30 Aralık 2013

Hobbit: Smaug'un Çorak Toprakları


Yüzüklerin Efendisi üçlemesinde olduğu gibi birer yıl arayla seyircisiyle buluşan Hobbit serisi, Hobbit: Beklenmedik Yolculuk'un kaldığı yerden serinin ikinci halkası Smaug'un Çorak Toprakları ile maceraya devam ediyor. Geçtiğimiz yıl bu zamanlarda Peter Jackson'ı bir çocuk fantezisinden yetişkinlere de hitap eden başarılı bir film çıkarabilmesiyle övmüş ve fakat gişeye yönelik üçleme mantığının getirdiği gereksizce uzun tutulmuş sahneleri nedeniyle eleştirmiştik. Beklenmedik Yolculuk'un giriş hikayesi olması, devam filmleri için daha umutlu ama heyecansız bir bekleyişe sebep olmuştu.

Baştan söyleyelim Hobbit: Smaug'un Çorak Toprakları büyük bir geri adım olmuş. Peter Jackson, ilk filmin yanlışlarını tekrarlarken, o filmin derli toplu anlatısını ve az sonra bahsedeceğim artılarından hiçbirini devam filmine yansıtamamış. Nedir peki bunlar? Hobbit: Beklenmedik Yolculuk'un başarısı büyük oranda yaşattığı nostaljide yatıyordu. Yaşlı Bilbo ve Frodo'lu açılış ile Yüzüklerin Efendisi seriyle kurulan bağ, daha sonra yüzüğün bulunuşu ve Gollum ile doruk noktasına çıkıyor ve öte yandan bir şekilde Cücelerin amacına ortak olup Orta Dünya'ya geri dönmenin heyecanıyla hoş vakit geçirebiliyorduk. Smaug'un Çorak Toprakları'nda sanki her şey bir kenara itilmiş, Cücelerin yurtlarını geri alma mücadelesinin bir önemi kalmadığını hissetmeniz olası. Kaldığı noktadan devam eden filmde, ekibimizin ordan oraya türlü tehlikenin içine dalışını ve Cücelerin sürekli esir düşüp kurtulmalarının kabak tadı verdiğini acı bir şekilde deneyimliyoruz. Ejderha Smaug'un sahne alışı da sinemada ejderhaların estetik karşılığının bulunamamış olması nedeniyle beklenen etkiyi bırakmıyor. Yeni katılan karakterlerin işlevsiz kalışı, Jackson'ın Orta Dünya'yı kanıksamış olması ve hikaye anlatmak yerine sırtını koreografik aksiyon sahnelerine dayaması da filmin diğer önemli eksikleri olarak karşımıza çıkıyor. İlk filmdeki olay akışı, giriş ve gelişme bölümlerinin filmin bütünü içindeki dengesinden de eser yok. Sözün özü, serinin ikinci filmi alınan risklerin tahmin edilebilir ama perdeye bu çapta olumsuz yansıyabileceği öngörülemeyen bölümü olmuş.

Sürprizsiz ve hatta uzun aksiyon sahneleri dışında anlatabileceğimiz, üzerine konuşabileceğimiz ve aklımızda kalabilecek anların olmamasının baş sorumlusu Peter Jackson'dan da önce bu romanın üçlemeyi kaldıramayacağını göremeyen yapımcılar.

Son söz: Smaug'un Çorak Toprakları baştan sona bir hayal kırıklığı..  4.8\10

26 Aralık 2013

The Butler


The Butler, Siyah Amerikan tarihinden kesitler sunarken Beyaz Saray’da sekiz başkana eşlik etmiş kahya ve oğlu üstündeki çatışmadan yararlanarak tarih dersi niteliğinde bir film olarak karşımıza çıkıyor. Amerika’nın bu yıl bu denli siyah ya da Afro-Amerikan karakter bazlı film sunmasındaki ana etken Obama’nın başkanlığa çıkışı olarak gösterilebilir ama tabii ki bu etken tek başına yeterli olamaz. Lee Daniels; Obama, kölelik ve siyah Amerika düzleminde Amerika’nın görünmeyen hatta saklanan tarihini anlatırken, anlatıda bir sürü inanılmaz hatayla dolu bir film ortaya çıkarıyor. 12 Yıllık Esaret filmiyle karşılaştırdığımızda aslında sıradan bir yapımla karşı karşıyayız. Oscar için bir atak olduğunu söylemekle beraber maalesef yeterli bir çaba olmadığını ve siyah ya da Afro-Amerikan Amerika’nın tam anlamıyla anlatılamadığını söylemek lazım. Çatışmalardan bihaber olan film, tarih bilgisi dışında yeni bir şey sunmuyor.
Burç Karabulut yazdı

Bir siyahın kahyalığa yükselişi

Film açıldığı andan itibaren beyaz adam zulm eden, siyah adam ise köle, zulm edilen olarak damgalanarak karşımıza çıkıyor. Beyaz adamın borusunun öttüğünün çok belli olduğu zamanda Cecil Gaines’i yani ana karakterimiz olan kahyayı çocukluğunda yakalıyoruz. Çocukluğunda zorla bir beyaz toprak ağasının emri altında çalışan Gaines, büyüdükçe ve kahyalığı kaptıkça çevresinde ve işinde sevilen bir kişilik oluyor. Beyaz Saray’a da bir referansla giriyor. İşte bu anda kendi gibi siyah renkli kahyalarla tanışıyor ama ırkına hiç sahip çıkmıyor. Hayatından mutlu olan Gaines’in, oğlunun büyümeye başlayıp aktivist yaşantıyı seçmesiyle ilk defa başı derde giriyor.


Özgürlük savaşçısı oğul

Klasik devlet mekanizmasıyla çatışmak zorunda olduğu kadar beyaz halk tarafından da hor görülüyor. Siyah olmayı dibine kadar kabul etmiş Louis Gaines, Malcolm X ve Martin Luther King gibi siyahi liderlerin toplantılarına sık sık gidiyor. Gaines Jr, varlığını ve hayatını siyah aktivist olmaya adıyor. İşler arapsaçına dönüyor. Yıllar ilerledikçe Vietnam Savaşı gibi problem üstüne problem çıkıyor. Siyah Amerikalılar’ın bu savaşta Amerika’dan taraf olmak istemeleri, kendilerini kabul ettirme çabası olarak görülebilir. Dediğim gibi Cecil’in iki oğlu var. Biri tatlı iyi, güzel bir siyah gibi yaşarken diğeri daha belalı bir hayatı seçiyor. En büyük çatışma ise bu noktada yaşanıyor. Beyazlara kesintisiz itaat etmiş baba, beyazların yolundan yürümeyen ve kendi yolunu izleyen siyah oğlunu dışlıyor.

Ehlileşmiş alt kimlik ortaya çıkıyor

Klasik anlatıyı kullanan The Butler, beklenenin aksine bunu iyi bir şey olarak sunamıyor. Sanki film, kısa filmler bütünüymüş gibi ya da skeçler bütünüymüş gibi davranıyor. Cecil’in Kennedy dahil bir sürü başkanının huzuruna çıkıp onlara servis yapması ve siyahlara yapılan ayrımcılığı savunan başkanları gördükçe önceleri iplemese de bir yerden sonra duygusal davranıp ehlileştirdiği kimliğini de ortaya çıkarıyor.

Oscar filmi ama bu formül tutmaz

The Butler’ın Oscar adaylığı için çekildiğini söylemek için alim olmaya gerek yok. Benim görüşüm bu senenin Lincoln’ü olan The Butler, konu olarak Lincoln gibi olsa da bir Steven Spielberg’e muhtaç durumda. Film, elindeki bu kadar malzemeyi iyi kullanamıyor. Oysa sırf sahne sahne, yıl yıl gösterdiği başkanların politikası ve siyah-beyaz hatta siyah ve ehlileşmiş siyah çatışmasından da daha fazla yararlanabilseydi Oscar’da hak ettiği karşılığı bulabilirdi. Belki de bulacak ama vasat bir yapım olarak hatırlanacaktır. Siyah Amerika’ya şöyle bir göz gezdireyim diyorsanız bu film tam sizin istediğiniz film.

25 Aralık 2013

İlk İzlenim: "47 Ronin"


Hollywood, a tipi aksiyon starlarını farklı coğrafyalarda, farklı kültürler arasında yeni maceralara çıkarmayı sürdürüyor. Japon kültürü ve samuraylık da Amerikalı seyircileri olduğu kadar Avrupalı seyirciyi de cezbetmeyi başarıyor ne de olsa. 2003'te Tom Cruise'un başrolünü üstlendiği The Last Samurai, dünya genelinde elde ettiği 456 milyon dolarla büyük bir başarı yakalamıştı. Bir anlamda Hollywood epik film geleneği, Kurosawa epikleriyle buluşturulmuştu. Aradan geçen 10 yılda benzer bir film üretilememesi garipsenecek bir durum, ancak anlaşılabilir. İki kültürü bir araya getirip yeni bir şey üretmek hiç kolay değil.

Keanu Reeves'in karizmasına karizma kattığı filmin yönetmeni topu topu 3 kısa film çekmiş Carl Rinsch. Hollywood kolay kolay yaş tahtaya basmaz fakat burada risk aldıklarını kesin bir dille söylemek lazım. Filmin hikayesine bakarsak, gerçek bir hikayeden esinlenilerek serbest bir şekilde kurgulanan bir intikam öyküsü izleyeceğiz. Kai adlı bir savaşçının ustasının intikamını almak üzere 47 Samurayla işbirliği yapması ana hikayeyi oluşturmakta. Fragmana baktığımızda, ilk etapta başarılı kostüm tasarımları, renkleri ve görselliğiyle dikkat çeken filmde ejderha görünümlü yaratıklarla fantastik bir dokunuşu olduğunu anlıyoruz 47 Ronin'in. Epik ve fantastiği farklı bir coğrafyada ama yine Hollywood anlatısı eşliğinde izleyeceğiz. Keanu Reeves dışında tanıdığımız bir Amerikalı oyuncunun olmadığı film, ilgimizi çekmeyi başardı.

47 Ronin, 27 Aralık'ta Türkiye'de gösterime girecek.

23 Aralık 2013

Anketimiz Sonuçlandı: "2013'ün En İyi 10 Filmi"


2013 yılı içerisinde ülkemizde vizyona giren filmleri baz alarak başlattığımız anket nihayete erdi. Quentin Tarantino'nun spagetti westerni Django Unchained, kısa sürede arayı açarak (oyların %36'sını aldı) yılın en iyileri sıralamasında birinci oldu. Bu şaşırtıcı bir sonuç değil şüphesiz ki. Bu yıl gösterime giren filmleri göz önüne aldığımızda hem sinefillerin hem de genel kitlenin gönlünü çalabilen daha doğrusu çoğunluğun başyapıt ya da o seviyede olduğunu düşündüğü çok az film çıktı. Anketteki ikincilik yarışı ise görülmeye değerdi. Holy Motors, Jagten ve Gravity sürekli yer değiştirdi ve son ana kadar hangisinin ikinci olacağı belirsizliğini korudu. İpi göğüsleyen Holy Motors oldu. Sen Aydınlatırsın Geceyi ve Blue is the Warmest Color iyi oy alarak ilk 10'a girse de, Filmekimi ve Başka Sinema organizasyonları dışında seyirciye ulaşamamaları oy oranlarını etkiledi.

1- Django Unchained
2- Holy Motors
3- Jagten
4- Gravity
5- Sen Aydınlatırsın Geceyi
6- Blue is the Warmest Color
7- The Conjuring
8- Before Midnight
9- Dupa Dealuri
10- Jin

21 Aralık 2013

Altın Portakal'ın En İyisi "Kusursuzlar" 3 Ocak'ta Gösterime Giriyor

“Kusursuzlar”, kardeşlik bağının yarattığı ölümsüz sevgi-nefret ilişkisine tanıklık ederken; erkeğin egemen olduğu toplumsal kalıplara başkaldıran, tüm çelişkileri ve çatışmalarıyla “yaşayan” iki kadın karakterin verdiği savaşı da gözler önüne seriyor. 50. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde En İyi Film, En İyi Yönetmen, 4. Malatya Film Festivali'nde de En İyi Kadın Oyuncu ödüllerine layık görülen filmin yönetmen koltuğunda Ramin Matin oturuyor. Senaryosu Emine Yıldırım’a ait olan, dağıtımcılığını Başka Sinema kapsamında M3’ün üstlendiği, Giyotin Film ve Karavan Film imzalı Kusursuzlar; 3 Ocak 2014’te sinemaseverlerle buluşuyor.

İstanbul’dan kaçarak Çeşme’ye anneannelerinin yazlığına giden iki kız kardeşin, sırlarla örülü, gerilim dolu hikayesini anlatan “Kusursuzlar”da; Lale ve Yasemin dışarıdan bakıldığında birlikte vakit geçirmek için tatile gelmiş gibi gözükseler de onları İstanbul’dan Çeşme’ye sürükleyen bir olay vardır.

Lale ve Yasemin arasında yılların biriktirdiği karşılıklı hayal kırıklıkları, ortak bir sırrı taşımanın verdiği yükle beraber su yüzüne çıkmaya başlar. Yan komşuları Kerim'le tanışmalarının ardından kardeşler arasında ilk günden beri devam eden gerilim giderek tırmanır. Kardeşler bir yandan öfke, hayal kırıklığı ve intikam duygularıyla öte yandan kan bağının verdiği ağırlıkla mücadele etmek zorunda kalırlar.

Dünya prömiyerini Asya'nın en prestijli festivallerinden biri olan 18. Busan Film Festivali'nde gerçekleştiren “Kusursuzlar”ın başrollerini Esra Bezen Bilgin ve İpek Türktan Kaynak paylaşıyor. 

18 Aralık 2013

12 Years a Slave


12 Years a Slave, Solomon Northup adlı Washingtonlu siyah özgür bir adamın bir karışıklık sonucu köle olması ve onun özgürlük mücadelesi üzerine kurulu bir film. Filmde sadece Solomon’ın kurtulmak için çabalarını değil, özgürlükler ülkesi olarak zihinlerde yer etmiş Amerika’nın bu özgürlükçü düşünceye kolay gelmediğini söylemek mümkün. Köleliğin zirvede olduğu bir asır ondokuzuncu yüzyılda Solomon’ın yaşadıkları Amerika’nın siyah tarihini, köleliğin vahşetini ve ırksal nefretini de adeta kusuyor. Solomon’un hikayesi, gözyaşlarıyla izlenebilecek bir iradenin zaferi hikayesidir. Akademi Ödülü’ne şimdiden çok yaklaştı.

Burç Karabulut yazdı

12 Years a Slave’in trajedisi belki de gerçek bir hikayeden uyarlanmış olması olabilir. Bugün yoldan geçen herhangi bir kişiye sorsak, heralde Amerika için söylenecek en son kelime, Amerika ırkçıdır olurdu. Solomon Northup ve Steve McQueen bizi kapanmış olan o devri bir kez de tüm çıplaklığıyla görmeye çağırıyor. Kapitalizm ve iç savaş öncesi devirde Amerikan topraklarına uzanıyoruz. İyi giyimli beyazlar ve siyahların özgürlüklerinden mutlu oldukları bir çağdayız. Aslında özgürlüğün en yüce değer olduğu bir çağdayız desem daha doğru olacaktır. Filmin hedefi de o özgürlüğü önce zora sokmak sonra sonuna kadar ona ulaşmak oluyor.


Beklenmeyen Yolculuk

Solomon Northup bir görüşme için iki adamla buluşuyor. İçiyorlar, eğleniyorlar birbirlerine ısınıyorlar. O kadar ısınıyorlar ki muhabbet almış başını gitmiş derken Solomon kendi hapishanede buluveriyor. İlk önce kendi de anlayamıyor bir önceki gece hiç yaşanmamış gibi geliyor. Fare gibi kapana kısılmış. Zincirin demirleri ellerini acıtırken üstüne köle kıyafeti geçirilmiş. Kıyafetleri üstünden çıkarılmış. Solomon o sırada şaşkınlıktan ne düşüneceğini bilemiyor. Bir adam giriyor. Onu dövmeye başlıyor. O hapishane macerasının sonu ilk önce köle satıcısından da sonra Louisana’da bir evde sonlanıyor. Özgürlüğe giden yol son derece sancılı. Bu beklenmeyen yolculuk sonunda Solomon, ailesinden ayrılmış bir durumda paramparça olmuş hayatını geride bırakarak kölelik hayatıyla tanışıyor.

Kölelik hayatı ve ırkçılığın acı yüzünü yüzümüze vuran film

Solomon bu kölelik hayatını kabul etmekten başka çaresi olmadığını düşünerek yeni efendileri ve yeni arkadaşlarıyla tanışıyor. Keman çalıyor yeri geldiğinde, yeri geldiğinde inşaatla uğraşıyor, yeri geldiğinde tarlada çalışıyor. Tüm siyah köleler gibi. Ağzında tek bir söz; ben köle değilim ben aslında özgür bir adamım. Yiyor laflarını çünkü dinleyen ve anlayan yok. Efendileri çok sert ve merhametsiz bir şekilde rahat hayatlarını sürdürüp gidiyorlar. O kadar acımasızlar ki; kölelikten kaçmak isteyenleri asıyorlar, geceleri siyah kadınlarıyla zorla cinsel ilişkiye giriyorlar. Efendilerinin merhametiyle yaşıyorlar ama merhametli değiller. Solomon bir an bir beyaza karşı gelme cesareti buluyor kendinde. İnşaat işi sırasında beyaz efendinin laflarını harfi harfine uygulamasına karşın şiddet görüyor. Şiddete şiddetle cevap verince asılı bırakılıyor ama öldürülmüyor. Özgürlüğe ulaşmak imkansız görünüyor.

Django’yu sevdiyseniz, 12 Years a Slave’den kesinlikle nefret edeceksiniz

12 Years a Slave, Django’yu hatırlatmasıyla yüzümüze bir tebessüm koysa da bu hikaye bir intikam hikayesi değil. Tüm zalimliği, felaketi ve insanlık dışı o kölelik dönemi her dakika daha şiddetlenerek kendini gösteriyor. Bir Tarantino yok. Anlatılan kesinlikle salt gerçeklerden ibaret bir irade hikayesi oluyor. Buna bir de ailesine ulaşmak isteyen bir adamın azabını ekleyin. Eminim trajedinin boyutlarını düşünebiliriz. Bir farklılık olarak Brad Pitt, iyi beyaz olarak karşımıza çıkıyor. Onu görmek bile beni memnun etmeye yetti. Django’yu sevdiyseniz, 12 Years A Slave’nin hikayesinde ağlayacaksınız. 

16 Aralık 2013

2013'ün En İyi Filmleri Anketinde Sona Doğru


2013'ün en iyi filmlerini birlikte seçtiğimiz ankette sona yaklaştık. Django Unchained birinciliği garantilerken ikincilik yarışı iyice kızıştı. Holy Motors, Gravity ve Jagten'in aldığı oylar birbirine çok yakın ve sıralamaları her an değişebilir. Vereceğiniz oylar ilk 10 filmi şekillendirecek. 23 Aralık Pazartesi saat 18:00'e kadar oy verebilirsiniz.


Not: Birden fazla filme oy verebilirsiniz.

İlk 5 film

1- Django Unchained 
2- Holy Motors
3- Gravity
4- Jagten 
5- Sen Aydınlatırsın Geceyi

*siz bu yayına bakarken sıralama değişebilir

12 Aralık 2013

Altın Küre Adayları Açıklandı


71. Altın Küre adayları açıklandı. David O. Russell'ın American Hustle'ı ve Steve McQueen'in 12 Years a Slave'i 7'şer dalda adaylık elde ederek en çok adaylık kazanan filmler oldular.

En İyi Film (Drama)
12 Years a Slave
Captain Phillips
Gravity
Philomena
Rush

En İyi Film (Komedi / Müzikal)
American Hustle
Her
Inside Llewyn Davis
Nebraska
The Wolf of Wall Street

En İyi Yönetmen
Alfonso Cuaron / Gravity
Paul Greengrass / Captain Phillips
Steve McQueen / 12 Years a Slave
Alexander Payne / Nebraska
David O. Russell / American Hustle

En İyi Erkek Oyuncu (Drama)
Chiwetel Ejiofor / 12 Years a Slave
Idris Elba / Mandela: Long Walk to Freedom
Tom Hanks / Captain Phillips
Matthew McConaughey / Dallas Buyers Club
Robert Redford / All Is Lost

En İyi Kadın Oyuncu (Drama)
Cate Blanchett / Blue Jasmine
Sandra Bullock / Gravity
Judi Dench / Philomena
Emma Thompson / Saving Mr. Banks
Kate Winslet / Labor Day

En İyi Erkek Oyuncu (Komedi / Müzikal)
Christian Bale / American Hustle
Bruce Dern / Nebraska
Leonardo DiCaprio / The Wolf of Wall Street
Oscar Isaac / Inside Llewyn Davis
Joaquin Phoenix / Her

En İyi Kadın Oyuncu (Komedi / Müzikal)
Amy Adams / American Hustle
Julie Delpy / Before Midnight
Greta Gerwig / Frances Ha
Julia Louis-Dreyfus / Enough Said
Meryl Streep / August: Osage County

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
Barkhad Abdi / Captain Phillips
Daniel Brühl / Rush
Bradley Cooper / American Hustle
Michael Fassbender / 12 Years a Slave
Jared Leto / Dallas Buyers Club

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu
Sally Hawkins / Blue Jasmine
Jennifer Lawrence / American Hustle
Lupita Nyong’o / 12 Years a Slave
Julia Roberts / August: Osage County
June Squibb / Nebraska

En İyi Senaryo
12 Years a Slave / John Ridley
American Hustle / David O. Russell ve Eric Singer
Her / Spike Jonze
Philomena  / Steve Coogan ve John Pope
Nebraska / Bob Nelson

En İyi Müzik
12 Years a Slave / Hans Zimmer
All Is Lost / Alexander Ebert
The Book Thief / John Williams
Gravity / Steven Price
Mandela: Long Walk to Freedom / Alex Heffes

En İyi Özgün Şarkı
Atlas / The Hunger Games: Catching Fire
Let It Go / Frozen
Ordinary Love / Mandela: Long Walk to Freedom
Please, Mr. Kennedy / Inside Llewyn Davis
Sweeter Than Fiction / One Chance

Yabancı Dilde En İyi Film
Blue Is the Warmest Color (Fransa)
The Great Beauty (İtalya)
The Hunt (Danimarka)
The Past (İran)
The Wind Rises (Japonya)

En İyi Animasyon
The Croods
Despicable Me 2 
Frozen

10 Aralık 2013

2013'ün En İyilerinden: "Jin"


7. uzun metraj filmi Jin’de; A Ay, Beş Vakit ve Hayat Var’da olduğu gibi odağına yine bir genç kızı yerleştirerek, bize ve hayata dair umutla umutsuzluk arasında gidip gelen bir hikaye anlatmaya koyulan Reha Erdem, filmi doğadan nefis enstantenelerle açıyor, kamerasını ağır ağır gezdiriyor ve ormanda kamufle olmuş ana karakterimiz Jin’le tanıştırıyor bizi. İlk 25 dakikanın diyalogsuz geçmesini yadırgamadığımız gibi yer yer bir belgeselci edasıyla yaklaşılan doğaya, mizansenlere ve Jin’in umuda kaçış öyküsüne sarılıp filmin içine çekiliyoruz.

Filmde 17 yaşında bir genç kızın Pkk militanları arasındaki varlığını sorguluyoruz. Jin'in babasının o militanlardan biri olduğunu ve öldürüldüğünü biliyoruz. Belki intikam duygusuyla, belki sığınacak bir liman aradığı için dağa çıktı. Jin’in yaralı bir askerle baş başa kaldığı anlarda intikam duygusuna dair hafif bir hissiyat oluşsa da daha öteye gitmiyor. Erdem’in serpiştirdiği ipuçlarının izini sürmekten başka yapacak bir şey yok. Az diyalog kullanımı ve aralara giren Kürtçe konuşmalar elimizi bağlıyor. Daha önemlisi Jin’in kaçış yolculuğu aslında. Her ne kadar, şartlar onu dağa çıkmaya zorlasa da yaşıtları gibi okuma ve normal bir yaşam özlemi içinde olduğunu görüyoruz. Örgütten kaçışının sebebi açıklanmasa da (Kürtçe konuşmaların azizliği de olabilir) aidiyet duygusunun olgunlaşmamış olması veyahut düşlediği hayatın bu olmamasıyla ilintili olduğunu varsayabiliriz. Kaçış yolculuğunda kıyafet değişimi hayallerine doğru atılmış önemli bir adım ama dağdan ovaya indiğinde daha savunmasız bir Jin var karşımızda. Dağda; örgütten, askerden, bombalardan kaçabilen, vahşi doğada zor yaşam koşullarına bir şekilde adapte olabilen Jin, ovaya indiğinde kamuflajsız, bir nevi ‘çıplak’ kalıyor.


Jin'in hayvanlarla ilişkisi, bir atın onu korumaya çalışması, vahşi hayvanlarla arasındaki mesafeyi koruması, unutulmaz final vb. detaylar masalsı bir doku oluşturmada önemli bir işleve sahip. Erdem'in özellikle hayvan etkileşimi veya hayvanlara biçtiği rolle Kosmos'un simgeselliğine yakın duran bir eser yarattığını belirtmek lazım. 

Filmde Erdem’in altını çizdiği en dikkat çekici husus büyük şehir,  taşra ya da daha ıssız bir coğrafya fark etmeksizin hiçbir şeyin değişmediği, insanın her yerde kendisinden farklı olanı dışladığı ve bunun böyle sürüp gittiği. Ancak, bana kalırsa filmin can damarı çıkışsızlık teması. Jin'in çaresizliği ve onun sadece aynı durumlarla yüzleşen yüzlercesinin bir simgesinden ibaret olması seyirci olarak bizleri de o çıkışsızlığa ortak ediyor.

Reha Erdem’i Türk sinemasının yeni kuşak yönetmenleri içerisinde en tepeye yerleştirmemin ve onu diğerlerinden ayırmamın nedeni sinema gramerinin benzersizliğinden ziyade daha çok fantastik dokunuşu, mistik oluşları ‘bizden’ hikâyeler içerisine adapte edebilmesi, yadırgatıcı bir duruma dönüştürmemesi diyebilirim. Filmin finalinde ayyuka çıkan durum, Jin’in hayatın dışına itilmişliğiyle birlikte düşündüğümüzde benzersiz bir etki yakalıyor.

Son söz: Reha erdem, yer yer Kosmos'un seviyesine çıkabilen bir başyapıta imza atmış. 9.5\10

8 Aralık 2013

İlk İzlenim: "The Hobbit: The Desolation of Smaug"


J.R.R Tolkien'in The Hobbit adlı romanını bir üçlemeye dönüştürmeye hazırlanan Peter Jackson, geçtiğimiz Aralık ayında serinin ilk filmi The Hobbit: An Unexpected Journey ile karşımıza çıktı ve genel olarak olumlu tepkiler almayı başardı. Beklenmedik Yolculuk, giriş filmi olmanın handikaplarına ve gereğinden fazla uzun tutulmuş süresine rağmen benim de takdirimi kazandı. Baştan beri merak konusu olan, çok da uzun olmayan bir romandan nasıl olacak da 3 film çıkacak sorusunun cevabını ilk filmden aldık aslında. Şimdi önümüzde ikinci film The Hobbit: The Desolation of Smaug var.

İkinci filmin hikaye akışı şu şekilde cereyan etmekte: Misty Dağlarından geçmeyi başaran Thorin ve arkadaşları Mirkwood ormanlarında çeşitli maceralara atılacak. Ormanı yanlarında Gandalf olmadan geçmek zorunda olan Cüceler, insanların yaşadığı bölgeye vardıklarında Bilbo Baggins'in Cücelerle olan anlaşması da nihayete erecek. Yalnız Dağ'a ulaşmaya çalışan ekibin, Ejder Smaug'un gizlendiği yerin kapısını bulması gerekecek.

The Hobbit: The Desolation of Smaug'dan beklentiler
İkinci film için şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Beklenmedik Yolculuk'un sıkıcı bulunan ilk yarısı gibi ağır aksak ilerleyen bir film beklemiyorum. Baştan sona daha dengeli bir film bizi bekliyor. İkinci film, Ejder Smaug'la olan mücadeleye odaklanacağından, Smaug'un olduğu sahnelerin ve dolayısıyla efektlerin başarısı çok önemli. Meşhur 'Beş Ordular Savaşı'nın da üçüncü filme saklanacağını söyleyebiliriz. Üçlemeler ve devam filmleri için artık klasikleşmiş 'daha karanlık bir film olacak' yorumlarına girmek istemesem de Shire'ın günlük güneşlik tasvirlerine pek rastlamayacağız. Öte yandan romanın üçe bölünmesi, üçlemenin her filmi için beklentilerimizi düşük tutmaya neden oluyor çünkü her filme düşen olaylar dizisi belli. Peter Jackson'ın yine sınırları zorlayarak 3 saate yakın bir film çıkarma isteğini tekrarlaması da The Hobbit: The Desolation of Smaug için en büyük soru işareti. İlk filme serpiştirilen Yüzüklerin Efendisi karakterlerini de görmeye devam edeceğiz. İkinci filmde Orlando Bloom'un hayat verdiği karakter Legolas'ın da olacağı ilk gelen haberler arasında. Beklenmedik Yolculuk'ta Yüzüklerin Efendisi'ne harika bir gönderme yapan Peter Jackson'dan yeni sürprizler de bekliyoruz. Sonuç olarak The Hobbit: The Desolation of Smaug'un ilk filmden daha iyi bir seyirlik olacağını söyleyebiliriz. Ya da öyle umabiliriz şimdilik. Film, 13 Aralık 2013'te yine Dünya ile aynı anda ülkemizde gösterime girecek.

Hobbit: Beklenmedik Yolculuk eleştirisine buradan ulaşabilirsiniz.


6 Aralık 2013

2013'ün En İyi Filmi Anketinde Son Durum


2013 yılı içerisinde Türkiye'de vizyon yüzü gören filmlerin en iyisini belirlemek için başlattığımız ankette yarış tüm hızıyla devam ediyor. Django Unchained, Holy Motors ile girdiği birincilik yarışında arayı açtı. Jagten ve Gravity'nin yükselişi Holy Motors'un ikinciliğini de tehdit etmeye başladı. Blue is the Warmest Color  ve Sen Aydınlatırsın Geceyi ise beşincilik yarışı için mücadele ediyor. Oy kullanmadıysanız sevdiğiniz filmleri destekleyerek üst sıralarda yer almasını sağlayabilirsiniz. Birinci belli olmuş gibi görünse de anket tamamlandığında yayınlanacak yılın en iyi 10 filmi listesinde hangi filmlerin yer alacağını vereceğiniz oylar belirleyecek.

Not: Birden fazla filme oy verebilirsiniz.

İlk 5 Film
1- Django Unchained
2- Holy Motors
3- Jagten
4- Gravity
5- Blue is the Warmest Color


*Siz bu yayına bakarken sıralamada değişiklik olabilir

3 Aralık 2013

Ütopya-Distopya arasında bir yerde: “Arınma Gecesi”


Arınma Gecesi (The Purge), yılın belki en iyi korku filmlerinden değil ama üzerine en çok konuşulması gereken tür filmlerinin başında geliyor. Esasen korku-bilimkurgu kırması olan Arınma Gecesi’nin anlatı olarak bir korku filmi olduğu gerçeğinin altını çizmek ama çok irdelenmese de motif olarak kalmayan bilimkurgusal yanının da üzerine gitmek gerekiyor.

Filmin konusuna değinmeden geçmek istemiyorum. Yakın bir gelecekte Amerikan hükümetinin başı suçlular ve hapishanelerle derttedir. Cezaya çarptırılan suçluların sayısı kontrol altına alınamamakta, bu soruna çözüm olabilecek son çare ise her yıl adına Arınma Gecesi denilen ve sadece 12 saatliğine -korunan devlet görevlileri dışında- her türlü suçun yasal olması, polis müdahalesinin olmayacağı, hastanelerin hastalarla ilgilenmeyeceği bir gece düzenlenmektedir. Bu şekilde insanlar doğalarında varolan kötülüğü serbest bırakarak arınacak ve yılın geri kalanında kanunlara uyan bir vatandaş olarak hayatını sürdürecektir. Toplumsal düzen de bu şekilde sağlanabilecektir.

Hikâyeye baktığımızda -mevcut gerçeklikte- bunun gerçekleştirilmesi imkânsız bir tasarı bir ütopya olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Filmin gerçekliğine döndüğümüzde ise Arınma Gecesi, her ne kadar, faydalı ve toplumun yararına gibi görünse de düpedüz bir distopyanın içinde olduğumuzu anlıyoruz. Filmde yeni bir toplum düzeninden ve kurucu babalardan bahsediliyor ama Hollywood filmi, korku filmi gibi etiketlerin altında sosyolojik bir derinlikten söz edemiyoruz. Dahası yazar-yönetmenimiz James DeMonaco’nun hikâyesine yaklaşımında yanlış ve eksik noktalar kaldığını belirtmek gerekiyor. Örneğin 12 saatliğine tüm suçlar yasal oluyor ama perdeye yalnızca açığa çıka şiddet yansıyor. Hırsızın soygun, sapıkların tecavüze yelteneceği, hükümet karşıtlarının harekete geçebileceği bir geceden bahsediyoruz oysaki.  Bir diğer konu ise yeni düzenin parası ve imkânı olanların yanında olması durumu. Zenginler güvenlikli evlerinde geceyi huzur içinde geçirebiliyor. Devlet, evsiz barksız veya can güvenliğini koruyamayacak çocuk-yaşlı-sakat-hasta demeden vatandaşlarını ölüme terk ediyor.

Arına Gecesi tam da Hristiyanlardan çıkabilecek bir fikir. Ne de olsa günah çıkartarak kolayca kurtuluşa erebileceklerine inanıyorlar.

Filmin yapısına baktığımızda sıradan bir ailenin evlerinde şiddete maruz kalması ve kendilerini savunmaları üzerine kurgulandığını görüyoruz. Klasik bir kapalı alan korkusu olan Arınma Gecesi, önemli meselelere parmak basabilecek bir hikâyesi olmasına rağmen daha sığ sularda yüzmeyi tercih eden, daha çabuk tüketilebilecek bir film olmakla yetiniyor. Karakterlerimizin içine düştüğü ikilem iyi işlenmiş, şiddete şiddetle karşılık verme durumundan iyi sahneler türetilebilmiş. 

Son söz: Arınma Gecesi, kağıt üzerinde potansiyeli yüksek bir korku-bilimkurgu kırması gibi duruyor ama uygulamadaki yanlışlarıyla beklenen başarıyı yakalayamıyor. 6.8

29 Kasım 2013

Yenilikçi Vampir Filmi: "Byzantium"


Interview with the Vampire (Vampirle Görüşme) gibi bir vampir filmi çekmiş usta yönetmen Neil Jordan’ın uzunca bir aradan sonra korku sinemasının eskimeyen alt türüne dönüş filmi Byzantium (Bir Vampir Hikayesi), 2000’li yıllarda değişim geçiren vampir filmlerine ayak uyduruyor. Jordan, 200 yıldır birbirlerin tutunarak, saklanarak ve sürekli yer değiştirerek varolma savaşı veren anne-kız vampirlerin hikayesiyle alt türe taze kan aşılayan önemli bir eserle çıkageliyor.

Neil Jordon’ın filmi esasen Twillight’ın romantik vampir filmi denemesiyle açtığı yolu takip ediyor. Ancak hikâyeyi romantizm odaklı kurmak gibi bir gayesi olmadığından, yani dozunda kullandığı romantizmle Twillight ile olan ilişkisini minimumda tutarak, yönünü Let the Right One In’e çeviriyor. Bunun anlamı Byzantium'un dramatik yapısıyla da dikkat çeken bir vampir filmi olmaya çalışması diyebiliriz. Hayata farklı pencerelerden bakan anne-kızın ilişkisiyle dramatik altyapısını çok sağlam olmasa da en azından düzgün bir biçimde kurabilen Byzantium'da aşk hikayesi filmin ikinci yarısından itibaren devreye sokuluyor ve vampir anne-kızımızı bir kırılma noktasına doğru götürüyor. Genel olarak ise Jordan’ın zaman zaman Vampirle Görüşme tadı veren bir iş çıkarttığını düşünüyorum. Bu benzetmenin ana sebebi ise iki filmin de günümüzde açılıp, vampir karakterlerimizden birinin hikayesini anlatmaya başlamasıyla geçmişe yürümesi. Byzantium özellikle geçmişle bugün arasında git gelli bir yapı kuruyor. Burada geçmişin işlevi vampirliğin kökenini-kaynağı aydınlatmak olarak karşımıza çıkıyor.

Peki, Byzantium ne yapıyor da türe taze kan aşılıyor ona bakalım. Öncelikle filmin hali hazırdaki vampir mitolojisini kullanmak yerine kendi yarattığı mitolojiyi kullanması en önemli ayrıntı. Bu mitolojiye göre de vampir olabilmenin altın kuralı değiştirilmiş. -Spoiler olmaması için detayına girmeyelim- Filmi izlemeden önce yapmanız gereken şey vampirlere dair bildiklerinizi -ölümsüz olmaları, kanla beslenmeleri ve birkaç küçük ayrıntı dışında- unutmak olacaktır. Gün ışığına çıkamayan, soluk benizli, soğuk tenli, uzun dişli, kazıkla öldürülebilen, kutsal sudan ve sarımsaktan hazzetmeyen ve son olarak kanını emdiği kişiyi de bir vampire dönüştüren vampirlere sırtını dönebilen bir film Byzantium. Vampirliğin kökenine yönelik getirilen yeni yorum ise kuşkusuz ki, vampir külliyatı içinde çığır açabilecek bir çabanın ürünü. Ancak Neil Jordan, tüm yenilikçi fikirlerine rağmen Byzantium'u unutulmaz bir filmle dönüştürmeyi başaramamış. Fantezi ve korku unsurlarının yerini büyük oranda gerçekçi betimlemelere bırakması sorun yaratmasa da filmin düşük temposu Byzantium'un en büyük eksisi olmuş.

Son söz: Yeni bir Vampir tanımıyla karşımıza çıkan Byzantium, kusurlarına rağmen türü sevenleri tatmin edebilecek yetkinlikte bir eser. 7\10

26 Kasım 2013

Romantik Film Önerileri


İlk yıllarından bugüne hangi türde olursa olsun sinemada değişmeyen bir şey varsa o da ‘aşk’ temasıdır. Sinemanın klasik döneminde daha naif aşk öyküleri izlerken bugün aşkın da değişen zamana ayak uydurduğunu görmekteyiz. Temel olarak romantik ve romantik komedi olarak ikiye ayırabileceğimiz duygusal filmler, daha çok kadınlara hitap etse de biz erkekler için de önemi yadsınamaz. romantik başlığında değerlendirdiklerimiz hüzünlü aşk öyküleridir ve çoğunlukla mutsuz sonlara ulaşırlarken, romantik komediler, sevgililerin çeşitli aksiliklere rağmen sonunda kavuştuğu kendini iyi hisset filmleridir. Sinemada aşkın merkezde olduğu hikayeler, ister komedi ister drama olsun belli formülleri kullanır. Bu formülleri harfiyen uygulayan filmlerle, hikaye ve anlatım bakımından belli ölçülerde klişelerin dışına çıkabilen özgün örneklerden bir seçki hazırladım.

Klaket Aktuel Dergisi için hazırladığım dosyadan alıntıdır.

Romeo + Juliet



Willia Shakespeare’in destansı aşk hikayesi Romeo ve Juliet, Baz Lurhman yönetmenliğinde modern bir anlatıyla karşımıza çıkmıştı. Birbirlerine düşman iki ailenin çocukları olan Romeo ve Juliet’in trajik bir sonla biten aşklarını bilmeyen yoktur. Aşk ölümü bile göze alabilmektir söylemiyle imkansız aşk temasının altının çizildiği bu klasik eserin modern bir yorumu olan 1996 tarihli Romeo + Juliet uyarlaması, hikayeyi günümüze taşıyor. Florida’da geçen hikayede kılıçlar yerini silahlara bırakıyor. Lurhman’ın filmi temel olarak aynı hikayeyi anlattığından zamanın değişmesi fark etmiyor. Shakespeare’in metnine sadık kalarak teatral tadı muhafaza eden Lurhman, etkileyici bir aşk filmi çekmeyi başarmış. Başrollerde Leonardo Di Caprio ve Claire Danes var.

(500) Days of Summer


Aynı şirkette çalıştığı Summer’a aşık olan Tom’un 500 günlük aşk hikayesi olarak özetleyebileceğimiz filmde, Tom sevdiği kız Summer’a açılamamaktadır. Bunu başardığında ise başka bir gerçekle yüzleşir: Summer, Tom’la romantik bir ilişki yaşamak istememektedir. (500) Days of Summer, romantik komedilere yenilik getirme düşüncesinin bir ürünü. Yönetmen Marc Webb, Tom ve Summer’ın 500 gün süren ilişkilerini alıyor ve düz hikaye akışı yerine zamanda ileri-geri giderek farklı bir izlek tutturuyor. Filmin başında “bu bir aşk hikayesi değil, bir tanışma hikayesidir” uyarsıyla seyircinin beklentisiyle oynanıyor ve aşka farkı cepheden bakan iki insanın ilişkisi komediye hizmet edecek biçimde aktarılıyor.  İzlerken kendinizden bir şeyler bulacaksınız.

Jeux D’enfants


Julian ve Sophie, okul yıllarından tanışan iki arkadaştır. Sophie kökeni nedeniyle sınıfta ırkçı tacizlere maruz kalırken, Julian’ın kanser olan annesi ve sorunlu babasıyla yaşadığı sıkıntılar onları yakın arkadaş yapar. Çocukların cesaret üzerine kurulu oyunları, zamanla birbirlerine cesaret aşılamalarını sağlayan bir yaşam biçimine dönüşür. Büyüyüp serpildiklerinde aşık olan çiftin, aşkın da etkisiyle cesaret oyunları tehlikeli bir hal alacaktır. Biçimsel olarak Amelie’ye benzeyen Cesaretin Var mı Aşka?, dijital efektleriyle ve rengarenk hayal alemiyle kafamızdaki romantik film imajının dışına çıkabilen ve şöhretinin hakkını verebilen bir film. Kimi zaman gülecek kimi zaman hüzünlenecek ama mutlaka romantizmi hissedeceksiniz.

The Wedding Singer


Robbie Hart, şarkı sözü yazarı olma hayaliyle yaşayan ve küçük bir yerde düğün şarkıcısı olarak çalışmaktadır. Düğün günü terk edilen Robbie, bunalıma girer. Bir gün düğünlerde garsonluk yapan Julia ile tanışır ve arkadaş olurlar. Evlenmek üzere olan Julia’nın Robbie’den yardım istemesiyle bu arkadaşlık aşka dönüşecektir. 80’li yılları fon alan The Wedding Singer, “How Soon is Now”, “You Spin Me Round” gibi dönemin hit olmuş şarkılarıyla nostaljik bir tat bırakırken, özellikle düğün şarkıcısı rolüyle Adam Sandler’ın performansı filmin eğlence kat sayısını artırıyor. Basit bir hikayesi olan film, sevimli ve bir hayli romantik finaliyle türü sevenleri tatmin edecektir. The Wedding Singer, bir kendini iyi hisset filmi.

Blue Valentine


Dean, aşık olduğu Cindy ile evlenir ve kısa süre sonra kızları olur. Başlangıçta her şey güzel gitse de zaman bu ilişkiyi bir hayli yıpratacaktır. Çiftimiz de evliliklerini kurtarma umuduyla bir otelde tek gecelik bir kaçamak yapacaktır. Blue Valentine’de Dean ve Cindy’nin sorunlarla boğuştuğu bugününü ve tanıştıkları ilk andan evliliklerine kadar olan süreci birbirine paralel olarak izliyoruz. Film kısaca, sınıfsal farklılıkları olan kadın ve erkeği bir araya getiriyor, aşık ediyor fakat hayatın gerçek yüzünü göstermekten de geri durmuyor. Genel hatlarıyla bir ilişkinin tüm safhaları gerçekçi bir betimlemeyle ve usta işi bir sinema diliyle anlatılıyor. Ryan Gosling ve Michelle Williams, karakterlerinin dünü ve bugünü arasındaki ruhsal ve fiziksel değişimi inandırıcı performanslarla süslediği Blue Valentine hüzünlü bir romantik film.

Addicted to Love


Sam ve Maggie, eski sevgililerinin romantik bir ilişkiye başlaması üzerine intikam almak için birlik olur. Sam, kız arkadaşını geri istemektedir, Maggie’nin dileği de aynıdır. Ve bu birlikteliği bozmak için ellerinden geleni yapacaklar ama hayat onlara başka bir sürpriz hazırlayacaktır. Sam ve Maggie’nin eski sevgililerinin evlerine girip, onların kıyafetlerini giymeleriyle kendilerini aşkın sıcaklığına bırakırlar. Biz de filmin en unutulmaz sahnelerini izleriz böylece. Yönetmen Griffin Dune, bu dörtlü aşk öyküsüne mizahı öne çıkararak yaklaşmış ancak hünerli ellerden çıkma senaryo, Meg Ryan ve Matthew Broderick’in inanılmaz uyumuyla birleşip, aşkı, aşık olmanın büyüsünü seyirciye geçiriyor. 90’lı yılların en keyifli romantik komedilerinden olan Addicted to Love’ı  tüm romantiklere öneriyorum.

Love Story


Köklü ve zengin bir aileden gelen Oliver, bir gün işçi sınıfından Jennifer’a aşık olur. Gençler evlenmeye karar verir ancak Oliver’ın babası bu evliliği onaylamaz. Baba, oğlunu mirasından mahrum bırakmakla tehdit eder. Her şeyi göze alan çift evlenir ama Oliver’ın okulu Harvard’a devam edebilmesi için farklı işlerde çalışması gerekmektedir. Bu aşkın önündeki engeller bitmeyecektir. “Aşk, sonradan üzgün ve pişman olduğunu asla söylememektir” sloganıyla gösterime giren bu klasik, romantik filmlerin en bilinen örneklerinden. Aşkı en yalın haliyle anlatmak gibi bir çabası olan Love Story, bugün hala aynı etkiyi bırakıyor. Günümüzün hızlı tüketilen aşklarına inatla tüm zorluklara göğüs geren Oliver’la Jennifer’ın tutkulu aşkı filmin tamamında yoğun biçimde hissedilmekte. 


22 Kasım 2013

Castello Cavalcanti

Wes Anderson'ın Grand Budapest Hotel’ini beklerken seyretmekten zevk aldığım bu kısa film, Prada'nın reklam filmi gibi gözükse de aslında Wes Anderson'ın filmlerinde izlediğim o atmosferi ve rengi yansıtmakta geç kalmıyor. Prada geçen sene Roman Polanski ile başlattıkları "Terapi"den sonra yeni kısa filmlerine de Wes Anderson ile devam ediyorlar. Wes Anderson'ın Prada ile bir reklam filmi daha var. İlgilenenler araştırabilir. O kısanın tadı da ayrı. Tabii ben ilginizi "Castello Cavalcanti"ye çekmek istiyorum.

Burç Karabulut yazdı

1955 yılında Castello Cavalcanti adlı bir kasabadayız. Yarış arabaları kasaban geçiyor. Kasabalılar bu duruma alışkın olduklarını verdikleri destekle gösteriyorlar. Onlar için kesinlikle rutin bir durum. Bir kısa filmin olmazsa olmazı rutini kendine has üslubuyla tek bir kareyle vermeyi başarıyor Wes. Jed Cavalcanti yani kaza yapan yarışçı, kafede oturan ahali tarafından hemen bağırlarına basılıyor. Telefon edip haber vermek durumunda olan Jed, aslında kendi ailesinin ve atalarının olduğu bir kasabada buluyor kendini.

Fellini hayranı olduğunu bildiğimiz Wes, Fellini'nin "Dolce Vita"sında kullandığı İsa heykelinden, Amarcord'da kullandığı yarış arabasına referans veriyor. Bir saygı duruşunda bulunuyor. Wes Anderson, Fellini'yi onurlandırıyor. Steve Zissou'nun hayatını Felli'nin ülkesinin Cinecitta’sında çeken bir yönetmenden daha azı beklenemezdi.

Filmde, İtalyanlılık kimliğini vurgulamak için spaghetti, İtalyan misafirperverliği, aile değerlerine vurgu yapmak için ata ve İsa heykeli, örgü ören teyze gibi birçok öğeye yer veren Wes, zaten artık tanıdığımız Jason Schwartzman'ın komik performansıyla birleşiyor.

Jed'in (Jason Schwartzmann) kaza yaptıktan sonra girdiği kafede bulduğu İtalyan olma bilinci de gülmenin dozunu artırıyor. Ayrıca kasada oturan dilber ünlü italyan film aktrisi Sofia Loren imajını da seyirciyle paylaşıyor. Homage yani Fellini'ye saygı, Wes'in auteurliğini açık eden renkli karakterleri ve kamera arkasındaki Darius Khondji'nin yaptığı işle müthiş kotarılmış bir kısa film.

Renkli mizansene de ayrı bir bakış atmadan yazıyı sonlandırmadan olmaz. Sarının ağır bastığı bir tonla özellikle Jed'in telefonu kullandığı sahnede kırmızı ve sarının bolca kullanıldığı adeta Formula 1 arabalarının dizaynına benzeyen bir dizayn yapıldığı görünüyor. Sarı perdelere eşlik eden yeşil mobilyalar da cabası.

Prada mı Wes'i seçti, yoksa Wes mi Prada'yı seçti bilinmez ama günümüzün rüya işçilerini kamera arkasında klas bir markayla görmek sinema sanatının takdir görmesi demektir. Tabii ki artı olarak Wes Anderson'ın hayran kitlesini ve onun sanatını öne taşıdığı da bir gerçek. Yine de elimizde eli yüzü düzgün bir auteur Wes filmi niteliğinde bir kısa film var. Benim gibi hayranları için yazmadan geçemezdim.



20 Kasım 2013

Elysium


İlk uzun metrajı District 9 ile 2000’ler bilimkurgu sinemasına iz bırakacak bir eser bırakan Neill Blomkamp, yoluna bilimkurguyla devam ediyor. Blomkamp, District 9’un beklenmedik başarısı sonrasında ister istemez ana akım bilimkurguya kaymış ve daha büyük bir bütçe ve Matt Daman, Jodie Foster gibi iki yıldızla yapımcılarını memnun edecek bir işe imza atmış Elysium’da. Tabi yalnız yapımcıları değil.. Genel kitleyi ve benim gibi has bilimkurgu tutkunlarını da arkasına alabilecek bir film çıkarmayı başarmış.

Elysium; 70’li yıllardan Zardoz, 80’lerden Robocop, 90’lardan ise The Matrix’ten aldığı temalar ve fikirlerle bir alt tür melezi yaratıyor.

Zardoz’dan Elysium’a uzanan tematik bir yolculuk 

70’li yılların pek kıymeti bilinmemiş bilimkurgularından Zardoz’a bugün geri dönüp baktığımızda bilimkurgu sinemasına yeni temalar açması bakımından kritik bir noktada durduğunu görürüz. Refah içinde yaşayan üst sınıfın alt sınıfı izole ettiği, sömürdüğü ve kendi sahte cennetlerinde mutlu bir hayat sürdükleri sınıflara ayrılmış dünya tasvirinin bilimkurgu sinemasındaki ilk örneklerinden Zardoz, bu tema etrafında şekillenecek bilimkurguların da atası konumundadır. 2000’li yıllarda In Time ve Upside Down gibi filmlerle bahsettiğimiz sınıfsal farklılıkları işleyen bilimkurgular ilginç ve orijinal fikirlerle tazelenme sürecine girmişken, Elysium uzaya açılma ve dünyanın baskıcı bir rejimle dışardan yönetilen bir tür hapishaneye dönüşmesi gibi fikirler üretip daha klasik bir hikâyeyle karşımıza çıkıyor. Zardoz-Elysium benzetmesi filmler arasındaki uçurum nedeniyle belki garip gelebilir ama bir zorunluluk. Elysium’da ana karakterimiz Max’in yaşanmaz bir hal alan kendi dünyasından kopup, zenginlik dışında başka bir ayrıcalığı olmayan insanların yarattığı sahte cennete gidip yerleşik düzeni yıkması, Zardoz’da Zed’in yaptığından pek de farklı değil.


Robocop ve The Matrix etkileşimi 

Max’in içine düştüğü durum, Robocop’ın Alex Murphy’sinden hiç farklı değil. Alex, öldürüldükten sonra vücuduna eklenen makinelerle yarı insan yarı makine bir bedende yeniden doğuyor ve görevine devam ediyordu. Max’in ise hedefine ulaşabilmesi, görevini başarabilmesi için daha basit bir makineyle bütünleşmesi gerekiyor. Burada devreye The Matrix’in yeniden doğum sonrasında kablolarla sanal dünyada yaşam alanı bulabilen karakterleri giriyor. Max ve Neo’nun insanlığın kurtuluşu için verdikleri mücadele de eşleştirilebilir.

Hikâye tanıdık, şablon da…

Küresel ısınma, ozon tabakasında açılan delik, ekolojik dengenin bozulması gibi güncel olaylar 2000’li yılların bilimkurgularını derinden etkiledi. Dünyamızın yaşanmaz bir hale geldiği ve insanların başka dünyalar bularak yurtlarını terk ettiği Wall-e ve After Earth gibi post apokaliptik bilimkurgularla akrabalık kuran Elysium’da, nüfus artışı ve kirlilik sebebiyle harabeye dönen dünyadan ancak zenginler kaçabiliyor. Elysium’un asıl tanıdık kısmı ise Max’in daha çocukken bir kurtarıcıya dönüşeceğinin belli olması ve filmin tahmin edilebilir bir sona yürümesi.


Neill Blomkamp District 9'dan kopamamış

Elysium, hem biçim hem de içerik olarak District 9’u andırıyor. District 9’da uzaylıları göçmen konumuna düşüren Blomkamp, burada da herhangi bir dünya vatandaşını uzaydaki yeni cennete girmeye çalışırken aynı duruma sokuyor. İki film görsel olarak da birbirine oldukça yakın duruyor. Distrixt 9’un Afrika’sıyla Elysium’un dünyası görsel olarak birbirinden pek farklı değil. Ayrıca District 9’un uzaylılarıyla Elysium’un robotları tasarım anlamında bir benzerli taşıyor. Ana karakterlerimizin geçirdiği fiziksel değişimi de unutmamak gerekiyor. District 9’un belgeselci üslubu ve taze fikirleriyle Elysium’un Hollywood bilimkurgusunun dışına çıkamaması iki film arasında keskin bir ayrım yapmamızı da sağlıyor.

Son söz: Düşünsel anlamdaki kimi yanlışlarına rağmen, Neill Blomkamp’ın iyi yönetmenliği ve yükselen temposuyla seyirciyi yakalamayı başarabilen bir bilimkurgu olmuş Elysium. 7.3\10


17 Kasım 2013

Neighbours

80’li yıllarda yapılan araştırmalara göre en çok izlenen bu kısa animasyon, Norman Mclaren’a ait olup kısaca iki adamın bir çiçek uğruna birbirleriyle kavga etmesine dayanır. Aslında görünenden çok daha fazlası vardır filmde. Norman’ın hayatına kısa bir bakış atarak bu filmin kökenine inmek doğru olacaktır.

Burç Karabulut yazdı

Aslen Kanadalı olan Norman, filmi yapmadan önce kısa bir süre Çin’de kalmış. O zamanda ise Çin Mao tarafından yönetilmektedir. Devrimin henüz başlarına tanık olmasına karşın Norman, bu durumdan çok etkilenir ve savaş üstüne bu kısa filmi yapmaya kendini teşvik eder. Bunun üzerine Montreal’deki Ulusal Kanada Film Daire’sinde çalışmaya başlar. Bu filmi yaptıktan sonra filmdeki sahnelerden birini çıkarması istenir. Bu sahne ise; iki adamdan da birinin ailelerini öldürmesidir. Bu yüzden film, Avrupalı ve Amerikan seyircilerine gösterilebilmesi için değiştirilmiştir. Tabii bu durum Vietnam Savaşı’nın başlamasıyla tamamen değişecektir. Çıkartılan sahneler yerine konulacaktır.

Hem kısa film hem animasyon

Norman, animasyon filmi için pixilation yöntemini kullanmıştır. Bu yöntem; gerçek hayatta var olan insanların bir animasyon malzemesi gibi kullanılmasıdır. İlk kez Grant Munro adlı bir animasyon kısası Pixilation ile popürleştirilmiştir. Film genelinde hızlı fotoğraflama tekniği ile stop frame uygulamalarının birleşmesiyle oluşturulmuştur. Mesela bir sahnede gerçek aktörlerin havada kalmış gibi görünmesi; oyuncuların öne zıplayıp aynı anda bel yukarılarının fotoğranlanması şeklinde yaratılmıştır. Bu öncülüğüne rağmen Neighbours bugün herhangi bir animasyon filmine kıyasla animasyon değil sadece kısa film adını alır.

Çiçek bir ganimet adeta!

Filmin çıkış yerinin ve motivasyonun bir savaş karşıtı film yapmak olduğunu yukarda söylemiştim. İlk sahneden itibaren özellikle okunan gazeteler yoluyla savaş ve barış kelimeleri gözümüze ilk sahnede görünüyor. Film, sert bir söylem yerine sembolizasyon seçiyor. Bir çiçeğin paylaşılamaması üzerine odaklanıyor. İki komşunun da dikkatini çeken, hatta arzu nesnesi haline gelip filmdeki kargaşanın da nedeni olan sadece bir çiçek… O çiçek üzerinde anlaşamayan iki komşu birbirlerine giriyor. Çiçeğin sembol olarak iktidarı temsil ettiği iki komşunun da eğer iki taraf olarak belirlesek topraklarına katmak istediği bir ganimet halini alıyor.

Karakterlerimiz komşuluklarını, arkadaşlarını ve insanlıklarını yitirip birer yok etme makinesi haline dönüşünce ortada ne çiçek, ne toprak ve ne yaşam kalıyor. Yüzlerindeki mimiklerden insanlıklarını yitirdiklerini rahatlıkla anlıyoruz. Belki de burada bir hiç uğruna ne savaşlar çıkıyor mesajıyla da finali getirmek mümkün. Keza iki karakterde birbirlerine ölesiye zarar verip arzu nesnesine ya da ganimete sahip olma derdine düşüyor. 

Genel olarak çiçeğin sembolize ettiği arzu nesnesini petrole, altına ya da herhangi bir değerli metaryele çevirebiliriz. Filmin evrensel dili söz kullanmadan çok şeyler söylüyor. Basit sembolizm, gerçekçi savaş temsili ve savaş karşıtı mesajı serpilmiş bir film olarak Komşular ya da Neighbours, vermek istediği mesajı başarıyla veriyor. Bunca süredir bir klasik olarak kalması da bu savaş karşıtı mesajın ne kadar güçlü verildiğinin kanıtı oluyor. 1980’lerde de yapılan bir araştırmaya göre en fazla izlenen kısa film olması da mesajın geçerliliğini gösteren ayrı bir kanıt olarak karşımızda duruyor. 

15 Kasım 2013

Yakında: "Byzantium - Bir Vampir Hikayesi"


Vampirle Görüşme’yi yaratan ekiple, Oscar ödüllü yönetmen Neil Jordan’ı tekrar bir araya getiren Bir Vampir Hikayesi/Byzantium, son dönemin gözde genç yeteneklerinden Gemma Arterton ve Saoirse Ronan’ı başrollere taşıyor. 200 yıldır insan kanıyla beslenen gizemli bir kadın olan Clara işlediği bir cinayetin ardından kızı Eleanor'la beraber bir kıyı kasabasına sığınır. Ancak onlar için artık hiçbir yer güvenli değildir çünkü ölen kişi Clara’ya daha önce ölüm fermanı veren ve senelerdir hesaplaşmayı bekleyen “Kardeşlik” adında bir vampir topluluğunun üyesidir. Striptizcilik yapan Clara, Noel ile tanışır ve onun Byzantium adlı pansiyonunda kalmaya başlarlar. Eleanor ise, yeni arkadaş edindiği Frank’ten etkilenerek ona ölümcül sırlarını anlatır. Bu bilginin kasabada yayılmasıyla Clara ve Eleanor, kaçmaya çalıştıkları karanlık geçmişleriyle bir kez daha yüzleşmek zorunda kalacaklardır. Sıra dışı atmosferiyle dikkat çeken filmin görüntü yönetmenliğinde Bafta ödüllü Sean Bobbitt imzası bulunuyor. 

Filmdeki iki kadın kahraman, aralarında pek fazla yaş farkı bulunmayan anne-kız’ı canlandıran Clara (Gemma Arterton) ve Eleanor (Saoirse Ronan)… İkisi de hayatının farklı evrelerinde ‘dönüşerek’ ölümsüzlük elde etmiş. 20’li yaşlarda bir anne ve ergenlik çağındaki kızı… Yaşları birbirine çok yakın vampir anne-kızın ilişkisinin merkezinde yer alan kibir ve şımarıklık unsurları, yapımcılardan Elizabeth Karlsen’i heyecanlandırmış. “16 yaşındaki bir kızın 24 yaşında, çok güzel bir annesi var. Gerçek hayatın doğal silsilesi tersyüz olmuş durumda. Karmaşık, şaşırtıcı, müthiş bir hikaye…” diyor Karlsen.

Byzantium 29 Kasım'da gösterime giriyor.