştırmaya göre en fazla izlenen kısa film olması da mesajın geçerliliğini
gösteren ayrı bir kanıt olarak karşımızda duruyor.
Vampirle Görüşme’yi yaratan ekiple, Oscar ödüllü yönetmen
Neil Jordan’ı tekrar bir araya getiren Bir Vampir Hikayesi/Byzantium, son
dönemin gözde genç yeteneklerinden Gemma Arterton ve Saoirse Ronan’ı başrollere
taşıyor. 200 yıldır insan kanıyla beslenen gizemli bir kadın olan Clara
işlediği bir cinayetin ardından kızı Eleanor'la beraber bir kıyı kasabasına
sığınır. Ancak onlar için artık hiçbir yer güvenli değildir çünkü ölen kişi
Clara’ya daha önce ölüm fermanı veren ve senelerdir hesaplaşmayı bekleyen
“Kardeşlik” adında bir vampir topluluğunun üyesidir. Striptizcilik yapan Clara,
Noel ile tanışır ve onun Byzantium adlı pansiyonunda kalmaya başlarlar. Eleanor
ise, yeni arkadaş edindiği Frank’ten etkilenerek ona ölümcül sırlarını anlatır.
Bu bilginin kasabada yayılmasıyla Clara ve Eleanor, kaçmaya çalıştıkları
karanlık geçmişleriyle bir kez daha yüzleşmek zorunda kalacaklardır. Sıra dışı
atmosferiyle dikkat çeken filmin görüntü yönetmenliğinde Bafta ödüllü Sean
Bobbitt imzası bulunuyor.
Filmdeki iki kadın kahraman, aralarında pek fazla yaş farkı
bulunmayan anne-kız’ı canlandıran Clara (Gemma Arterton) ve Eleanor (Saoirse
Ronan)… İkisi de hayatının farklı evrelerinde ‘dönüşerek’ ölümsüzlük elde
etmiş. 20’li yaşlarda bir anne ve ergenlik çağındaki kızı… Yaşları birbirine
çok yakın vampir anne-kızın ilişkisinin merkezinde yer alan kibir ve şımarıklık
unsurları, yapımcılardan Elizabeth Karlsen’i heyecanlandırmış. “16 yaşındaki
bir kızın 24 yaşında, çok güzel bir annesi var. Gerçek hayatın doğal silsilesi
tersyüz olmuş durumda. Karmaşık, şaşırtıcı, müthiş bir hikaye…” diyor Karlsen.
Birçok sinemaseverin Drive ile tanıdığı Danimarkalı yönetmen Nicholas Winding Refn'in Drive'ın izinden gittiği ancak yeni bir üslup denemesine giriştiği son filmi Only God Forgives (Sadece Tanrı Affeder), Cannes Film Festivali'nde yuhalandı. Bu, film vizyona girdiğinde karşılaşacağı eleştiri bombardımanının ilk turuydu sadece. Geçtiğimiz Temmuz ülkemizde de gösterime giren Only God Forgives benzer eleştirileri bizde de aldı.
Peki, neden sevilmedi bu film? Sebep basit gibi görünse de irdelemeye çalışalım. Aslında Only God Forgives'in beğenilmeme sebeplerini araştırırken Drive'a bakmak gerekiyor. Drive'ın çok başarılı bir film olması sonrasında, Refn'in benzer bir filmle dönecek olması yeni bir Drive beklentisi yarattı. Ancak temel sorun bu değil. Drive, Renf'in anlatı olarak tarzının dışına çıktığı, genel kitlenin daha kolay hazmedebileceği bir işti. Nicholas Winding Refn, her ne kadar Only God Forgives'te deneysel bir işe soyunsa da özüne döndüğünü söylemek lazım. Yönetmenin Valhalla Rising'ini izleyenler ne demek istediğimi daha iyi anlayacaktır. Karakterlerini varoluşsal sorunlarla baş başa bırakan, az diyalog kullanıp, mizansenlere daha fazla anlam yükleyen-yüklemeye çalışan Refn, Only God Forgives'te Drive'ın dünyasını Valhalla Rising'in biçimci numaraları ve derinliğiyle buluşturuyor diyebiliriz.
Refn, filmde renklerle oynuyor, ağırlaştırılmış çekimler ve ilginç kamera açılarının üzerine döşediği müzikle seyircisini hipnotize edeceği bir dünyanın içine sürüklüyor. Elbette hikaye akışı ikinci planda tutulduğu için pek çok seyirciyle arasına mesafe koymuş oluyor Refn. İşin özü seyirci hiçbir karakterle özdeşlik kuramıyor. Hikayeye de yabancılaşınca bu stilize suç filminin amacı ve ne yapmaya çalıştığı sorgulanmaya başlıyor. Ve elbette beklenen final de gelmeyince seyirci filmden iyice kopuyor. Only God Forgives'te esasen 'iyi' diyebileceğimiz bir karakter yok. Ana karakterimiz ve etrafındakiler uyuşturucu ticaretine bulaşmış, yer altı dünyasında sözü geçen, nüfuzlu kişiler. Kanun adamları ise özellikle de Chang 'kötü polis'in de önüne geçip şeytani bir figür olarak çiziliyor. Refn'in karakterlerine tanrısal bir bakış açısıyla yaklaşması, intikam filmi veya suç filmi trüklerinden uzak durmaya çalışması gibi kritik detaylar, yönetmenin bir tür deneye dönüştürdüğü biçimci üslubuyla topluca değerlendirildiğinde filmin önemini artırıyor. Şiddet kullanımı ise abartılacak kadar yüksek dozda olmadığından ayrıca üzerinde durmanın lüzumu yok.
Son söz: Only God Forgives, yönetmenimiz Nicholas Winding Refn'in senaryo yazım aşamasında içine girdiği varoluşsal sorgulamanın nimetlerini toplayıp, suç filmlerine yeni bir soluk getiriyor. 8.5\10
Bir sinefil ya da öz türkçesiyle
sinema sevdalısı olarak hepimizin rüyası bir gün bir film çekmektir. Bunun
rüyasıyla yaşar, hatta bununla yatıp kalkarız. Hepimizin kendimize göre bir
film çekememe ya da rüyayı gerçekleştirememe hikayesi hatta daha ileri gidersek;
filmi nasıl çekeceğimizi bile dramatize ettiğimizi söyleyebiliriz. Bunlar kimi
zaman kişisel kimi zaman hayranlık uyandırıcı hikayelerdir. Gözümün Nuru gibi
hem kişisel hem de hayranlık uyandırıcı olanı nadide bulunan hikayelerdendir.
Bu kişisel hikayede evrensel olan belki de filme çekilebilmiş olmasından değil
de o sancılı ve umutsuz süreci eğlenceli bir şekilde aktarabiliyor olmasından
kaynaklanıyor.
Burç Karabulut Yazdı
Fransa’da sinema okumak üzere
yola çıkan Melik’in sinema sevdası onu küçüklüğünden beri takip etmektedir.
Öyle ki çocukluk fotoğrafları ve yer yer kadraja giren kısa videolar vizörü
kaplıyorlar. Nerdeyse sinemayla kaderlerinin bir olduğuna inanan Melik,
ailesinde oluşan kronik göz hastalığıyla baş etmeye çabalamasıyla sinema
rüyasını gerçekleştirme arasında gidip gelen ruh halini bize yansıtır. Sağ gözü
tamamen kör olan, sol gözü ise medikal olarak net görmeyen Melik, yine sinema
sevdasının peşinden Lyon’a kadar gider.
Lyon seferinin belki de en önemli noktası; Lumiere kardeşlerin sinematograf’ı icat ederek, bilinen ilk filmi çektiği yeri görmek için Lumiere müzesine gider. Sinematograf icatının hafifliği, Edison kinestoskopunun tek kişilik sinemasının aksine Lumiereler görüntüyü bir salon dolusu insana gösterecek bir hale getirerek öncü rol oynamışlardır. Filme dönersek, film aşkı sınır tanımayan Melik, kendi deyişiyle ‘ışık abileri’nin ”Fabrikadan Çıkan İşçiler”ini görür. İşçilerin fabrikayı terk ettiği an tekrar gözümüzde vuku bulurken, gözlerini yitirecek biri için haliyle en değerli hazine oluyor.
İstanbul’a döndüğünde göz
ameliyatı sırasında Melik’in elveda sinema demesi hem rüyalarını hem de sine
gözünü kaybetmesi anlamına geliyor. Bir sürü muayeneden sonra trajik bir
şekilde evinin yatak odasına hapsoluyor, birçok ilaç almak, pomat sürmek durumunda
kalıyor. Sine gözünü (kuramdan farklı olarak mecazi anlamda kullanıyorum)
çoktan kaybetmiş olan Melik, normal gözlerinden birini kurtarmaya çalışırken
sinema rüyalarını da ele geçiriyor. Surreal ve bir nevi distopik denebilecek bu
rüya görür. Başrol oyuncusu, yapımcıyla ve hatta bir eleştirmenle karşılaşıp
gözü olmadığı için hor görüldüğü sahne biraz da sinema sektörümüze atılan bir
taş gibi. Bağımsız film temelinde ele alırsak, yapımcı, eleştirmen ve başrol
oyuncularının acımasızlığını gerçek hayattakiyle birebir tutmamak elde
değildir. Risk almayan yapımcılar, televizyon ya da festival merkezli çalışan
başrol oyuncuları ve bunun sonucunda çıkan bağımsız film sayısına karşın her
filmi kıyasıya eleştirmek gibi bir görevi olan sektörün acımasızlığına da
gönderme yaptığını söyleyebiliriz.
Teknik olarak bakarsak;
Yeşilçam’daki sahnelerin filme olumlu etkisi yoktur ama bu filmde öyle bir etki
yaratıyor ister istemez, trajedi ve komediyle yüzleşmeniz ve o hissiyatı
yaşamanız gerekiyor. Normalde artık sinema seyircisinin yer yer gülümseyerek
baktığı bu sahnelerde bir nevi nostaljiye sürünmemek elde değildir. Kaç kişi
Cüneyt Arkın’ı, Filiz Akın’ı ya da daha benzeri onlarca jön ve jöndamın klasik
trajedi repliği olan “göremiyorum”una hafif bir tebessümle bakmamıştır.
Melik’in durumuna gelince; kendisinin bu olaya traji-komik hatta ironik
yaklaşması sebebiyle filme önemli anlamda katkı yapıyor. Kendi yaşadığı
deneyimin hissiyatını paylaşırken de kendi talihsiz macerasına espriyle bakıyor
yönetmen Melik. Melik’in ailesini oynatması gerçekçilik havası katmış.
Komşuların ziyarete geldikleri sahnede Melik’in içerden duyduğu sesler,
gülüşmeler ve kendini birçok kere tekrara veren konuşmalar Melik’in iç sesiyle
de birleşince film daha da güçlenmiş. Gerçekçilik payı hedeflenerek
oluşturulduğunu düşündüğüm bu sahneler, iyi bir montajla da seyirciyi de o
kasvetli atmosfere sokuyor. Gözümün Nuru, göz sahneleriyle izlenmesi zaman
zaman zorlasa da her zaman göremeyeceğimiz evrensel yönü de bulunan kişisel bir
hikayedir. Gözünü kaybeden bir yönetmenin filmi çekme ya da daha doğru bir
deyişle sinemayla kurduğu ilişki tanıdık, sıcacık, yer yer zorlayıcı bir
temelde seyretse de Gözümün Nuru kendine bir dil bulabilmiştir. Adana Koza’da
ödül almasına hiç şaşırmadığım film, amatör yanlarına karşın derdini sonuna
kadar anlatabilmiş ve iyi bir seyirlik olarak iyi filmler kategorisinde yerini
almıştır.
Tarihin en önemli mitolojik efsanelerinden biri olan "Herkül"; uzun bir aranın ardından beyazperdeye geri dönüyor. Üstelik 3D olarak. Filmde Calvin Klein mankenliğinden oyunculuğa geçiş yapan genç yetenek Kellan Lutz Herkül olarak karşımıza çıkıyor. Merakla beklenen Herkül’ün yönetmen koltuğunda ise Dağcı, Zor Ölüm 2, İyi Geceler Öpücüğü gibi aksiyon filmleriyle tanınan Ranny Harlin var. 3D formatında beyaz perdeye ilk kez taşınan film, 7 Şubat'ta vizyona girdi.
Filmde; Yarı Tanrı Herkül, gerçek kimliğini ve asıl amacını öğrenince bir seçim yapmak zorunda kalır: Ya gerçek aşkı Girit Prensesi Hebe’yi de alıp kaçacaktır ya da kaderinin gereğini yaşayıp, gerçek bir kahraman olacaktır. Yunan mitolojisinin tanrıları
ve tanrıçaları, bu kez beyazperdeye Herkül’le geliyor. Bir kahramanın epik
hikayesi tekrar tasarlanıyor ve köklerinden bir kez daha doğuyor. Film, Herkül’ün
uhrevi ve efsanelerle dolu dünyasını genç bir erkeğin gözünden anlatıyor ve
kaderini değiştirmek için verdiği mücadeleyi hikayeye konu oluyor.
Kraliçe Alcmene, halkını kral
kocasının zulmünden koruyup, ülkesini barış içinde yaşatmayı hayal etmektedir.
Alcmene’in Zeus’tan olan savaş tanrısı oğlu Herkül, gerçek kimliğini
gizlemektedir. Herkül’ün gayrimeşruluğunu bilen kral kendi oğlu Iphicles’i ön
plana çıkarmak için elinden geleni yapmaktadır.
Genç bir erkek olan Herkül, güzeller güzeli Hebe’ye aşık
olur. Ancak, kral güzel prensesin oğlu Iphicles’le evlenmesi gerektiğini ortaya
atar. Herkül buna izin vermemekte kararlıdır ve Hebe’yi kaçırıp mutlu bir hayat
hayalleri kurarken, planı kralın askerlerinin onu yakalayıp, ölmesi için savaşa
yollanmasıyla son bulur. Bir şekilde kaçmayı başaran Herkül, savaşçı diğer
dostlarıyla ittifak kurar ve krallığı ve sevdiği kadını kurtarıp Yunan Tanrılarının
arasına adını yazdırmak için geri döner.
Adını ilk kez “Oyun” adlı belgeseliyle duyduğum Pelin Esmer,
çok geçmede belgesellerden kurmaca hikayelere geçiş yaptı ama yolumuz kesişmedi
kendisiyle. İlk uzun metrajı 11’e 10
Kala’yı izleme fırsatı bulamadan, festivallerden ödüllerle dönen ikinci filmi
Gözetleme Kulesi’ni yeni bir yönetmenle tanışmanın heyecanıyla izledim. Minimal
Türk sinemasına mesafeli duruşum başta soru işaretleri yaratsa da, Pelin Esmer’in
tarzı ve minimal sinema anlayışı beni fazlasıyla memnun etti.
Gözetleme Kulesi için klasik bir kesişen yollar hikayesi
diyebiliriz. Filmin garip açılışında ana karakterlerimiz Seher ve Nihat ile
tanışıyoruz ama yolları kesişene dek önce kendi hikayelerine ortak oluyoruz.
Pelin Esmer’in paralel olarak anlattığı dramatik hikayelerin matematiği sanki
birbirinin tamamlayıcısı gibi kurulmuş. Ancak, yönetmenimiz görünüşe aldanmayın
diyor.
Yönetmen Esmer, Seher’in dramıyla aslında ülkemizde genç
kızların, kadınların kemikleşmiş sorunlarından birini merceğine alıyor. Film, 2013
Türkiye’sinde ebeveynlerin hala değişmeyen “kız çocuğu” algısının nasıl
sonuçlar doğurabildiğini gerçekçi gözlemlerle perdeye taşımış. Üniversite
eğitimi için anne-babasının yanından ayrılması gereken Seher, kız çocuğu okumaz
- okusa da başıboş bırakılmaz düşüncesinin bir sonucu olarak dayısının yanına (yine
üniversite eğitimi için) gönderiliyor. Ailenin kızlarını koruma içgüdüsünün yanında
ekonomik şartların da mecbur kıldığı bu durum, dışardan gelmesinden korkulan
tehlikenin içerden vurmasıyla onarılmaz yaralar açıyor. Öte yandan karısı ve
çocuğunu trafik kazasında kaybeden Nihat, kendisini toplumdan soyutlayacak bir
iş buluyor. Gözetleme Kulesi’nde acıları ve yalnızlığıyla baş başa kalıyor. Seher’le
Nihat arasındaki müşteri ilişkisi, bir noktada kesişiyor, değişiyor ve
Gözetleme Kulesi’ne taşınıyor. Seher’in suçluluğunun, Nihat için bir şansa,
ikinci bir fırsata dönüşmesi ve Nihat’ın Seher’le bebeğini, kaybettiği eşi ve
çocuğunun yerine koyması, beklenen sona doğru mu gidiyoruz sorusunu gündeme
getiriyor. Ancak, Seher’in tutumu pek de öyle olmayacağının işareti gibi.
Pelin Esmer’in minimal tarzına dönersek, Gözetleme Kulesi’nin
ayrıksı durmasındaki ana etkenin farklı damardan beslenen iki hikaye anlatması
olduğunu düşünüyorum. Açarsak, Nihat’ın Gözetleme Kulesi’ndeki yalnızlığı,
yaşadıklarının onu bu noktaya sürüklemesi klasik minimal film şablonuna cuk
oturuyor. Seher’in durumu ise çok başka… Sessiz başlayıp bir isyanın sesine dönüşüyor. Ani çıkışlarıyla, duygusallıkla
sarılmış olmasıyla minimal anlayıştan sapmadan ona lezzet katabilmiş. Pelin
Esmer, bana kalırsa tercihleriyle -seçtiği anlatım tarzıyla- fazlasıyla “bizden”
olan hikayeyi seyircisini yabancılaştırmadan aktarmayı başarmış. Olgun Şimşek’in
duru oyunculuğu, Nilay Erdönmez’in ise cesur yorumu filme çok şey katmış.
Son söz: Gözetleme Kulesi gibi Türk filmleriyle sık karşılaşmadığımızı düşünürsek mutlaka görülmeli. 8/10
Yönetmen James Wan ve senarist Leigh Whannell (“Saw”,
“Insidious”) imzalı sarsıcı korku gerilim “Insidious: Chapter 2/Ruhlar Bölgesi:
Bölüm 2”de, hayaletlerin musallat olduğu bir aile, kendilerini tehlikeli bir
şekilde ruhlar dünyasına bağlayan, dehşet verici bir sırrı açığa çıkarma
mücadelesi veriyor. Yönetmen James Wan, senarist
Leigh Whannell ve yapımcı Jason Blum kimi zaman bireysel kimi zaman bir
arada çalışarak son on yılın en iz bırakan, ticari açıdan başarılı ve tam
anlamıyla dehşet verici bazı korku-gerilim filmlerini hayata geçirdiler.
Wan ve Whannell, 2004 yılında, çığır açan ve büyük
popülarite yakalayan “Saw”u yarattılar. Film gişe rekorları kıran bir serinin
başlangıcını oluşturdu. Whannell seride yazar (“Saw II” ve “III”) ve yönetici
yapımcı olarak yer almaya devam etti. Wan kısa süre önce başarılı perili ev
öyküsü “The Conjuring”i yönetirken, Blum ise “Paranormal Activity” ve
“Sinister” gibi izleyicinin kanını donduran filmlere imza attı. Üçlünün 2011
yılında birlikte hayata geçirdiği psikolojik korku gerilim türündeki sarsıcı ve
orijinal “Insidious/Ruhlar Bölgesi” ise gösterime girdiği yıl gişede en çok kâr
getiren film oldu.
Şimdi üç sinemacı da -“Insidious/Ruhlar Bölgesi”nin tüm
oyuncu kadrosuyla birlikte- “Insidious: Chapter 2/Ruhlar Bölgesi: Bölüm 2”yle
geri dönüyor. Film, Lambert ailesinin, hayatlarını mahvetme eğilimindeki kötü
ruhlarla ölüm kalım mücadelesini anlatmayı sürdürüyor.
“İlk filmde başladığımız hikayeyi anlatmaya devam etme
fırsatı bulduğumuz için müthiş heyecanlıyız. Birinci filmde yarattığımız
karakterleri seviyorum; aynı oyuncu kadrosu ve yapım ekibiyle yeniden birlikte
çalışmak da harika. Eve döndüğünüzde ailenizin sizi karşılaması gibi. Ama
korkutucu bir yanı da var çünkü ilk filmin başarısı hepimizi hazırlıksız
yakalamıştı” diyor ilk kez bir devam filmi yöneten Wan.
“Insidious/Ruhlar Bölgesi”nin merkezinde, hayaletli evlerini
terk ederek başka bir eve taşınan ama hayaletlerin eve değil büyük oğullarına
musallat olduğunu öğrenen orta hâlli Lambert ailesi yer alıyordu. “Insidious:
Chapter 2/Ruhlar Bölgesi: Bölüm 2”, bir kez daha, son yaşadıkları olayları
arkalarında bırakmaya çalışan, ancak onlara işkence eden ruhların, işlerini
bitirmekten çok uzak olduğunu fark eden Lambert ailesine odaklanıyor.
Wan ve Whannell alışılmadık bir adım atarak filme
“Insidious: Chapter 2/Ruhlar Bölgesi: Bölüm 2” adını verdiler çünkü film tam da
ilkinin bittiği yerden başlıyor. “Pek fazla devam filmi bunu yapmaz; ama biz
baştan sona bir hikaye anlatma fikrini sevdik” diyen Whannell, şöyle devam
ediyor: “İkisini neredeyse tek bir film ya da aynı hikayenin bölümleri gibi
izleyebilirsiniz. Josh’ın Elise’i öldürdüğünü gördük, fakat Renai bunu görmedi
ve neler olup bittiğinden pek emin değil. Bu yüzden, ikinci filmin
başlangıcında, her şey normale dönmüş gibi görünüyor. Ancak, bazı şeylerin feci
şekilde yanlış olduğunu yavaş yavaş fark ediyorsunuz.” Blum, “Insidious: Chapter 2/Ruhlar Bölgesi: Bölüm 2”nin
bütçesi biraz daha fazla olsa da, yapımcı olarak başlıca amacının, Wan ile
Whannell’in ilk yapıma getirdiği bağımsız film ruhunun kaybolmamasını sağlamak
olduğunu belirtiyor:
Lambert ailesinin öyküsünü orijinal filmin bıraktığı yerden
devralan “Insidious: Chapter 2/Ruhlar Bölgesi: Bölüm 2”nin karakterler için
daha geniş bir mitoloji ve arka hikaye işlediğini söylüyor Wan: “Bu gerçekten
daha büyük bir film. İlk filmi yaparken, devamı için plan ve fikirlerimiz vardı
ama bunları sonuna kadar götürmedik. ‘Bakalım. Bununla oynayıp nereye gittiğini
görelim. İkinci bir hikaye konusu için potansiyel olabilir’ diye düşündük. Ve
tabi böylece, ilk film başarılı olduğunda bunlardan ikinci hikayeyi çıkarıp
devam edebilirdik.”
“Insidious/Ruhlar Bölgesi” fiziksel bedeninden ayrılarak
seyahat etme becerisine -babası Josh’tan kendisine geçen bir yetenek- sahip
Dalton Lambert’ın etrafında dönüyordu. Bu becerinin bir sonucu olarak, gizemli
yaşlı bir kadının ve fiziksel bedenini ele geçirmek isteyen kırmızı suratlı bir
iblisin hedefi hâline gelmişti. Filmde, ayrıca, çocukken Josh’ın da geceleri
kendisini ziyaret eden yaşlı bir kadın yüzünden çok korktuğu açıklanıyordu.
Fakat o olayın anıları kasıtlı olarak bastırılmıştı. “Insidious: Chapter
2/Ruhlar Bölgesi: Bölüm 2” Josh’ın aslında hiçbir zaman iyileşmemiş olduğu,
yaşlı kadının asla onu bırakmamış olduğu ihtimalini ortaya atıyor.
Wan bu konuda şunları söylüyor: “Biz metafizik dünyanın
büyük birer hayranıyız. Bir filmde astral seyahati kullanmanın harika olacağını
düşündük. Bu, yani geceleri uyurken ruhunuzun fiziksel bedeninizi terk edip
havada süzülerek gezmesi fikri, çok hoş bir konsept. Bir hayaletli ev filmi yapmak
istedik ama aynı zamanda biraz farklı bir şey yapmayı da arzu ettik. Bu yüzden,
ikisini harmanladık.”
Whannell ise şunları ekliyor: “Bir korku filmi için mükemmel
bir fikir. ‘Niye kimse astral seyahati kullanmadı?’ diye sorup durduk. Bu bizi
gerçekten heyecanlandıran bir şeydi -yani, daha önce kullanılmadığını
düşündüğümüz bir fikir ya da konsept olması. Astral seyahati başka hiçbir
filmde görmemiştik.” Wan ve Whannell daha aşina bir diğer konsepti, zamanda
yolculuğu da kullandılar ki, bu, korku türünde ender görülen bir temaydı. Film
Lambert ailesinin peşindeki kötülüğün kökeninde yatan sinsi olayları açığa
çıkarmak için 25 yıl geriye gidiyor ve hem ilk filmin çözümlenmemiş gizemlerini
aydınlatıyor, hem de Öte olarak bilinen karanlık ölüler diyarının içine
giriyor. “İlk film böylesine stilize ve fantastik bir dünya olduğu
için, zamanda yolculuk yaklaşımı ikinci film için gerçekten de biçilmiş
kaftandı” diyor Wan.
Sinemacı ikili “Insidious: Chapter 2/Ruhlar Bölgesi: Bölüm
2”yi bir korku filminden ziyade bir psikolojik gerilim olarak görüyor.
“Insidious/Ruhlar Bölgesi/Ruhlar Bölgesi” hayaletli ev filmi arketipiyle
yoğrulmuşken, Wan’a göre, “Bölüm 2” izleyicilerin en temel çocukluk korkularına
parmak basan kanlı görüntülere ve BYG efektlerine daha az başvuruyor.
“Bunu doğaüstü bir yanı olan ev içi bir gerilim olarak
tanımlayabilirim” diyen Wan, şöyle devam ediyor: “Hayaletler geri geliyor ama
bu film o konuya pek fazla odaklanmıyor. Karakterleri oturtmuş olduğumu
hissediyorum, dolayısıyla bir yandan fazla dolambaca gerek kalmadan onları
işleyebilir bir yandan da insanların sevdiği öğeleri filmde tutmayı
başarabilirim. İlk film çok daha düzdü ki bir ilk film için bu harika bir şey.
Ama devam filminde mitolojiyi derinleştirmek istiyorsunuz. İnsanlara, yarattığınız
dünyanın daha fazlasını göstermeyi arzu ediyorsunuz, ki bizim de ‘Bölüm 2’de
yaptığımız şey buydu.”