27 Aralık 2015

Rocky efsanesi Creed ile 8 Ocak'ta dönüyor!


Sylvester Stallone’nin efsane serisi Rocky, uzun bir aranın ardından Rocky Balboa ile 2006’da geri dönmüş ve serinin en başarılı bölümlerinden biri olarak selamlanmıştı. Artık seri nihayete erdi derken, kabul edilebilir bir devam filmiyle efsaneyi yaşatmanın formülü bulundu diyebiliriz. Bu kez yönetmen koltuğunda Stallone’yi değil, Ryan Coogler’i gördüğümüz Creed, gösterildiği ülkelerde olumlu tepkiler aldı.

Filmin hikayesi

Adonis Johnson henüz kendisi doğmadan önce ölen Dünya Ağırsıklet Boks Şampiyonu ünlü babasını hiç tanımamıştır. Yine de, kanında boks olduğuna hiç şüphe yoktur. Bu yüzden, Apollo Creed’in yeni ama sağlam bir boksör olan Rocky Balboa ile efsanevi maçını yaptığı yere, Philadelphia’ya gider.

Adonis, Kardeş Sevgisi Şehri’ne vardığında, Rocky’yi (Stallone) bulur ve kendisinden antrenörü olmasını ister. Rocky dövüş oyununa sonsuza dek veda etmiş olduğunu ısrarla söylese de, en yakın dostu olan müthiş rakibi Apollo’da gördüğü gücün ve kararlılığın aynısını oğlu Adonis’te de görür. Adonis’i çalıştırmayı kabul eden eski şampiyon bir yandan genç boksörü eğitirken, bir yandan da ringde hiç karşılaşmadığı kadar ölümcül bir rakiple mücadele etmektedir. 

Köşesine Rocky’yi alan Adonis’in unvan mücadelesi şansı bulması uzun sürmez… Ama acaba ringe çıkmak için gerçek bir dövüşçünün dürtüsüne ve yüreğine zamanında ulaşabilecek midir?

Sylvester Stallone'nin filmle ilgili düşünceleri

Rocky Balboa’yı yaratmış ve serinin tüm filmlerinde canlandırmış olduğu için, Stallone role yeniden kolaylıkla bürünmüş. Karakterin hayatında beklenmedik bir fırsatla karşı karşıya kaldığı bu evreyi irdelemeye istekli olan aktör, “Karakter benden doğmuş olsa da, daha çok onun gibi olabilmeyi dilerdim” diyor Stallone gülerek ekliyor: “O bir sabır abidesi; içinde en ufak bir kötülük yok. Çok rekabetçi olmasına karşın, onur için dövüşüyor.”

“Boks, muhtemelen çoğu spor gibi, yüzde 80 oranında kafanızda” diyen Stallone, şöyle devam ediyor: “Soyunma odasından çıkmadan önce kaybetmiş olabilirsiniz. İşte bu yüzen, iyi bir köşe adamı hemen oracıkta psikanaliz yapabilmelidir. Adamının dağılmasını önlemeli. Oldukça sıra dışı bir meslek. Yıllar boyunca dövüşçü olarak edinmiş olduğu tüm bilgi ve deneyimi bu çocuğa öğretebilmesi açısından Rocky için çok doğru bir yer olduğunu düşündüm.”

Stallone; Rocky’nin, kendi hayat hikâyesindeki iniş çıkışların getirdiği duygulara ek olarak, Apollo’nun oğluyla karşı karşıya geldiğinde şunları yaşadığını söylüyor: “Birden bire, Apollo’yu yeniden kaybetmenin matemiyle ve onun ölümünden sorumlu olma hissiyle yüzleşiyor. Bunun için kendini hiç affedememiş. Şimdi karşısına geçip kendisine bakan bu çocuk eski dostuna öylesine benziyor ki ona Apollo’yu hatırlatıyor. Üstelik Adonis de o tehlikeli arenaya girmeyi hedefliyor ve kendisini oraya Rocky’nin taşımasını istiyor. Rocky ise bunu istemiyor; Apollo’nun çocuğunun da zarar görmesine neden olmak istemiyor. Ama biliyor ki kendi yapmasa, bir başkası yapacak. İşte o durumda Donnie gerçekten zarar görebilir. Belki Rocky elinden gelenin en iyisini yaparsa, onu güvende tutabilir ve yıllarca önce olan şeyi telafi edebilir.”

24 Aralık 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #37 Altered States


Yönetmenlik stiliyle kendi özgün sinemasını oluşturabilmiş İngiliz sinemacılardan Ken Russell’ın ilk ve tek bilimkurgu çalışması olan Altered States (Gerçeğin Ötesinde), dönemi 80’lerin kıymeti bilinmemiş başyapıtlarından biridir. İnsanoğlunun varoluşunu evrim teorisi ekseninde özgün bir hikâyede işleyen film, zengin içeriğini benzersiz biçimselliğiyle sararak unutulmaz bir sinemasal deneyime dönüşüyor.

Ana karakterimiz Dr. Eddie Jessup’ın su dolu tank içinde bilimsel deneylerini kendi bedenini kullanarak gerçekleştirmesiyle açılan film bu minvalde ilerliyor. Çok geçmeden karşımızda klasik bir bilim insanı olmadığını anlıyoruz. Harward Tıp Fakültesi profesörü olmak, saygınlık kazanmak onun için bir önem taşımıyor. Evlenip çoluk çocuğa karışmak, herkes gibi bir hayat yaşamak onu mutlu etmeyecek. Deneylerine kobay olması ve ileriye gitmekten korkmaması onu kağıt üzerinde çılgın bir bilim adamı yapsa da tür içindeki konumu itibariyle farklı bir noktada duran özel bir karakter o. Bilinçle ilgili çalışmalar yapan Jessup, hakikatin, varoluşunu anlamlandırmanın peşinde diyebiliriz. Bu arayış onu Orta Meksika’da bir kabile büyücüsüne götürüyor ve büyücünün ilacını içmesiyle ilk bilincimize giden kapıyı aralamış oluyor. Jessup’ın bilinç düzeyinde başlayan tarih öncesi yolculuğu, tersine evrim geçirerek bir proto insana dönüşmesi biçiminde devam ediyor. Bilim insanı Jessup’ın varoluşun mutlak gerçekliğini arayışının altında farklı ancak birbirini tamamlayıcı sebepler var. Bilim adamının somut gerçeklik arayışı ve keşif tutkusu, tanrı inancını yitiriş ve reddediş sonucunda oluşan tinsel boşluğun doldurulmaya çalışılması ve nihayetinde de hayatın sırrına vakıf olabilme isteği Jessup karakteri özelinde işleniyor.

Altered States’i benzersiz kılan etkenlerin başında kuşkusuz ki görselliği geliyor. Yönetmen Russell’ın özellikle halüsinasyon sahnelerindeki baş döndüren hızlı kurgusuyla birbirine bağladığı görüntülerle yakaladığı etkiyi tarif etmek hiç kolay değil. Filmin görsel efektlerinin de bugün izlendiğinde dahi hakkı teslim edilecek kadar iyi olduğunu söyleyelim. Russell’ın insanoğlunun evrimsel geçmişine bakış attığı Altered States, hem içerik hem de biçimsel olarak 2001: A Space Odyssey’den etkilendiğini açıkça belli eden, buna karşın özgün kalabilmeyi başarmış bir bilimkurgudur. Bilimkurgu sevenler için görülmesi bir zorunluluk...

20 Aralık 2015

Türkiye gerçekleri mi, sinemanın gerçekleri mi?: Mustang


Deniz Gamze Ergüven’in ilk uzun metrajı Mustang, Fransa’nın Oscar aday adayı olması, Altın Küre’de adaylık elde etmesi, batıda başyapıt ilan edilmesi, ülke sinemamız kapsamında bize ait olup olmaması meselesi ve Türkiye gerçeklerini çarpıtma veya yanlış yansıtma gibi sorunları sebebiyle uzun zamandır bir tartışma konusu. Benim de bu tartışmada taraf olma zamanım gelmişti. Mustang’i yazımın başlığına da taşıdığım soru ekseninde, başka örneklere de değinerek irdeleyeceğim.

Mustang’in dış basında övgüyle karşılanmasının ardından ülkemizde vizyona girdiğinde batının aksine olumsuz eleştirilerin odağı olması, bakış açılarındaki farklılığın yanı sıra sinemadaki gerçeklik meselesiyle ilgilidir. Filme; Karadeniz’in bir sahil kasabasında öksüz kalmış beş kız kardeşin, aile büyüklerinin baskısına boyun eğmekle, başkaldırmak arasında gidip gelişinin naif bir özgürlük çığlığına dönüşünün hikâyesi denilebilir. Tartışma tam da burada başlıyor. Hikâyenin geçtiği coğrafyanın gerçeklerini bilmeyen batılı seyircinin filme nasıl yaklaştığı önemli diye düşünüyorum. Birincisi sinema sanatı çerçevesinde, yönetmenin anlatısına ve filmin duygusunu verip veremediğine bakılıyor. İkincisi karakterlerle empati kurularak ele alınan meselenin içselleştirilmesiyle doyuma ulaşılıyor. Gerçeklik sorgulamasına girilmediği (benzer olayların gerçekte filmde anlatıldığı gibi yaşandığı farz ediliyor ya da kurgusal açıdan değerlendiriliyor) ve filme daha saf bir biçimde yaklaşıldığı için övgüleri doğal karşılamak gerekiyor. Bizdeki durum ise tam tersi. Yönetmen Ergüven’in ülkenin kemikleşmiş sorunlarını anlatmak istediğini görüyoruz ama kendi gözlerimizle gördüklerimiz, duyduklarımız ve yaşadıklarımızdan bağımsız bir değerlendirme yapamıyoruz. Sebebi de mevcut gerçekliğin filmde ele alınandan çok farklı olması. Karakterlerin bu topraklara ait olmadığının net bir şekilde görülmesi. Ergüven’in özellikle kırsal kesimlerde yaşananlardan bihaber olması, bildiklerinin de gerçeklikle bağını olabildiğince kopararak hikâye etmesi gerçekliğin çarpıtılması veya önemsenmemesi olarak yorumlanıyor.

Eleştirilere hak vermekle birlikte hepsine katılamadığımı söylemek istiyorum. Çünkü Mustang’i sinemanın gerçekleri bağlamında değerlendirmenin daha hakkaniyetli olacağı kanısındayım. Sebebi de Ergüven’in Türkiye gerçeklerini masalsı bir Türkiye portresi içinde anlatmayı denemesi. Masalsı doku gerçekliğin deformasyonunu önemsizleştiriyor. Tam da bu noktada sinemanın gerçekliği devreye giriyor. Hatırlarsanız Reha Erdem de Jin’de benzer eleştiriler almıştı. Doğuda yaşayan veya orda yaşananları bilen insanlar tepkilerini dile getirmişti. Orada da gerçeklik masalsı bir dünyada eritilmişti. Erdem’in bir röportajında sinemada gerçeklikle ilgili verdiği örnek bakış açınıza bağlı olarak meseleyi kökünden çözüyor. Şöyle diyor Erdem: “Sinemadaki kuş, sinemadaki kuş, yani filmin kuşu, gerçek hayatta öyle bir kuş yok!” Sinemada gördüklerimizle gerçek hayattakiler birebir aynı değil diyor kısaca. Masalsı dokusu sayesinde bu örneği Mustang’e de uyarlayabiliyoruz. Ergüven, Erdem gibi bilinçli değil elbette. Ülkesini yeterince tanımadığı için sinemanın gerçeklerine sığınıyor. Gerçeklik meselesi sebebiyle Mustang’i eleştirenlerin Semih Kaplanoğlu’nun Bal filmini de eleştirmiş olması gerekiyor. Zira orda Karadeniz’in kalbinde yaşayan karakterlerin de Karadeniz insanıyla -figürasyonda kullanılan birkaç karakter dışında- alakası yoktu. Tipler evet kabul edilebilir ama Karadeniz şivesi ve Karadeniz insanın sıcaklığından eser yoktu. Bu tercihin sebebi Kaplanoğlu’nun minimal sinema anlayışıdır. Bunun anlamı da gerçek Karadeniz insanının yani Türkiye gerçeklerinin, sinemanın gerçeklerine tercih edilmesidir. Mustang ile karşılaştırmıyorum tabii. Orda dikkat çekmeyen, minimize edilmiş bir gerçeklik sorunu varken, Mustang’in hemen hemen her anında göze batması muhtemel olay ve davranışlar görüyoruz. Bal ve Jin örnekleriyle dikkat çekmek istediğim hususlar anlaşılmıştır eminim. 

Aslında filmin temel sorunu hikâyenin çok hızlı akması. Karakterleri tanımaya ve özümsemeye çalışırken hikâye alıp başını gidiyor. Yönetmenin neden bu kadar aceleci olduğunu çözemiyoruz. Belki ilk filmi olmasına yani tecrübe eksikliğine yorabiliriz bunu. Bu hızlı akış içinde yönetmenin çocuk gelinleri, kadına yönelik şiddeti, kadının cinsel bir obje olarak görülmesini, eğitimsizliği, muhafazakâr düşünce yapısını ve daha birçok şeyi eleştirmeye çalıştığını görüyoruz. Böyle olunca da ensest ilişki meselesi gibi bazı mevzular derinleştirilemiyor. Ergüven, iyi bir damar bulsa da hikâyelemede abartıya kaçıyor. 

Toparlarsak, sinemanın kendi gerçekliği içinde değerlendirdiğimizde, eksiklerine rağmen başarılı bir ilk film Mustang. Deniz Gamze Ergüven filmin duygusunu verebilmiş. Sinemamız adına önemli bir kazanç olduğunu düşünüyorum. Oscar ve Altın Küre’de yolu açık olsun. 7.3\10

18 Aralık 2015

3 soruda Star Wars: The Force Awakens


Star Wars evreni genişlemeye devam ederken, bunu köklerine dönerek, kültleşmiş karakterleriyle yeni karakterlerini bir araya getirerek yapmayı deniyor. Tüm dünya ile aynı anda ülkemizde de vizyona giren filmi değerlendirdim. 

1 - Neden özgün bir hikâye ile yola çıkılmadı?

J.J. Abrams’ın ilk üçlemeyle sıkı sıkıya bağlı bir Star Wars filmi çekmek istediğini biliyorduk. Biz bu isteği, ilk üçlemenin dokusuna sahip yeni bir seri yaratma olarak okumuştuk. Bugünün sinema teknolojisiyle bunu başarabilmek kolay değil. İlk üçlemedeki karakterlerin dönüşü ve gerçek mekân kullanma gibi tercihlerle o hava yakalanabilmiş denilebilir. Filmin temel sorunu zaten o dokuyu yeni ve özgün bir hikâyede kullanamaması. Abrams, ilk üçlemeye sıkı sıkıya bağlı kalma meselesini yanlış anlamış. 1977’de çığır açan ilk Star Wars filmi A New Hope’u tekrar eden bir hikâye kurgusu var The Force Awakens’ın. Luke yerine koyabileceğimiz Rey’in tıpkı onun gibi bir yoldan geçmesi, gücünü keşfetme serüveninde yaşadıkları benzeşiyor. Daha da fazlası var ama spoiler olmaması için yazmak istemiyorum. Evet, neden özgün bir hikâye ile yola çıkılmadı? Bu sorunun cevabı basit gibi görünse de açıklaması zor. Elbette ilk üçlemenin başarısını yakalamak ve fanları memnun edebilmek için tutmuş bir formülün izi sürülmüş. Özgün bir hikâye demek, risk almak demek. Ne var ki Abrams gibi bir yazar-yönetmenden risk almasını beklerdik. Açıklaması zor demiştik. Sonuçta ilk filmin hikâye kurgusunu kopyalayarak gerçek bir başarı yakalanamayacağını da bilmeleri gerekiyor. Ticari başarı gelecek ama tepkilere de hazırlıklı olmaları gerekiyor.

2- Gücünü akrabalık bağlarından mı alıyor?

Evet, öyle diyebiliriz. Filmde öne çıkan karakterlerden ikisi taşıdıkları kan bağıyla önem arz ediyorlar. Yeni üçleme bu iki karakter üzerine gidecek. Akrabalık bağları konusunda iyi bir çalışma yapılmış denebilir. İşte burada biraz risk alınmış. Böyle efsanevi seriler yıllar sonra diriltildiğinde kültleşmiş karakterlerin çocuklarının peydah olması (Indiana Jones, The Mummy ve Die Hard serileri) hep olumsuz sonuç verdi. İşte The Force Awakens bunu kırmayı başarıyor. Çünkü Star Wars filmleri her daim akrabalık bağları ve o bağların ortaya çıkışının yarattığı dramatik etki ile sevenlerine unutulmaz anlar yaşatmıştır. Baba ile oğlun çarpışması, birbirlerini kendi taraflarına çekme çabaları Star Wars serisinin kilit anlarıdır. Abrams da bunun bilincinde olarak akrabalık bağlarına yüklenmiş. Henüz meyvelerini toplamaya başlamadı. Sekizinci bölümü yönetecek olan Rian Johnson Abrams’a dua edecek gibi görünüyor. Karakterlerimiz kendi bulduğunda, yani bir sonraki bölümde çetin çarpışmalar izleyeceğiz. The Force Awakens’ta esaslı bir ışın kılıcı düellosu izleyemememizin sebebi de zaten, yeni karakterlerin güçsüzlüğü. Güç uyandı ama uyanmak yetmez. Gücün eğitimle şekle sokulması gerekecek. Hikâye ve karakterlerin temelleri atıldı. Umarız ki sekizinci bölümde daha özgün bir hikâye kurgusuyla karşılaşırız.

3- The Force Awakens seri içinde nerede duruyor?

Öncelikle şunu söylemekte fayda görüyorum: George Lucas’ın kafasında 6 filmlik bir seri vardı. Kronolojik olarak hikayenin geleceğini ve geçmişini tersten anlatmak durumunda kaldığını biliyoruz. Dolayısıyla önümüzde aslında tamamlanmış bir seri var. Yeni üçleme bu bakımdan biraz zorlama. Luke, Han Solo ve Leia’nın dönüşü büyük önem taşıyor şüphesiz ve karakterlerimizin Return of the Jedi’dan sonra neler yaşadıklarını hep merak etmiştik. Bu soruların cevaplarını bulmak sevindirici. Onların dönüşünün daha anlamlı olabilmesi özgün bir hikâye kurgusuna ihtiyaç vardı. Yönetmen Abrams, her zaman kolaya kaçmasıyla eleştirilecektir. 

Filmin görsel ve teknolojik açıdan ilk ve ikinci üçleme arasında durduğunu söyleyebilirim. İlk üçlemenin tadını almak mümkün. Ama nihayetinde bugünün teknolojisiyle ne kadar uğraşsanız da 70’lere veya 80’lere ait bir film çekmeniz oldukça zor. Zaten işin ticari boyutu da düşünüldüğü için günümüz uzay operalarının ışıltısına sahip bir Star Wars yaratıldı. Karşılaştırma yaptığımızda Abrams’ın filmini, ilk üçlemeyle kıyaslamaya dahi gerek yok. George Lucas’ın prequel üçlemesinin de giriş filmi The Phantom Menace ile kıyaslarsak, The Force Awakens’ın daha iyi bir giriş filmi olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Yeni üçleme tamamlandığında serileri karşılaştırmak daha doğru olacaktır diyelim.

15 Aralık 2015

Sinema uyarlamasını bekleyen romanlar - #10 İstanbul Hatırası


Türk polisiyesi dendiğinde akıllara gelen ilk isim olan Ahmet Ümit, üretken bir yazar. Daha önce Sis ve Gece ve ardından Bir Ses Böler Geceyi adlı romanları sinemaya uyarlanan Ahmet Ümit’in bugünlerde yeni kitabı Elveda Güzel Vatanım raflardaki yerini aldı. Yazımızın konusu ise bir önceki eseri İstanbul Hatırası…

Hikâye

Byzantion’dan İstanbul’a uzanan, heyecan yüklü bir serüven… Sarayburnu’nda, Atatürk heykelinin ayaklarının dibinde bir ceset, Avuçlarında antik bir para... Ama ne bu ceset son kurban, ne de bu antik para son sikke… Yedi kurban, yedi hükümdar, yedi sikke, yedi kadim mekân. Ve tek bir gerçek: Bu şehrin gizemli tarihi…

Nedir?

Başkomiser Nevzat ve yardımcılarının peş peşe işlenen esrarengiz cinayetleri çözme çabasının işlendiği İstanbul Hatırası, son ana dek ilgiyle okunan bir polisiye hikâye. Seri katil hikâyelerinin olmazsa olmazlarından sürpriz sonun da tıkır tıkır işlediği İstanbul Hatırası, gerilimden ziyade okuru ikilemde bırakmadaki başarısıyla hatırlanacaktır. Karakterlerin birbirleriyle ilişkileri ve geçmişleri iyi örülmüş. İstanbul’un tarihi yapıları ve genel olarak tarihsel detaylar yama gibi durmuyor. Ahmet Ümit zaten mekân kullanımı konusunda usta bir yazar. İstanbul’u da iyi biliyor. İstanbul Hatırası, türü sevenleri hüsrana uğratmayacak bir eser diyebiliriz.

Neden uyarlanmalı?

Türk sineması hiçbir zaman hızlı evrilen bir sinema olmadı. Bunun en açık kanıtı da tür filmlerinin üstesinden bir türlü gelemiyor oluşumuz. Korku denemeleri arttı ve Baskın örneğine bakarak yapabildiğimizi gördük. Sen Aydınlatırsın Geceyi ise en uzak olduğumuz türlerden fantastikte dahi kendi stilimizi ortaya koyabildiğimizde başarılı olabileceğimizi gösterdi. Polisiyedeki duruma baktığımızda, son dönemdeki denemelerin hüsranla sonuçlandığı tartışma götürmez bir gerçek. Ejder Kapanı, Beyza’nın Kadınları ve Av Mevsimi gibi seri katil hikâyeleri, korkuya oranla altından kolaylıkla kalkılabilecek bir tür olmasına karşın vasatı aşamamış örneklere sahne oldu olmaya da devam ediyor. İşte bunu aşabilmek için sinemamızın Ahmet Ümit romanlarına sarılması gerektiğini düşünüyorum. Pek çok romanında polisiyeyi tarihle harmanlayarak ilgiye değer hikâyeler üreten Ümit’in bu formülü polisiyede çıkış biletimiz olabilir. “Peki, neden İstanbul Hatırası?” derseniz de, romanın oldukça sinematik durması ve İstanbul’un gizemli geçmişine ışık tutarak, sinemamız için öncü bir nitelik kazanabilecek olması diye düşünüyorum.

Nasıl uyarlanmalı?

Henüz polisiyede kendisini ispatlamış bir yönetmenimiz olmadığı için en büyük sorun, eserin sinemaya aktarılması meselesi. İstanbul Hatırası bir formül kitabı olduğu için o formülü sinemada işletebilecek vizyona sahip bir yönetmen bulmak şart. İkinci problem de senaryo aşaması. Nasıl bir adaptasyon yapılmalı? Öncelikle tarihsel ayrıntıların azaltılması gerekiyor. Elbette İstanbul Hatırası’ndan yapılacak uyarlama fark yaratacaksa bunu tarihle polisiyeyi ustaca harmanlamasıyla yapacak fakat iyi bir film çıkarabilmek için bazı fedakârlıklar yapılmak zorunda. Dan Brown’ın Da Vinci Şifresi ve Melekler ve Şeytanlar romanlarının sinema uyarlamalarındaki hezimet unutulmamalı. Türe hâkim Hollywood dahi benzer bir formülün izini süren Brown romanlarından eli yüzü düzgün filmler çıkaramıyorsa, bizim iki kez düşünmemiz gerekeceği çok açık. Şu da bir gerçek ki, Brown romanları kadar komplike bir roman değil İstanbul Hatırası ve temelde klasik bir polisiye olması sebebiyle aynı kefeye koymak doğru olmayacaktır. Uyarlamasının zorluğunu anlatmaya çalışıyorum sadece. Diğer bir konu da karakterlerin kartondan kalıp kalmaması meselesi. Burada oyuncu tercihleri önemli ama senaryo aşamasında dramatik yapıyı güçlendirmek ve romandaki gibi yaşayan karakterler yaratmak bir zorunluluk. Bu noktada Ahmet Ümit’in müdahalesi de gerekebilir. Polisiyedeki engin bilgisinden ve tecrübesinden yararlanmak lazım. Bazı yabancı yazarların kendi romanlarını uyarlaması gibi Ümit’in de senaryoyu kendi yazması filmin lehine olur. Son bir şey daha var. Romanda Ümit’in ustalıkla gizlemeyi başardığı sürpriz sonun filmde de açık edilmemesi oldukça önemli bir husus.

12 Aralık 2015

In the Heart of the Sea 1 Ocak'ta Vizyonda!


1820 kışında, New England balina gemisi Essex kimsenin inanamayacağı bir şeyin saldırısına uğradı: Neredeyse insanlara özgü bir intikam dürtüsüne sahip, dev cüsseli bir balina. Gerçek bir deniz felaketi olan olay Herman Melville’in Moby-Dick’ine ilham kaynağı olacaktı. Ama roman hikayenin yalnızca yarısını anlattı. In the Heart of the Sea (Denizin Ortasında) bu karşılaşmayı takip eden dehşet verici olayları konu alıyor: Geminin sağ kalan mürettebatının sınırlarını sonuna kadar zorlayan, onları akla gelemeyecek şeyler yapmaya mecbur bırakan olayları. Sarsıcı fırtınalar, açlık, panik ve umutsuzluk karşısında bu adamlar, hayatlarının değerinden yaptıkları işin ahlakına kadar, en derin inançlarını sorgulayacaklardı.

Bu, tüm zamanların en önemli deniz yolculuğu hikayelerinden biridir: Nantucket’tan yola çıkan Essex adlı balina gemisi bir deniz canavarının -eşsiz bir boyuta ve niyete sahip beyaz bir balina- saldırısına uğrar. Sadece birkaç mürettebat hayatta kalır. Onların da olağanüstü zorlukların üstesinden gelmesi gerekmektedir ki hayatta kalıp hikayelerini anlatabilsinler. Fakat o dehşet verici yolculuktan sonraki 200 yılda, gerçekler tarihin içinde eridi, ilham kaynağı olduğu ünlü romanın, Herman Melville’in Moby-Dick’inin gölgeside kaldı. Şimdi yönetmen koltuğunda Ron Howard’la, Essex efsanesi, geminin cesur mürettebatı ve o mitleşmiş beyaz balina In the Heart of the Sea ile ilk kez beyaz perdeye taşınıyor.

Moby-Dick bir kurgu; oysa In the Heart of the Sea Melville’in klasikleşmiş romanını besleyen gerçek destanı hayata geçiriyor. Yönetmen Ron Howard bu konuda şunları söylüyor: “Essex’in gerçek hikayesi muhteşem. Çok sahici; özünde zengin ve sinematik; pek çok iniş çıkış ve sürpriz barındırıyor. Ayrıca, film geçmişte geçiyor olsa da, ilişkiler, hayatta kalma, insanlık ve doğa gibi bugün de özdeşleşebileceğimiz, düşündürücü temalara sahip; tüm bunlar insan olarak kim olduğumuza dair hassasiyetlerimizle bağlantılı.”


8 Aralık 2015

Gençliğe övgü, yaşlılığa ağıt: Youth


La Grande Bellezza ile sinema dünyasına bomba gibi düşen Paolo Sorrentino’nun yeni çalışması Youth, ülkemizdeki ilk gösterimini Filmekimi’nde gerçekleştirdi. Michael Cane, Harvey Keitel, Jane Fonda gibi usta isimlerin yanı sıra Rachel Weisz ve Paul Dano gibi başarılı popüler oyuncularla çalışan Sorrentino, sinema duygusunu her anında hissedebileceğiniz bir filmle geri döndü.

Gençliğe övgü

Sorrentino, filmin merkezine Fred ve Mick adlı iki eski dostu yerleştiriyor. Hayatlarının son demlerini yaşayan karakterlerimiz film boyunca gençlik günlerini yâd ediyorlar. Filmin meselesi de zaten yitip giden gençliğimiz. Fred Bellinger, Venedik Orkestrası’nın eski maestrosu. Kişisel sebeplerle emekliye ayrılmış. Bedensel olmasa da ruhsal anlamda tükenmiş bir adam. Dostu Mick ise vasiyetim dediği ve “Son Gün” adını verdiği veda filminin senaryosuyla uğraşan bir yönetmen. Alanlarında yetkin olan Fred ve Mick, emekliliğin gelip çatmasıyla hızlıca akıp giden hayatın acımasızlığıyla yüzleşiyor ve etraflarındaki gençleri hayranlıkla izliyorlar. Mick’in “Gençken her şey çok yakın görünür yaşlılıkta ise her şey uzak…” cümlesiyle geleceği ve geçmişi tanımladığını görüyoruz. Bu tanım her iki durumda da ölüm gerçeğiyle ters düşüyor. Önümüze hedefler koymamız ve umudumuzu her daim diri tutabilmemiz gençliğin güzelliğini anlatıyor. Yaşlılık ise gençlikte koyulan hedeflere ulaşmanın tatmini, hayat yolunda gösterilen çabanın yıpratıcılığıyla ruhsal ve fiziksel yorgunluğun kendini göstermesi ve ölümün yakınlığı sebebiyle her şeyin uzak görünmesi anlamına geliyor. Yönetmen gençliği kutsarken, yan karakterlerden de örnekler veriyor. Aynı spa tesisinde bulunan genç yıldız Jimmy, gençliğin verdiği özgüvenle korkuyu değil arzuyu seçiyor. Edepsiz de olsa imkânsız da olsa bizi biz yapan arzularının peşinden gideceğini söylüyor. Dünyanın en iyi birkaç futbolcusundan biri olan ve atikliğiyle tanınan Maradona’nın ise artık yürümekte ve yorulduğunda nefes almakta zorlanan bir adama döndüğünü görüyoruz. 

Yaşlılığa ağıt

Yönetmen gençliği överken, yaşlılığa da sessiz bir ağıt yakıyor. Filme bakarak yaşlılık hakkında olumlu bir düşünceye rastlamak pek mümkün olmuyor. Yaşla birlikte gelen tecrübe ve bilgelik hiçe sayılıyor. Fred, Mick’in aşkla ilgili tecrübelerinden faydalanmak istediğini söylediğinde, Mick’in cevabı “İş işten geçti artık” oluyor. Başka bir sahnede en gözde oyuncusu Brenda Morel, Mick’e “Diğer meslektaşların gibi yaşlandıkça sen de köreldin. Artık sinemadan anlamıyorsun çünkü yaşlısın.” gibi cümlelerle yaşlılığın yaratıcılığı öldürdüğünü ve çağın sinemasına ayak uyduramama, kendini yenileyememe sebebi olduğunu belirtiyor. İstisnaları göz önünde tutup genellemeye katılamasak da Youth’daki yönetmen karakterimiz ve filmin yaşlılık için söylemek istedikleri kapsamında Sorrentino’ya hak vermemek elde değil. Yaşlılıkta gençliğin nasıl göründüğünü ana karakterlerimiz üzerinden nefis gözlemlerle veren Sorrentino, gençliğimizde ne kadar büyük başarılara imza atsak da hayatın kaçınılmaz döngüsü gereği yaşlandığımızda kısıtlanacağımızı, çaptan düşeceğimizi, tutkularımızı kaybedeceğimizi ve yenik düşeceğimizi söylüyor. Yaşlı çiftlerin seks yaşamının yadırgatıcılığı ve yaşlı bedenlerin sergilenişinde sezinlenen hüzün de dikkat çekici ince ayrıntılar olarak karşımıza çıkıyor.

Güzellik

La Grande Bellezza gibi Youth da Sorrentino’nun güzele ulaşma arzusunun bir dışavurumu denilebilir. Yine oldukça estetik bir filmle karşımıza çıkan yönetmen, bu kez filmin ana meselesini yani gençliği güzellikle bağdaştırıyor. Mick, odasında uyuyan senarist arkadaşlarına bakıp, “Ne kadar güzeller” diyor. Buradan hayata kendi penceresinden bakan Mick’in yaşlılıkla birlikte güzellik algısının değiştiğini, gençliği güzellik olarak görmeye başladığını anlıyoruz. Sorrentino, insan üzerinden gençlik ve güzellik kavramlarını irdeliyor. Yaşlılık kavramıyla da insan üzerinden tanımlanan gençliğin ve güzelliğin geçiciliği anlatılıyor.

Kâinat güzeli tesise geldiğinde, vücudunu cömertçe sergileyerek Mick ve Fred’in bulunduğu havuza giriyor. Hayata karşı tutkularını kaybeden karakterlerimiz güzellik karşısında heyecana kapılıyorlar. Filmde kainat güzeli seçilmiş bir karakterin yer alması güzelliğin vurgulanmasından başka bir anlam taşımıyor. Youth'un hemen hemen her anında genç ve yaşlı vücutları bir arada görmek mümkün. Havuzda bilhassa da saunada genç ve çıplak bedenlerin sergilenişi veya bir figürün heykel gibi hareketsiz duruşu, Sorrentino’nun çıplaklığın doğallığını anlatmasından ziyade filmin estetiğine hizmet etmesi amacıyla birçok kez kadraja giriyor.

Son söz: Youth'tan etkilenmek için filmin hissiyatının size geçmesi şart 8.5\10

6 Aralık 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #36 The Red Violin


Kanadalı yönetmen François Girard’ın İtalya, İngiltere ve Kanada ortaklığında hayata geçirdiği The Red Violin (Kırmızı Keman), 17. yüzyılın ikinci yarısında İtalyan bir keman ustasının başyapıtım diye nitelendirdiği ve kırmızıya boyadığı kemanının, 300 yılı aşkın bir zaman dilimi boyunca elden ele geçişini, insanları etkileyişini yani kısacası tutku dolu yolculuğunu hikâye etmekte diyebiliriz. 

Kırmızı Keman’ın yapılışı (doğumu) ile açılan filmde keman sahibi sürekli değişiyor. Bu değişim zaman ve mekânın da sürekli değişmesi anlamına geliyor. Coğrafya değiştiğinde dil de değişiyor. Yönetmen Girard, kemanı yaşayan bir varlık gibi resmediyor. Filmde ana karakterin de Kırmızı Keman olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü filmde değişmeyen ve hemen hemen her sahnede kadrajda yer alan tek şey Kırmızı Keman. The Red Violin, lineer bir akışa sahip olmadığı gibi yüzyıllar arasında özgürce gezinen bir yapıya sahip. Filmin başarılı kurgusu seyir keyfini artıran en önemli unsur. Zaman içinde bir efsaneye dönüşen Kırmızı Keman’ın günümüze kadar süren yolculuğu, hikâyenin bugününü yansıtan müzayedede satışa sunulduğu sahneye tekrar tekrar dönülerek anlatılıyor. Kırmızı Keman’ın müzayede salonunda sunuş anına döndüğümüz her seferinde, sırasıyla kemanı almak için tutkuyla yanıp tutuşan karakterlerimizin bakış açılarından o anı izliyoruz. Zamanın, mekânın, karakterlerin ve kültürün sürekli değişmesiyle flashbackli ve flashforwardlı hikâye kurgusu gibi özellikleri The Red Violin’i ayrıksı bir dönem filmi yapıyor. 

Geçmişte Kırmızı Keman’a sahip olan veya günümüzde onu alabilmek için gözünü karartan insanların gösterdikleri tutku sanatın kutsanması anlamına geliyor. Müziğin ve sanatın evrenselliğinin de altını çizen The Red Violin, sanat yönetimi ve kemandan çıkan nefis tınılarla bir şekilde ruhunuza dokunabilecek bir film.

4 Aralık 2015

Surviving Picasso ve görmek istediğimiz Picasso!


James Ivory’nin Arianna Huffington’ın kitabından uyarladığı Surviving Picasso, 20. yüzyıl resim sanatının dehalarından Pablo Picasso’nun yaşamından bir kesiti, ressamın sanatını ve özel hayatını etkilemiş önemli bir figürün -sevgililerinden biri olan Francoise Gilot’un- bakış açısından anlatmayı denemiş biyografik bir film. Bu yazıda filmi değinirken, Picasso’yu anlatan bir filmin nasıl olması gerektiği üzerinde de duracağız.

Arianna Huffington’ın uyarlaması yapılan kitabı, bir kadın tarafından yazılmış ve eser hayatına giren kadınlar ekseninde Picasso’nun özel hayatını eserlerine ve resim sanatı hakkındaki kimi görüşlerine de yer vererek ilerliyor. Böyle bir kitabı temel aldığınızda 20. yüzyıl resim sanatında çığır açmış ve çağının sanat akımlarını derinden etkilemiş bir ressamı anlatmada sınıfta kalmanız kaçınılmazdır. James Ivory gibi önemli bir sinemacı da olsanız elinizden fazla bir şey gelmez. Nazi işgali altındaki Fransa’da açılan Surviving Picasso, II. Dünya Savaşı’nı arka fona yerleştiriyor. Daha ilk dakikalarında ressamın kadınlara olan ilgilisi sanatının önüne geçiyor. Francoise adlı genç bir ressam, Picasso’nun hayatının bir parçası olduğunda hikâyeyi kadının bakış açısından, onun anlatımıyla izlemeye başlıyoruz. Geçen yılın ses getiren filmlerinden The Theory of Everything de Stephen Hawking gibi bir dehayı eşinin gözünden anlatıyordu. Tıpkı Surviving Picasso’da olduğu gibi dehayı deha yapan nitelikleri, çalışmaları özel hayatın gölgesinde kalıyordu. Sebep de yine aynıydı. Film, Stephen Hawking’in eşinin kitabından uyarlamaydı. Surviving Picasso, daha da ileri gidiyor ve Picasso’nun geçmişine gittiği flashback sahnelerinde yine kadınlarla ilişkilerine bakış atıyor. Görüldüğü gibi filmin temel sorunu Picasso’yu bir kadın düşkünü, bir çapkın olarak yansıtması ve sanatına çok az yer vermesi. Picasso ile yakından ilgilenen bir sanatsever, ressamın özel hayatını da merak eder kuşkusuz. Ancak asıl ilgilendiği eserleri, çalışma yöntemleri ve Picasso’nun nasıl Picasso olduğunu yani çocukluk ve ilk gençlik yıllarında neler yaptığı gibi hayati ayrıntılar olacaktır. James Ivory’nin filminde resim yaparken görsek de resimlerinin satışı belki daha fazla zaman çalıyor. Demek istediğim Picasso’nun sanatına bakarken dahi ticari düşünülüyor. Bunun sebebi basit düşünülmesi ve kolaya kaçılması. Sorunlu bir biyografik film modeliyle yola çıkan Surviving Picasso, beklentilerin uzağında olmasına karşın kabul etmek gerekir ki eli yüzü düzgün bir film. Sanatçının özel hayatını ve kadınların sanatı üzerindeki etkisini görselleştirmede başarılı diyebiliriz. Anthony Hopkins’in Picasso yorumu da oldukça iyi. 

Görmek istediğimiz Picasso!

Picasso’nun 91 yıllık uzun yaşamını bir filme sığdırmak mümkün değil. İki dünya savaşı ve bir iç savaş görmüş, özel hayatında hızlı yaşamış ve üretkenlikte sınır tanımamış bir sanatçının ancak hayatından bir kesiti veya önemli kesitleri ele alabilirsiniz. En önemli mesele sanat yaşamını beyazperdeye aktarabilmek. Bu bakımdan ressam olan babasının Picasso’yu resme yöneltmesi ve kısa zaman içinde yeteneğinin keşfedilmesi gibi detaylar verilmeli ama üzerinde çok da durulmamalı. İlk dönem eserleri de geçiştirilebilir ancak atlanmaması gereken dönemine damga vuran Kübizm akımının hangi şartlar altında, nasıl doğup serpildiği olacaktır. Picasso’nun resim sanatı ve kübizm konusunda söylediği sözlerden alıntılar da yapılarak neyi neden yaptığı anlaşılır kılınmalı diye düşünüyorum. Avignon’lu Kızlar ve Guernica gibi başyapıtları da biyografinin olmazsa olmazları olacaktır. Picasso’nun eserleri ve sanata bakışı filmin odak noktasında olacaksa, filmin estetiğine de dikkat edilmeli. Çünkü estetik olmayan bir ressam biyografisi hedefini bulamayacaktır. Picasso’nun savaşa bakışı ve siyasi görüşünün eserleri üzerindeki yansımaları ve sanatçının çağdaşları ve onların eserleri hakkındaki düşünceleri biyografiyi zenginleştirecektir. Picasso, bir ressam olarak dünyaca üne kavuştuğu için heykel ve seramik çalışmalarının olası bir filmde yer alması elzem değil. Odak noktamızdan şaşmamak adına hiç değinilmemesi en mantılısı hatta. Picasso gibi derin iz bırakmış ressamlar, yaşadıkları dönemde çoğunlukla pek kıymet görmemiştir. Picasso ise bu ayrıcalığa sahipti. Medyanın yoğun ilgisine mazhar olmuştu yaşamı boyunca. Dolayısıyla sanatıyla paralel olarak eserlerinin gördüğü ilgi ve medyayla ilişkisine de yer verilebilir. Özetle gerçek bir ressam portresidir görmek istediğimiz.

30 Kasım 2015

Gaspar Noe’nin kutsal üçlüsü: Love


Sinemanın sınır tanımayan yönetmenlerinden Gaspar Noe’nin dördüncü uzun metrajı Love, pornografik içeriği sebebiyle 68. Cannes Film Festivali’ndeki ilk gösteriminden bu yana adından sıkça söz ettirmeye ve tartışma konusu olmaya devam ediyor. Ülkemizde vizyona girip girmeyeceği belirsizliğini koruyan filmi değerlendirdim.

Aşk 

Gaspar Noe’nin Love’da anlattığı saf bir aşk öyküsü değil. Günümüz ilişkilerinde cinselliğin ön plana çıkması ve seksin tek düze bir hal almaya başlamasıyla da çiftlerin yeni arayışlara girmesi zaten cinselliğe dayalı yaşanan ilişkileri tüketiyor. Murphy ile Electra’nın ilişkisi tam da böyle. Aşklarını ilk günkü gibi taze tutmak için yeni arayışlara giriyorlar. Ancak hesaba katmadıkları bazı şeyler var. Erkeğin kıskançlığı ve korumacı yapısıyla kadının sadakat arayışı… Erkek ile kadın doğasındaki farklılıklar sebebiyle sarsılan ilişki, daha tutkulu yaşanan bir seksle onarılmaya çalışıyor. Filmin düğüm noktası ise Murphy’nin yanlış kadını hamile bırakması denilebilir. Noe, üçlü bir aşk yumağına dönen ilişkiyi kronolojik bir düzlemde anlatmıyor. İstemediği bir hayatı yaşamak zorunda olmasının huzursuzluğuyla yaşayıp giden, unutamadığı biricik aşkına duyduğu özlem ve elinden bir şey gelmemesinin yarattığı çaresizlik duygusuyla iyiden iyiye depresif bir ruh haline bürünen aile babası Murphy’nin yaşadıkları hikayenin bugünü. Murphy’nin flashback sahneleriyle verilen özlemle anımsadığı hatıraları ise hikayenin dünü. Dün ve bugün arasında git gelli bir yapı kuran Noe, tutkuyla yaşanan aşkı ve aşk acısını birlikte izletiyor bize. Aşk dolu günleri yani geçmişi oldukça sıcak renk tercihleriyle veren yönetmen, acı çekilen bugünün ise görsel karşılığını soğuk renklerde buluyor. 

Pornografi

Gaspar Noe, bir röportajında ifade ettiği gibi bir aşk hikayesi anlatıyor ama aşka seksüel açıdan yaklaşmayı deniyor. Aşkı seksle anlatmak cesaret isteyen zor bir iş. Seksi tüm çıplaklığıyla yansıtma düşüncesi de niyetinizin yanlış anlaşılmasına veya anlaşılamamanıza sebep olabilir. Çünkü pornografi, sinema sanatı çerçevesinde baktığımızda hala bir tabu. Bu tabuyu yıkmak da takdir edersiniz ki kolay değil. Noe’nin pornografi kullanımına baktığımızda sahnelerin hemen hemen tamamında dikkatimizi çeken üç şey var: Erotizm, tutku ve estetik. Noe’nin kutsal üçlüsü pornografiyle aşka ulaşmasına ve seyircinin de bunu hissetmesini sağlıyor. Karakterlerimiz birbirine âşık olduğu için tutkuyla sevişiyorlar, doğru müzik ve renk tercihleriyle erotizmi hissedebiliyoruz, erotizmin yakalanması ve seksin estetize edilmesiyle de daha önce deneyimlemediğimiz bir sinemasal tecrübeye yelken açıyoruz. Yönetmenin amacını anladığınızda pornografi ve sinema içindeki sınırlarının zorlanıp zorlanmamasının pek bir önemi kalmıyor. Film pornografik olmasına ve farklı seksüel deneyimlere yer vermesine rağmen Irreversible kadar sert ve aykırı değil. 3D çekilen iki sahneyi sinemada 3D olarak deneyimlemediğiniz takdirde zaten pornografik sahneler estetize de edildiği için filmin rahatsız edici bir tarafı kalmıyor. 

Gaspar Noe’nin Nypmhomaniac’a cevabı 

Ayrıksı yönetmen dediğimizde aklımıza gelen ilk iki isim Lars von Trier ile Gaspar Noe’dir muhtemelen. Sinemada kendi tarzlarında müstehcenlik sınırlarını zorlayan yönetmenlerimiz daha da ileri giderek pornografik filmler çektiler. Noe’nin Love’ı çekmesinde Nymphomaniac’ın etkisi olduğunu düşünüyorum. Trier’ın meydan okumasını görüp, cevap niteliğinde bir filmle geri döndü.

Murphy karakterinde yönetmenimizden çok şey bulabileceğimiz Love, içeriği itibariyle Lars von Trier’ın Nymphomainac’ına benzetilebilecek bir sinemasal girişim gibi görünse de, izlediğinizde öyle olmadığını anlıyorsunuz. Nymphomaniac nasıl kasıtlı olarak erotizmden uzak durduysa, Noe bilinçli olarak erotizmi her anında hissedebileceğiniz bir filmle seyircisini selamlıyor. Ana karakterlerinin durumları itibariyle aynı kefeye koyabildiğimiz filmler için pornografik drama diyebiliriz. İki filmde de depresif ruh halindeki ana karakterlerimizin geçmişine ve o geçmişle pornografiye ulaşıyoruz. Pornografi kullanımı açısından Trier yer yer estetik yer yer irite edici bir tavır sergilerken, Noe filmin estetiğinden bir an bile ödün vermiyor. İki yönetmenimiz de flashbackli hikâye kurgusuna bel bağlasalar da burada da temel farklılıklar göze çarpıyor. Nypmhomaniac ve Love zaten biçimci üsluplarıyla dikkat çeken filmler. Trier’ın Nymphomaniac’da Antichrist’e gönderme yapması gibi, Noe de Love’da Irreversible’a hoş bir gönderme yapıyor.

Son söz: Sinemanın müstehcenlik sınırlarını zorlayan Love, estetik doygunluğuyla unutulmayacak bir deneyim. 8.5

27 Kasım 2015

En iyi 10 Steven Spielberg filmi


Amerikan Sinemasının harika çocuğu Steven Spielberg için 70'li yıllardan bugüne dek popüler sinemanın en önemli temsilcisi diyebiliriz. Spielberg, 1971'de Duel (Bela) ile başladığı kariyerinde türden türe atladı. Bilimkurgu, korku, macera, savaş filmleri, dramalar ve son olarak da animasyonla çıktı karşımıza. Spielberg'in yaratıcılığını ve üretkenliğini bir kenara koyarsak sinemasında öne çıkan iki ana unsurun hikaye anlatmak ve anlattığı hikayeyi duygusal bir şekilde ele almak olduğunu söyleyebiliriz. Duygusallığından ve popüler işlere imza atmasından şikayet edilse de biz onu bu haliyle seviyoruz.

2000'li yıllara Yapay Zeka ve Azınlık Raporu gibi üst düzey iki bilimkurg filmiyle giren ve sonrasında da çıtasını düşürmediği Sıkıysa Yakala, Münih ve Terminal gibi başarılı filmlere imza atan Spielberg, son yıllarda ödül törenlerinden eli boş döndüğü filmler çekmekte. Düşüşü bariz olsa da 70'lerde, 80'lerde ve 90'larda da vasat hatta kötü olarak nitelendirebileceğimiz filmler üretmişti. Dolayısıyla üstadın batıda büyük beğeni toplayan Soğuk Savaş gerilimi Bridge of Spies ile birlikte tekrar yükselişe geçeceğine inanıyoruz.

Bridge of Spies'ı da kattığımızda 28 filmden oluşan zengin bir filmografisi olan Spielberg'in en iyi 10 filmini seçmenin oldukça zor olduğu konusunda hemfikir olduğumuzu düşünüyorum. Özellikle de Indiana Jones filmlerinden herhangi birini alamamak veya Saving Private Ryan'ı dışarda bırakmak oldukça zor oldu.

10- Jurassic Park 

Spielberg'ün bilimkurgu ve korku sinemasının ‘dehşet saçan canavar’ hikayelerini bir popcorn eğlenceliğine dönüştürdüğü Jurassic Park için sinemada Disneyland yaratma girişimi diyebiliriz. İnsanoğluyla dinozorlar aynı çağda yaşasaydı ne olurdu sorusuyla yola çıkan ve 90’lı yıllardaki teknolojik atılımdan çokça faydalanan film kısa sürede klasikleşti.


9- Minority Report (2002)

Philip K. Dick'in aynı adlı kısa öyküsünden uyarlanan Minority Report, geleceği görme yetisine sahip üç kahin sayesinde suçların daha işlenmeden önlenebildiği bir gelecek tasvir ediyor. Karanlık atmosferiyle göz dolduran film, özgün bir distopya öyküsü sunuyor. Spielberg filmde insanın kendi kaderini kendisinin çizip çizemeyeceği meselesini masaya yatırıyor.


8- Duel (1971) 

Yönetmenin televizyon için çektiği Duel, gerilimin an be an tırmandığı bir yol filmiydi. Sıradan bir sürücünün yolunda ilerlerken bir tankerle zıtlaşmasıyla başlayan yol düellosu, Spielberg’ün yeteneklerini sergilemesi için büyük bir fırsattı. Zihinlerde bıraktığı soru işaretleri, nefis takip sahneleri ve mütevazi yapısıyla unutulmaz bir ilk filmdi Duel.


7- The Color Purple (1985

Spielberg, Alice Walker’ın Pulitzer ödüllü romanından uyarladığı The Color Purple’da kölelik meselesini, köleliğin resmen son bulduğu bir dönemden bakarak ele aldı. Dozunda duygusallığı ve aralara serpiştirilen hoş esprileriyle damakta çok hoş bir tat bırakan bir başyapıt olduğunu söyleyebiliriz filmin. Oyuncuların kimyası ve üstün performansları da unutulacak gibi değildi.

        
6- Empire of the Sun (1987)

Spielberg, Empire of the Sun’da Şangay’da Japonların işgali sonrasında ailesinden ayrı düşen ve yolu esir kamplarına kadar düşen Jamie’nin hikayesini ele aldı. II. Dünya Savaşı’nı bir çocuğun gözünden anlatan Empire of the Sun, savaş filmleri içinde farklı bir yere konumlandı. Finaliyle etkisini artıran film, savaşın insanoğlu üzerinde yarattığı tahribatı tüm çıplaklığıyla görselleştirdi. Kıymeti pek bilinmese de yönetmenin en iyi işlerinden..


5- E.T (1982)

E.T. adlı sevimli bir uzaylıyla dostluk kuran bir çocuğun hikayesinin bir gişe canavarına dönüşeceğini o günlerde kestirmek çok da kolay olmasa gerek. Spielberg’in Close Encounters of the Third Kind’dan sonra bir kez daha dost uzaylı düşüncesini beyazperdeye taşıdığı E.T. bir 80’ler klasiği… Spielberg dendiğinde akla gelen ilk filmlerden biri.


4- Artificial Intelligence (2001)

Kubrick’in bir türlü hayata geçiremediği bir yapay zeka bilimkurgusu olan Artificial Intelligence, bir robot gerçekten sevebilir mi? Eğer severse insanın yerini alabilir mi? gibi sorular sordu ve makine-insan etkileşimine farklı bir noktadan bakmayı denedi. İnsanoğlu için karanlık bir gelecek tablosuna uzanan ve Spielberg duygusallığından nasibini alan bir başyapıt bu.


3- Jaws (1975)

Spielberg'ün adını geniş kitlelere duyuran Jaws, yönetmenin gerilim yaratmadaki üstün hüneri sayesinde kısa zamanda türün klasiklerinden birine dönüştü, devam filmleri de geldi ama onlar başarılı yapımlar değildi. Spielberg'ün müziği bir gerilim öğesi olarak etkin kullanması, filmin ilk yarısında dev köpekbalığını hiç göstermemesi gibi yaratıcı fikirleri başarısını anahtarıydı denilebilir.


2- Close Encounters of the Third Kind (1977)

Spielberg'ün ilk bilimkurgu çalışması olan Üçüncü Türden Yakınlaşmalar, dönemi için revizyonist sayılabilecek bir işti. Filmin en önemli özelliği düşman uzaylı algısını, dost uzaylı ile değiştirmesiydi. Işık gölge oyunları ve finalde ilk temasın huşu veren etkisiyle bilimkurgu sinemasının köşe taşlarından biri olarak yerini aldı.


1- Schindler's List (1993)

Yahudi soykırımını beyazperdeye taşıyan Spielberg, 3 saatlik süresi ve siyah-beyaz tercihiyle cesur bir işe kalkıştı. Oscar Schindler'in yanında çalışan Yahudileri gaz odasından kurtarmak için gösterdiği üstün çabanın gerçek hikayesi, Spielberg'ün duygusal dokunuşuyla gerçek bir başyapıta dönüştü. En iyi film ve yönetmen dahil aldığı 7 Oscar'ı da sonuna kadar hak etti Schindler'in Listesi.

25 Kasım 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #35 The Crucible


Arthur Miller’ın ilk kez 50’li yılların ilk yarısında Broadway’de sahnelenen oyunu The Crucible (Cazı Kazanı), iki kez sinemaya uyarlandı. Bu uyarlamalardan ses getireni, bizzat oyunun yazarı Miller’ın senaryosunu kaleme aldığı, Daniel Day-Lewis ve Winona Ryder gibi çok yetenekli ve popüler oyuncuların boy gösterdiği 1996’daki versiyonuydu. Zaten Miller’ın senaryosu o yıl “En İyi Uyarlama Senaryo” kategorisinde Oscar adaylığı da elde etmişti.

Hikâye 17. yüzyılın sonlarında Massachusetts’in Salem adlı küçük ve tutucu bir kasabasında geçiyor. Açılış sekansında ormanda, bir ateşi etrafında dans eden, şarkılar söyleyen kasabanın genç kızlarının hayallerini süsleyen erkekleri elde edebilmek için büyü yapmalarına şahit oluyoruz. Bırakın büyücülüğü, ateş etrafında dans etmenin dahi yasak olduğu bir yerde, kızlarımız başlarına büyük bir bela açıyor. Din adamları dışında tuhaf davranışlarda bulunan herkesin cadı olarak suçlanabildiği bir dönemde, bir yalanın nerelere varabileceğinin ve saf kötülüğün öyküsünü izleyeceksiniz The Crucible’da. Cadı avı başladığında insanoğlunun ne kadar karanlık dönemlerden geçerek bugünlere geldiğini net bir şekilde görüyoruz. Cadılıkla suçlanan bir bireyin Cadı olduğunu reddettiğinde asıldığı, itiraf ettiğinde ise serbest bırakıldığı ve bunun adına adalet dendiği bir zamandan söz ediyoruz. The Crucible cadılık mefhumundan ziyade, cehaletin ve bağnazlığın insanoğlunu nasıl yanlışa sürüklediğini anlatıyor. Film özetle, kötülük ve şeytanlık insanoğlunun kendisinde diyor.

Film ilerledikçe olaylar iyice karışıyor, yeni detaylarla sürekli yön değiştiriyor ve seyircinin nefes almasına fırsat vermeyen bir hızda ilerliyor. Yönetmen Nicholas Hytner, Miller’ın sağlam metninden dramatik yapısı çok güçlü bir film çıkarmayı başarıyor. Oyunun sinemaya ustalıkla adapte edildiğini görüyorsunuz. Bazı sahneleri oldukça teatral olan The Crucible, Daniel Day-Lewis’in parmak ısırtan performansı ve “İşte size ruhumu verdim, adımı bana bırakın!” gibi içinizi acıtacak replikleriyle akılda kalan önemli bir film.

21 Kasım 2015

Pitof - Jean Christophe Grange A. Ş. Sunar: Vidocq


Memoirs of Vidocq adlı anı kitaplarıyla polisiye edebiyatın gelişiminde ciddi bir katkısı olan ve tarihteki ilk dedektiflik bürosunu açan Eugene François Vidocq’un hayatı çeşitli film ve dizilere konu oldu ama bu önemli şahsiyet hiçbir zaman popüler bir figüre dönüşmedi. 2001’de görsel efektler konusunda uzman bir isim olan Pitof, korku edebiyatının son dönemde parlak işlerle adından söz ettiren yazarlarından Jean-Christophe Grange ile birlikte senaryosunu yazdığı Vidocq’un kamera arkasına da geçti. İlk yönetmenlik denemesini gerçekleştiren Pitof, sinema tarihinin tamamı dijital çekilmiş ilk filmine imza attı. Dedektif Vidocq rolünde Fransız sinemasının dev oyuncularından Gerard Depardieu’yu izlediğimiz film, vizyona girdiğinde ortalama tepkiler almıştı.

Baştan söyleyelim Vidocq, biyografik bir film değil. Pitof, Vidocq’u tamamen kurgusal bir dünyanın içine yerleştiriyor. Elbette bunu yaparken onu kendi dünyasının dışına çıkarmıyor. Zaman ve mekân Vidocq’un hayatının bir parçası, olaylar ise alabildiğine kurgusal. Polisiye, korku ve fanteziyle iç içe geçirilerek ilginç bir tür kırması ortaya çıkarılıyor. Bilmeyenler için filmin hikâyesinden bahsedelim biraz. 1830’un Paris’indeyiz. Sokaklarda esrarı çözülemeyen cinayetler işlenmektedir. Aynadan bir maske takan ve kurbanlarının ruhlarını çalan bir katilin sokaklarda gezindiği söylentileri ortalıkta dolaşmaktadır. Dedektif Vidocq, bu olayı araştırmaya başlar ve Simyacı adı verilen katili enselemek üzereyken ölür. Bunun üzerine genç bir gazeteci Etienne olayı araştırmaya koyulur.

Korku sinemasın maskeli seri katil külliyatına bir yenisini daha ekliyor Vidocq. Freddy Krueger, Jason Voorhees ve Michael Myers gibi maske takan doğaüstüne meyleden seri katilleri örnek alan Simyacı’nın farkı gücünü bilimden alması diyebiliriz. Yüzüne geçirdiği cam maske ile kurbanlarının ruhlarını çalıyor Simyacı. Kapkara pelerini ve maskesiyle de Paris sokaklarına korku salıyor. Evet bilimden faydalanan ama bakire kanı kullanmak gibi batıl inançları da olan bir seri katil kendisi. Pitof, hikâyeyi flashback sahneleriyle sürdüren ve bu şekilde filmin ivme kazanmasını umduğu bir anlatım yeğliyor. Finaldeki sürprizle taşlar yerine oturtuluyor ve o sürprizin hikâyenin bel kemiğini oluşturduğunu da söylememiz gerekiyor. İşte bu noktada bir sorun ortaya çıkıyor. Maskesi ve peleriniyle oldukça gizemli ve korkutucu bir seri katil portresi çiziliyor ama sürpriz açıklandığında yerini koskoca bir hayal kırıklığına bırakıyor. Bu konuda daha fazla detay vermeyelim.

Vidocq, daha çok sanat yönetimi ve görselliğiyle hafızalarda yer edebilecek bir film. Tamamının dijital kamerayla çekilmesinin bir handikaba dönüşmesini saymazsak, başarılı efektleri ve kurduğu görsel dünya fazlasıyla ilgiye değer. Dönemin Paris’inin boğucu, kaotik bir yer olarak tasvir edilmesi türün bir gereği. Filmi izlenebilir kılan unsurların başında da atmosferi geliyor. Maalesef aynı özenin karakterlere gösterilmemesi Vidocq’un en büyük sorunu denilebilir. Evet, Pitof ve Grange’ın senaryosu kurgusal açıdan belli ölçüde başarılı ama dedektif Vidocq dahil karakterlerin iyi yazılamaması ve filmin Pitof’un ilk yönetmenlik deneyimi olması gibi etkenler Vidocq’un bekleneni verememesine sebep olmuş. Yine de Amerikan sineması anlatısına sahip bir Fransız filmi izlemek, özellikle de melez tür filmlere meraklı olan seyircilere iyi gelecektir. 6\10

17 Kasım 2015

Önermediklerimiz - #5 Devil


The Sixth Sense ile başladığı sürpriz sonlu korku filmleri kuşağı ile kendisini Hollywood'a kabul ettiren Hint asıllı yönetmen M. Night Shyamalan, yazdığı özgün hikayelerle kısa sürede büyük bir hayran kitlesi edindi ancak son yıllarda yaratıcılığını kaybetmesi ve yanlış proje seçimleriyle kariyer intiharına giriştiğini hep söylüyoruz. Shyamalan'ın ilk kez kendi yazdığı bir korku hikayesinin yönetmenlik koltuğuna oturmadığı 2010 yapımı Devil'ın kamera arkasında türe hiç de yabancı olmayan (Quarantina ve 30 Days of Night'ın yönetmeni) John Erick Dowdle var.

Sıradan bir günde hiç de masum olmayan 5 yabancı bir şirketin asansöründe mahsur kalır.  Kısa bir süre sonra asıl sorunun asansörde mahsur kalmak olmadığını fark eden kurbanlarımız aralarından birinin Şeytan olduğunu da bilmemektedir. Tek tek her birine korkunç şeyler olmaya başlayacaktır.

Filmi dört maddede özetlemek mümkün:

1- Devil, Saw (Testere) serisiyle 2000'li yıllarda patlayan; kapalı bir mekanda sıkışmış-tuzağa düşürülmüş, bilmediği bir tehlike ile karşı karşıya kalmış ve ölüm kalım mücadelesi veren bir grup insanın hayatta kalma mücadelesini işliyor.
2- Klostrofobiyle gerilim yaratan filmlerin izinden gidiyor.
3- Klasik bir şeytan filmi olmayı reddedip 'katil kim?' sorusunu 'şeytan kim?' sorusuyla değiştirerek merak unsurunu ayakta tutuyor.
4- Olayı çözmeye çalışan dedektif karakteriyle de polisiye örgüyü kurup heyecan katsayısını artırmaya çalışıyor.

Görüldüğü gibi Shyamalan, ilginç bir korku filmi modeliyle karşımıza çıkıyor çıkmasına ama yeni veya orijinal bir şey sunamıyor. Sorun serim ve düğüm bölümlerinin bu hikayeye yaraşır bir finalle bağlanamamasından kaynaklanıyor aslında. İnanç ve kader gibi klasik temalar tekrarlanıyor. Karakter gelişimine vakit ayrılmaması da filmin elini zayıflatıyor. Dar alanda karakter merkezli bir korku filmi çekiyorsanız daha enteresan tiplemeler yaratmanız gerekir. Ve bununla birlikte filmin dramatik yapısına da gerekli önemi vermeniz şart. Devil bunların hiçbirini yapmadığı gibi katil\şeytan kim sorusuna verilecek cevabın tahmin edilebilir olmasıyla da sınıfta kalıyor. Bu tahmin edilebilirliğe karşın Shyamalan'ın bir sürpriz son olmasa da küçük bir hile ile seyircisinin sadece yüzünü güldürmekle yetindiğini söyleyebiliriz.

15 Kasım 2015

Sinema uyarlamasını bekleyen romanlar - #9 Sonsuzluğun Sonu


Yaşadığı dönemi en üretken ve en başarılı bilimkurgu yazarlarından biri olarak kabul ettiğimiz Isaac Asimov, bilimkurgu edebiyatının yanı sıra bilimkurgu sinemasını da derinden etkilemiş bir yazar. Bu etkileşimde Asimov’un bir bilim adamı olmasının etkisi yadsınamaz. Ancak engin hayal gücü ve kurgudaki üstün yeteneğini de es geçmemek gerekiyor. Asimov, daha çok 7 kitaptan oluşan Vakıf dizisi ve Üç Robot Yasası ile biliniyor. Yazarın 1955’de yayımlanan Sonsuzluğun sonu (The End of Eternity) adlı eseri gerçek bir başyapıt denilebilir. Buna karşın Asimov romanları Hollywood’un ilgisini pek çekemediği için (sadece birkaç romanı sinemaya uyarlanmıştır) potansiyeli yüksek Sonsuzluğun Sonu’nun da beklediğimiz uyarlaması hala gelmiş değil.

Hikâye

Sonsuzluğun Sonu"nun olağanüstü, fantastik dünyasında, Yarın'ın iptal edilmesi olanaklıydı. Gelecek'in egemen sınıfı olan Sonsuzlar insanların yaşamı ve ölümü üzerinde karar verme gücüne sahip olduğu gibi, hangi yüzyıllarda doğacaklarını da saptayabiliyordu. Dün, Bugün ve Yarın onların iradesine bağlı olarak yaratılabiliyor ya da yok edilebiliyordu. Sonsuzlar'dan biri olmak için özel niteliklere sahip olmak gerekliydi. Andrew Harlan da böyle biriydi işte. O tek bağışlanmaz günahı işleyene, âşık olana dek...

Gelecek zamanın geleceği… 

Romanda bahsi geçen sonsuzluk hemen aklınıza geleceği gibi uzayın sonsuzluğu değil. Mekansal değil, zamansal bir sonsuzluk söz konusu. Günümüzden uzak bir gelecekte, insanoğlu sonsuzluğu keşfediyor. Peki, bu ne demek? Bunun iki anlamı var. Birincisi zamanda milyarlarca yıl öteye seyahat edebileceğiniz, ikincisi ise insanoğlunun sonsuz hayata kavuşması. Romanı elinize aldığınızda dikkatinizi çeken ilk şey zamanın yıllarla değil, yüzyıllarla dile getirilmesi oluyor. Rakamlar o kadar uçuk ki, yüzyılların bizim zaman ölçümüzle hesaplaması kafanızı karıştırıyor. Hikayenin asıl meselesi sonsuzluğu keşfeden insanların, kendilerini insan ırkından üstün görüp, bu keşfi kendilerine saklamaları. Çok çok uzak bir gelecekte yaşanmış gerçekliklere müdahale ederek, insanoğluna daha iyi bir gelecek hazırlıyor sonsuzlarımız. Süper insan, insanlık yararı gözeterek zamanı istediği şekle sokabiliyor. Birçok hayat kurtarıyor, birçok hayatı değiştiriyorlar. Asimov, yapılan müdahalelerin doğruluğunu, ahlaki boyutunu da sorguluyor. Sonsuzluğun Sonu, okuru tasvirlerle boğmayan, çok fazla detaya girmeyen ama zaman kavramını derinlemesine inceleyen, yalın anlatıma sahip bir bilimkurgu romanı. Baştan soğuk, içine girilmesi zor gelebilir ama Asimov, okuru bağlamasını çok iyi biliyor. Müthiş finaliyle de ağzınızı açık bırakmayı başarıyor. 

Nasıl uyarlamalı?

Sonsuzluğun Sonu, bilimkurgu sinemasının keşif dönemi olan 70’li yıllarda uyarlanabilirmiş ama Kubrick gibi zamanın çok ötesinde filmlere imza atan bir yönetmen el atmadıkça romanın hakkı verilemezdi. Asimov’un hayal gücü bugünün teknolojisiyle görsel karşılığını rahatlıkla bulabilir. Söz konusu olacak uyarlamada dikkat edilmesi gereken bazı önemli noktalar var. En başta senaryo aşamasında yaratıcı bir ekibin elinde sinemaya uygun hale getirilmeli. Bunun anlamı hikâye kurgusuna yeni olaylar, durumlar ve karakterlerin ustalıkla yedirilerek eklenmesinin gerekmesi. Hikâyenin hemen hemen tamamı iç mekânlarda geçiyor. Eklenecek yeni sahnelerle ya da yapılacak ufak değişikliklerle görsel olarak daha tatmin edici bir sonuç elde edilebilir. Karakterlerin konumları gereği duygularını saklama çabası ve sonsuzluğun duygulara ket vurması da romanın genel karakteristiği üzerinde belirleyici bir role sahip. 2001: A Space Odyssey kadar olmasa da hem mekân kullanımı hem de karakterleriyle duygusuz halleri sebebiyle soğuk bir bilimkurgu olmalı Sonsuzluğun Sonu. Elbette hikâyede filizlenen aşkın getirdiği duygusal değişimler de abartıya kaçmadan verilmeli. Asimov, aynı zamanda bir bilim adamı da olduğundan bilimsel açıdan çok güçlü bir eser yaratmış. Kısa tuttuğu romanda tasvirlere fazla yer vermese de bilimsel konuları ayrıntılarıyla karakterlerin ağzından tüm detaylarıyla duyuyoruz. Buradan varacağım nokta, uyarlamanın didaktik bir anlatımdan kaçınması gerektiği. Sonsuzluğun Sonu, uyarlaması zor bir roman. Olay ve karakterler sınırlı. Dolayısıyla klasik dev bütçeli bir Hollywood bilimkurgusu beklememek gerekiyor. Teknik imkanları sonuna kadar kullanan daha mütevazi bir bilimkurgu biçiminde hayata geçirilmesi iyi olacaktır.

9 Kasım 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #34 Pina


Zamanın Akışında, Berlin Üzerinde Gökyüzü ve Paris Texas gibi unutulmaz filmlerin yönetmeni Wim Wenders, Alman Sinemasının önde gelen isimlerinden biri. Kurgusal filmlerinin yanı sıra çok sayıda belgesel çeken Wenders, bu kez tanımlamakta zorlandığımız bir film modeliyle çıkıyor karşımıza. Modern dansın efsanelerinden Pina Bausch'un anısına hazırlanan Pina için belgesel-müzikal-dans filmi gibi tanımlamalar yapabiliriz. Wim Wenders ve Pina Bausch, bir dans filmi yapmak için kollarını sıvamışlar. Ancak 2009 haziranında Bausch'un kansere yenik düşmesi sonucunda yoluna tek başına devam etme kararı alan Wenders, projeyi birtakım değişikliklere giderek tamamladı ve filmini Pina Bausch'a adadı.

3D olarak vizyona giren Pina'nın bir hikaye kurgusu yok. Film, Tanzheater Wuppertal adlı Alman dans topluluğunun canlı performanslarından ve Pina'nın eserlerinden oluşuyor. Pina, iki koldan ilerliyor. Birincisi; salonda seyircinin önünde (bize de salonda canlı izliyormuş hissiyatı vererek) sergilenen performanslar, ikincisi; parkta, metroda, sokakta veyahut kapalı bir yüzme havuzunda solo, ikili ve grup performanslar şeklinde vuku buluyor. Ayrıca performansların arasına dansçıların Pina hakkında kısa kısa düşüncelerini ve Pina sevgilerini dile getirdikleri bölümler iliştirilmiş. Böylece filme tam bir belgesel havası verilmiş.

Dans ve müzik konusunda yetkin olmadığım için türleri hakkında fazla yorum yapamam ama şunu söyleyebilirim: müzik ve koreografiler sürekli değişiyor, her dansa uygun müzik kullanılması (bazen enstrümantal bazen opera müziği ve türlü dans müzikleri) sıkılmanıza pek fırsat vermiyor. Mekan ve müziğin sürekli değişmesi bir sonraki sahneyi merakla beklemenizi sağlıyor. Pina'nın bir hikaye kurgusu yok belki ama her dans ile anlatılmaya çalışılan bir küçük hikaye var. Hatırlarsanız Lars Von Trier, Dogville ile sinemada tiyatro fonunu ve estetiğini kullanarak benzersiz bir işe imza atmıştı. Wim Wenders da Pina ile Trier'ın izinden gidiyor ve sahne sanatlarını sinemaya taşıyor. Dudak uçuklatan koreografilerini düşünürsek daha önce böyle bir şey izlemediniz diyebilirim. Türünü ve tarzını dikkate alırsak da Pina'nın her bünyeye göre olmadığını; özellikle dansa, müziğe ve farklı tatlara düşkün seyirciye hitap ettiğini söyleyebiliriz.

6 Kasım 2015

Öldüren Kelimeler: Pontypool


Tony Burgess’ın senaryosunu bizzat kendi çok satan romanından uyarlayarak kaleme aldığı Pontypool, bağımsız bir korku filmi denemesi. Kanadalı sinemacı Bruce McDonald’ın kamera arkasına geçtiği Pontypool, tek mekânda geçen bir salgın filmi. Evet, kulağa çılgınca ve aynı zamanda deneysel bir çalışma gibi geliyor ama işin aslı öyle değil. 

Olayın tamamı Pontypool adlı bir kasabanın mütevazı radyosunda cereyan ediyor. DJ’likte dikiş tutturamayan deneyimli bir radyocu Grant Mazy, kar fırtınasının kasabayı esir aldığı sıradan bir günde patronu ve yardımcısıyla iyi bir haber yakalama umuduyla yayına ara vermeden özveriyle işlerini yapmaya çalışıyorlar. Ve çok geçmeden kasabada şiddet olayları baş gösterdiği haberiyle ne olup bittiğini anlamaya ve dinleyicilerine aktarmaya başlıyorlar. Biz de sanki radyo dinliyormuşcasına hikâyeye ortak oluyoruz. Duyduklarımızı zihnimizde canlandırıyoruz tüm film boyunca. Elbette sonlara doğru seyirciyi memnun edecek görseller de kullanılıyor.  McDonald, çok küçük bir bütçeyle harikalar yaratıyor. Bağımsızlığını büyük bir avantaja dönüştürüyor. Elindeki hikâyeyi Hollywood’da hayata geçirse eminim aynı etkiyi elde edemezdi.

Filmi içeriğiyle ilgili bir şey bilmeden izlediğinizde, ilk başlarda klasik bir zombi hikâyesiyle baş başa olduğunuzu sanıyorsunuz. Zira virüsün insanlar üzerinde yarattığı saldırganlık zombi salgınıyla örtüşüyor. Yönetmen McDonald bilinçli olarak karakterlerine zombi dedirtmiyor ama seyircisini zombi salgını kanısına varacağını çok iyi biliyor. Bu yanlış yönlendirme de hikâye ilerledikçe başka tür bir salgının varlığının anlaşılmasıyla seyir keyfini yukarı çeken bir unsura dönüşüyor. Bu noktada Pontypool’un özgün bir salgın filmi olduğunun altını çizelim. Kelimelerle bulaşan bir virüs söz konusu çünkü. Salgının ve hikâyenin gelişimine bakarsak zombi filmlerinden beslendiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Virüsü kapan kişinin onu sağlıklı kişilere bulaştırma arzusuyla hareket etmesi ve genel olarak virüslü kişilerin hal ve davranışlarıyla zombiler örnek alınıyor. Kapalı mekânda sıkışıp kalan ve bir çıkış arayan karakterler de zombi filmlerinin olmazsa olmaz öğelerinden biridir. Pontypool zaten bu sıkışmışlık halini esas alıyor. 

Mcdonald’ın dört karakterli ve tek mekânda geçen bir korku filminde merak unsurunu ve gerilimi filmin tamamında ayakta tutmayı başarması en büyük meziyeti denilebilir. John Carpenter başyapıtlarından The Fog’dan pek çok öğeyi ödünç aldığını söylememiz gerekiyor. Küçük bir kasabanın fon alınması, kasabanın radyosunun burada ana mekâna dönüşmesi, kilise faktörü -ki Pontypool’daki radyo kilisenin bodrumunda- yani esasen kilise de sıkışıp kalan karakterlerimiz ve kasabayı esir alan lanetin bir felaketle yer değiştirmesi gibi bir çırpıda sayılabilecek benzerlikler mevcut.

Pontypool, özetle seyircinin hayal gücüne daha çok ihtiyaç duyacağı filmlerden. Salgın filmleri içerisinde özel bir yer edinen bu özgün yapım, eminim ki bazı sinemasever arkadaşlar için katlanılmaz ve epey sıkıcı bir seyirlik olarak karşılanacak ama geveze, yaratıcı ve minimal bir korku filmi izlemek isteyenler için de önemli bir keşif olacaktır. 8\10

2 Kasım 2015

Bridge of Spies 27 Kasım'da Vizyonda


7 dalda War Horse ve 12 dalda Lincoln ile elde ettiği akademi ödülü adaylıklarından umduğunu bulamayan Steven Spielberg, duraklama dönemini aşmaya çalışıyor. Görünen o ki, ustanın Tom Hanks ile beşinci kez bir araya geldiği yeni filmi Bridge of Spies (Casuslar Köprüsü), yılın iddialı filmlerinden biri olacak. Hem seyirci hem de eleştirmen cephesinden gelen ilk yorumlar tahminlerimizin bir hayli üzerinde. Biyografik nitelik de taşıyan bir tarihsel dram olan Bridge of Spies, Brooklyn’de bir sigorta avukatının kendisini bir anda Soğuk Savaşın ve Sovyetler tarafından ele geçirilen Amerikalı U-2 pilotunun değişimi için olacak pazarlığın ortasında bulmasını konu alıyor.

1950 yıllarında soğuk savaşın henüz başlarında, Birleşik Devletler ile Sovyetler Birliği arasındaki tansiyon yükselmeye başlamıştır. Bunun üzerine FBI, New York’ta yaşayan bir Sovyet ajanı olan Rudolf Abel’i tutuklar. Rusya’ya gizli kodlu mesajlar atmaktan suçlanan Abel ülkesine iadesini ister fakat FBI uzlaşmaya sıcak bakmaz ve federal hapishanede mahkemesini beklemesine karar verir.

Hükümet, Abel’i savunması için bağımsız bir avukat atanmasına karar verir ve Brooklyn’de bir sigorta avukatı olan James Donovan’a teklif götürür. Nuremberg davalarında savcılık görevi yapmış olmasına rağmen Donovan, bu büyüklükteki davalarda çok tecrübesiz olduğunu düşündüğü için, davayı üstlenmeye pek de istekli değildir. Ayrıca savunulması istenilmeyen birine avukatlık yapmak onu toplumda tanınır hale getirecek ve kendisini, hatta ailesini potansiyel bir tehlike altına sokacaktır.

Donovan, adaletin ilkelerini ve temel insan hakları çerçevesinde, her Amerikan vatandaşının adil bir yargılamaya tabi tutulması gerektiğini düşündüğünden Abel’i temsil etmeyi kabul eder. Savunma stratejisi hazırlanırken, iki adam arasındaki bağ güçlenir ve birbirlerini daha iyi anlamaya başlarlar. Donovan, Abel’in gücüne ve bağlılığına hayranlık duyar. Müvekkilinin ölüm cezası almasını önlemek istemektedir.

Bir süre sonra, Amerikan U-2 casus uçağı, gizli bir görevde iken Sovyet hava sahası üzerinde vurulur. Uçağın pilotu Francis Gary Powers 10 yıl hapis cezasına çarptırılır. CIA bir yandan görevin amacını inkâr ederken, diğer yandan Powers’ın gizli bilgileri açığa çıkarabileceğinden korkmaktadır. Avukat Donovan’ın mahkemedeki etkileyici yeteneklerine şahit olan CIA özel dedektifi Hoffman ulusal güvenliği ilgilendiren bir görev için Donovan’a ulaşır. Etkileyici öngörüsü sayesinde, kısa bir süre sonra Donovan, Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği arasındaki bir mahkûm değiş tokuşu için Berlin’e doğru yol alır. Berlin’e ulaşan Donovan, bir Amerikalı öğrencinin Doğu Berlin’den Batı tarafına geçmeye çalışırken tutuklandığını duyar. Donovan, CIA’in sadece pilota odaklanmasını emretmesine rağmen, geride birisini bırakmayı reddederek, hem öğrencinin hem de pilotun özgürlüğüne kavuşması için pazarlık yapmaya karar verir.

İlk İzlenim

Spielberg'in hezimete uğradığı son iki filminden biri 1. Dünya Savaşı, diğeri de Amerikan İç Savaşı'nı fon alıyordu. Aslında Spielberg savaş filmlerinde rüştünü ispatlamış bir isimdi. Dolayısıyla şimdi de Soğuk Savaş döneminde yaşanmış bir olayı mercek altına alması kağıt üzerinde umut verici. War Horse'da duygusallığa yüklenmiş olması, Lincoln'de ise filmi bir tarih dersine dönüştürmesi seyircinin tatmin olmasını engellemişti. Bridge of Spies'ın fragmanına baktığımızda aşırı bir duygusallık olmadığını ve filmin akıcı bir anlatıma sahip olduğunu tahmin etmek zor değil. Filmi teknik kusursuzluğu, dönemin canlandırılması ve kullanılan renkler birer artıya dönüşecek belli ki. En önemli detay ise senaryoda Coen kardeşlerin imzasının olması diyebiliriz. Ki bu da Bridge of Spies'ın iyi bir metni olduğu anlamına geliyor. Coen senaryoları hayal kırıklığı yaratmaz kolay kolay. Filme yönelik beklentilerimizin yükselmesinde eleştirmenlerin yüksek beğeni seviyesi ciddi bir rol oynadı. Bu sebeple de Oscar Ödülleri'nde Bridge of Spies'ın adını duyacağımızı düşünüyorum. Ana dallarda adaylık elde etse de kazanma ihtimali şuan çok düşük görünüyor. Zaman gösterecek diyelim.

30 Ekim 2015

Bir Zamanlar Sinema öneriyor - #33 Suna no Onna


Kobo Abe'nin 1962 tarihli Suna no Onna (Kumların Kadını) isimli romanından Japon yönetmen Hiroshi Teshigahara tarafından sinemaya uyarlanan 'Kum Kadın' 1964 yılında Cannes Film Festivalinde Jüri Özel Ödülü'nü kazanmış bir başyapıt.

Film, çölde tek başına zorlukla yürüyen bir adamın görüntüsüyle açılıyor. Adam çölde böcek avına çıkmış bir böcek uzmanı. Otobüsünü kaçırınca çölde karşılaştığı köylüler köyde bir evde kalması için ikna ediyorlar onu ve bir kum çukurunda; ahşap, derme çatma kulübesinde yalnız yaşayan dul bir kadının evine bırakıyorlar. Sabah, çukura inmek için kullanılan merdivenin ortadan kaybolmasıyla kendisine  komplo kurulduğunu anlayan Niki Jumpei (adını çok sonra öğreniyoruz) kadının tutsağı oluveriyor bir anda. Niki iki seçenekle karşı karşıya kalıyor: Ya her gece kadının yaptığı gibi kumları küreyecek ve bu kumlar köylüler tarafından satılacak ya da kumlar arasında boğulacaktır. Böcek avına çıktığı bir gün kendisi av olan bir adamın öyküsü bu.

Niki Jumpei, kumlarla çevrili hapishanesinden kurtulmak için her yolu dener. Mahkumiyetinin sebebini asla anlayamaz ve zamansız bu yerde hayatını da sorgulamaya başlar. Bu noktada film varoluşçu bir yapıya bürünüyor. Kadının ise bütün bu olan biteni baştan kabullenişi ve özgür bir hayatı reddedişini anlamlandırmak çok zor. Kum Kadın'da çıkışsızlık ve kaybolmuşluğun ön planda olduğunu söyleyebiliriz. Kariyerine belgesellerle başlayan Hiroshi Teshigahara, kumu filminde gerilim yaratmak için ana öğe olarak kullanmış. Bir ikincisi de Kum kadın ve Niki Jumpei'in arasındaki çatışma ile sağlanan gerilim. Yönetmen Teshigahara, kumu sinemada  görsel olarak daha önce hiç olmadığı kadar etkili bir unsur olarak kullanmış. Bize çok uzak bir kültürden gelen bu filmi izlemek, bir Amerikalı'nın Yılanların Öcü'nü veya Susuz Yaz'ı izlediğinde vereceği tepkiden ve hissettiklerinden muhtemelen çok daha fazlasını yaşatacaktır size.

Zaman ve mekan değişse de kadınların hep aynı kaderi paylaşmasını ve sistemin çarpıklığını eleştiren Teshigahara, gerçekçilikten ödün vermiyor ama öte yandan kabusvari bir atmosfer de kurarak karakterlerimizin ruh halini hissetmemizi sağlıyor. Siyah-beyaz görüntüleri, baştan sona sizi etkisi altına alan müzik çalışması ve hepsinden önemlisi izledikten sonra uzun uzun düşündüren hikayesiyle çok özel ve bir o kadar da tuhaf bir film Kum Kadın. 60'lı yılların en iyilerinden, kaçırmayın!

21 Ekim 2015

Sinema uyarlamasını bekleyen romanlar - #8 Zar Adam


George Cockcroft’ın (ana karakteri Luke Rhinehart adıyla) ülkesi Amerika’da 1971’de yayımlanan ilk romanı Zar Adam, döneminin best-seller eserlerinden biri. Ne var ki, ülkemizde 2008’de, Pegasus yayınlarından çıktıktan sonra keşfedilmiş ve popüler olabilmiştir. Cockcroft, romanın başarısı üzerine hikayeyi devam ettiren üç kitap daha yazmıştır. Holywood’un esere kayıtsız kalması ise düşündürücü ve merak uyandırıcı. Zira, Zar Adam beyazperde için potansiyeli yüksek bir hikayeye sahip.

Hikaye

Sıkılmış psikiyatrist Luke Rhinehart Manhattan’da eşi ve iki çocuğuyla yaşamaktadır. Hem Batı hem de Doğu felsefelerinin hayatın anlamı alternatiflerinden tatminsizlik yaşar ve basit bir zar atışıyla kendi dinini oluşturarak hayatını sonsuza kadar değiştirir. Rhinehart ve hastaları kısa zaman içinde ebedi kurtuluşlarının tek yolunun her şeyi zarların kararına bırakmak olduğuna inanmaya başlarlar. Luke; seks, madde bağımlılığı ve terapi hakkındaki zar atışlarıyla yeni dinini muhafazakar davranış ve ahlak çöküntüsünün esprili bir birleşimimine dönüştürür. O, bu düşünceyle kendi yaşantısını ve dünyayı değiştirmeyi amaçlamaktadır. Zarlar hayatınızı belirlemeye başladığında artık her şey mümkün olmaktadır.

Çıkış noktasının hakkını veren bir kitap

Romanın kapağında “Çok az kitap hayatınızı değiştirebilir. Bu roman değiştirecek!” yazıyor. Evet, bir film veya kitabın hayatımızı değiştirmesi kolay iş değil. Ancak hayatınızda radikal bir değişim yaratmak istiyor, önünüzdeki seçenekler arasından bir türlü karar veremiyorsanız, Luke Rhinehart gibi bunu zarlara sorabilirsiniz. Ve böyle yaptığınızda Zar Adam gerçekten hayatınızı değiştirebilir. Delilikte çığır açan Luke Rhinehart, kendisine bir din, bir tanrı yaratıyor. Vereceği kararları zara danışarak, eylemlerinin sonuçlarından kendisini sorumlu tutmuyor. “Zar böyle istedi” diyerek çılgınlıklarına geçerli bir mazeret üretiyor. Yapmak istediklerinden ve asla yapmayacağı şeylerden oluşturduğu seçenekleri zara soran Luke, şans faktörünü devreye sokuyor. Zarın kararlarını sorgulamıyor, inancından şaşmıyor. Biz, kararları her ne kadar şansa bırakıyor desek de, ona göre yapması gereken şey aslında tanrının da arzusu. Luke'un değişimi yaşam biçimine dönüştüren dini hayatınızı cehenneme dönüştürebileceği gibi hiçbir zaman cesaret edemeyeceğiniz kararlar almanızı, uygulamanızı ve hedefinize ulaşmanızı sağlayabilir. Esasen oldukça tehlikeli bir kitap Zar Adam. Felsefesinin günümüz gerçekliğinde kısıtlı da olsa kabul görme, uygulanma ihtimali var. Ki 70’li yıllar Amerika’sında kimlerin Zar Adam’lığa soyunduğunu, kimlerin başına ne belalar açtığını bilemeyiz. “Her gün nasıl davranacağımıza zar atarak karar verseydik ne olurdu?” sorusunun peşinden giden George Cockcroft, bu çıkış noktasının hakkını veren bir hikaye kurgulamış. Yazarın verdiği en doğru kararın kendisini-hikayesini çok ciddiye almaması olduğunu düşünüyorum.

Neden – Nasıl uyarlanmalı?

Hikaye ana karakterimiz Luke Rhinehart’ın yaşadıklarını yazması yani otobiyografisini kaleme almasıyla açılıyor. Bu durum kitabın anlatısını da doğrudan etkiliyor. George Cockcroft, daha doğrusu Luke Rhinehart yaşadıklarını birinci tekil şahıstan anlatıyor. Zaman zaman üçüncü tekil şahısa da geçiyor ve hikayesiyle sınırları zorladığı gibi anlatısıyla da yaratıcılığını konuşturuyor. Öncelikle bu anlatım biçiminin bozulmadan, değiştirilmeden filme adapte edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Zar Adam’ın ilk etapta göze çarpan ayırt edici iki özelliği var: Birincisi çok güçlü bir mizah duygusuyla kaleme alınmış olması. Okuru kahkaha krizine sokabilecek espriler bir yana tüm hikaye baştan sona eğlenceli bir üslupla anlatılmış. Dolayısıyla filmimiz türsel anlamda komedi olmasa da o üsluba sahip olmalı ve mizahi yönü törpülenmemeli. Kitabın ayırt edici ikinci özelliği ise fazlasıyla cesur ve cüretkar olması. Çıplaklık, seks ve fanteziler filmin gösterimi öncesi nasıl sınıflandırılacağı (18+, şiddet ve cinsellik içerir vb.) düşünülmeden görselleştirilmeli. Luke Rhinehart, “Kendinizi anlayın, kendinizi kabul edin ama kendiniz olmayın” diyor ve hikayenin bir noktasından itibaren -tabi yine zara danışarak- farklı kişiliklere bürünüyor. Bir gün Hz. İsa, diğer gün Sigmund Frued olabiliyor. Veya gün içinde birden çok kişiliğe bürünebiliyor. Diyeceğim o ki; ana karakterimizi canlandıracak oyuncunun bu ani değişimlerin üstesinden gelebilmesi gerekiyor. Çünkü olası bir uyarlamanın başarısı büyük oranda başrolü alan oyuncunun performansına bağlı olacak. Ayrıca iyi bir film çıkabilmesi için The Wolf of Wall Street’teki Martin Scorsese’ye ihtiyaç var. Oradaki mizah ve seksin biyografik film modeli içindeki kullanımı, Scorsese’nin dinamik anlatısı ve üslubu ister istemez Zar Adam’ı aklıma getirdi. Neden uyarlanmalı sorusuna verilebilecek en iyi cevap ise felsefe yapan, alabildiğine komik, bir popüler kültür ürünün hafifliğine sahip olmasına karşın düşündürücü ve yaratıcı bir filmin ortaya çıkabilecek olması bence. Hikayenin devam ettiğini düşünürsek, sinema iyi bir seri kazanabilir.

Şimdi elinize bir zar alın ve sallayın. 1 gelirse Zar Adam'ı okuyun, gelmezse hayatınıza devam edin.("Neden 1?" sorusunun cevabı da romanda..)